24 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

BUGÜNLERİ ANLAMAK İÇİN…PROF. DR. MEHMET NUR ALTINÖRS YAZDI- 1950- 1960 DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI

Ana Sayfa » GÜNCEL » BUGÜNLERİ ANLAMAK İÇİN…PROF. DR. MEHMET NUR ALTINÖRS YAZDI- 1950- 1960 DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI

Eklenme : 10.10.2020 - 10:35

BUGÜNLERİ ANLAMAK İÇİN…PROF. DR. MEHMET NUR ALTINÖRS YAZDI- 1950- 1960 DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI

 

 

 

ÖZET

İkinci Dünya Savaşı sonrası iki kutuplu dünya siyasal düzen oluştu. Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD)liderliğindeki Batı bloğu ile, Sovyetler Birliği’nin önderlik ettiği Doğu bloğu arasında, 1990 yılına kadar süren kıyasıya gerginlik ve rekabet ile karakterize olan dönem “Soğuk Savaş” olarak bilinmektedir. Söz konusu zaman diliminde, jeopolitik öneme ve güçlü bir orduya sahip Türkiye’nin tarafsız kalması mümkün değildi. Sovyetler Birliği kaynaklı tehdit, ekonomik kalkınma için gereken dış yardımın temini ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında başlayan çağdaşlaşma çabalarına devam edebilmek gibi nedenlerle, Türkiye tercihini Batı bloğunda yer almak yönünde yaptı. 1950 seçimini kazanarak on yıl iktidarda kalan Demokrat Parti, temel siyasi tercih doğrultusunda hareket etmiş,elde edilen bazı başarılara karşın izlediği aşırı ABDve Batı yanlısı politikalar nedeniyle, Türkiye uluslararası ortamda yalnızlık başta olmak üzere değişik sorunlar yaşamıştır.

 

Anahtar kelimler: Amerika Birleşik Devletleri, Demokrat Parti, Dış politika, Soğuk Savaş, Sovyetler Birliği, Türkiye

 

SUMMARY

A very important global consequence of Second World War was bipolar political order; the Western bloc under the leadership of United States of America and the Eastern bloc led by Soviet Union. The years between 1945 and 1990 is called  “Cold War” and it is characterized by high tension and severe competition between the blocs. Because of her geostrategic location and powerful army, Turkey could not afford staying neutral and eventually, she decided to integrate with Western bloc, mainly because of Soviet threat, the need for foreign economic aid and to continue the modernization process which began in the early 19th century. The Democrat Party, which ruled Turkey during 1950-1960,followed an extremely pro-American and western policy which caused the country to suffer isolation, and associated  international and domestic problems.

 

Key words: Cold War, foreign policy, Soviet Union, Turkey, United States of America

 

 

Giriş

1950-1960 yılları yakın Türkiye tarihinde  ilginç özellikler taşıyan bir on yıllık dönemdir. 1946 yılı seçimi göz önüne alınmazsa 1950 seçimi Cumhuriyetin ilk çok partili seçimi olup iktidarın halk oyu ile değişmesini  sağladığı için demokrasi  geleneğinin yerleşmesi açısından çok önemli bir kazanımı ifade eder. Tarihin akışı içinde incelenecek herhangi bir dönemi, söz konusu dönemin  öncesi ve sonrasından soyutlamak mümkün değildir. İncelediğimiz dönemde yurtiçi ve yurtdışında yaşananları İkinci Dünya Savaşının sonuçlarından ve savaş sonrası koşullardan bağımsız olarak ele almak doğru değildir. Geçmişle mevcut hal arasındaki kaçınılmaz nedensellik ilişkisi, 1960 sonrasındaki gelişmeler ile  1950-1960 yıllarında edinilen deneyimler ve bu deneyimlerden çıkarılan dersler arasında da vardır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin  İlk Yılları

Cumhuriyeti kuran asker-sivil kadro 19. yüzyılın sonlarında doğan, Osmanlı uyruğunda, 1.Meşruiyeti, Balkan Savaşını, İttihat-Terakki iktidarını, Birinci Dünya Savaşını, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü  ve Kurtuluş Savaşını yaşamış bir neslin temsilcileridir. Ülkede ve dünyada kısa sürede yaşanan savaşlar ve travmatik olaylar Mustafa Kemal Atatürk’ün ” Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ifadesinin  altında yatan nedenleri çok iyi ortaya koymaktadır. Kurtuluş Savaşı sırasında, Sovyetler Birliği ve Hint Müslümanlarının desteği yeni Sovyet rejimi ve Asya’nın mazlum ülkeleriyle Türkiye Cumhuriyeti arasında iyi ilişkiler kurulmasını ve söz konusu ülkeler nezdinde Türkiye’nin saygınlık kazanmasını sağlamıştır.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin öncelikleri, ülkenin toprak bütünlüğünü ve sınırlarını korumak, komşuları ile iyi ilişkiler içinde olmak, uluslararası platformda saygın bir yer edinmek ve altı yüzyıllık kozmopolit bir imparatorluktan modern bir devlete geçiş için gerekli reformları gerçekleştirmekti. Bu hedefler doğrultusunda komşularıyla anlaşmalar yapmış, çok daha kapsamlı olarak Lozan anlaşması ile varlığını tescil ettirmiştir. Genel anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası Lozan Antlaşması ile oluşan statükonun devam ettirilmesi yönünde olmuştur. İkinci Dünya Savaşına kadar dünya siyasi ortamı Avrupa ağırlıklı olup Birinci Dünya Savaşı sonrasının sıkıntıları, bu dönemde yaşanan büyük ekonomik kriz 1920 ve 1930 ‘lu yıllara damgasını vurmuştur.

İkinci Dünya Savaşı

İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı sonuçları, bunların uluslararası siyasete olan yansımaları ve Türkiye’nin iç dinamiklerini gözden geçirmek, 1950-1960 Türkiye’sini ve ülkenin dış politikasını anlamak bakımından önemlidir. İkinci Dünya Savaşı sırasında 60 milyon kişinin öldüğü tahmin edilmektedir ve bunların %60’ı sivildir. 8 Mayıs 1945’te Almanya’nın ve 2 Eylül 1945’te Japonya’nın koşulsuz teslim olmasıyla  savaş sona ermiştir. Ancak savaşın sonuçları küresel  ölçekte büyük değişikliklere neden olmuştur.

Türkiye’nin 18 Haziran 1941’de Almanya ile imzaladığı  dostluk anlaşmasının, Türkiye, Fransa ve İngiltere arasındaki üçlü ittifakla çeliştiği düşünülmüştür. Türk kamuoyu ve yöneticileri, koşullar uygun olduğunda Almanya’nın Türkiye’ye saldıracağı endişesini  her zaman taşıyorlardı. Alman birliklerinin Bulgaristan’da konuşlanmış olması,Türkiye için potansiyel bir tehdit oluşturuyordu. Üçlü ittifakın 2. maddesi, Akdeniz’de Mihver kuvvetleri ile savaş durumunda Türkiye’nin İngiltere ve Fransa’ya yardım etmesini öngörüyodu. Fransa ve İngiltere, İtalya’nın savaşa girmesinden sonraki gün Türkiye’nin  antlaşmanın  2. maddesine göre hareket etmesini  talep etti. Cumhurbaşkanı İnönü, bu isteği  red etti çünkü bunun Rusya’ya karşı savaş açmak anlamına geldiğini düşünüyordu. WinstonChurchill bu reaksiyondan memnun olmadı.

1945-1950 Dönemi  Uluslararası Gelişmeler

İkinci Dünya Savaşını izleyen dönemde  uluslararası politikada ironik bir durum gelişti. Sovyetler Birliği ile ABD arasında ortak düşmana karşı yürütülen dört yıllık ittifak bozuldu; bozulmakla kalmadı birbirlerine düşman oldular. Buna karşın İkinci Dünya Savaşında Mihver  devletleri olan İtalya ve Japonya, ABD ile ittifak yaptılar. Savaş sonrası Almanya ikiye bölündü.  Batı Almanya veya Federal Alman Cumhuriyeti olarak isimlendirilen Almanya , ABD ile iyi ilişkiler içine girdi. NATO , 4 Nisan 1949 ‘da Washington D.C.’de kurulmuş olup İtalya kurucu 12 ülke arasında yer almıştır.Federal Almanya ise topluluğa 1955 yılında katılmıştır.

Savaşın önemli iki galibi , ABD ve Sovyetler Birliği, süper güçler olarak ortaya çıktı. Dünya siyasi arenası iki kutuplu bir nitelik kazandı. Bir tarafta ABD’nin önderlik ettiği, kapitalist ekonomik düzen yanlısı,demokratik yönetim şekli , insan hakları ve ifade özgürlüğüne inanan Batı Bloğu ve onun karşısında  Sovyetler Birliği’nin liderliğinde sosyalist ideoloji, merkezi planlama ve devletçi ekonomiyi benimseyen Doğu Bloğu olmak üzere bir ikili kutuplaşma oluştu. İki taraf arasındaki ana çatışma alanı, II. Dünya Savaşı’nın en yıkıcı etkilerinin yaşandığı Avrupa kıtasıydı. Avrupa pratik olarak iki kısma bölündü ve sadece birkaç ülke tarafsız kalabildi.

Başkan Truman’ın danışmanı , Bernard Baruch, 16 Nisan 1947’de ABD ve Sovyetler arasındaki ilişkilerin niteliğini tanımlamak için “Soğuk Savaş” sözcüklerini  kullanan ilk kişi oldu. Sovyetler Birliği’nin 1990 yılında  çöküşü ve buna bağlı olarak Doğu Bloku’nun dağılması Soğuk Savaş’ın sonu olarak kabul edilir.

Soğuk Savaşın bitişi hakkında genel bir konsensüs olmasına karşın  dönemi başlatan spesifik bir olaydan ziyade temelde ABD ile Sovyetler Birliği arasında uzun bir geçmişe dayanan güvensizlik duygusunun varlığı söz konusudur. Bir çok olay bu güvensizliğin artmasına neden olmuştur. İhtilaf konuları arasında ABD’nin, bir çok ülkeye yaptığı gibi Sovyetler Birliğine de uyguladığı ödünç verme-kiralama şeklindeki yardımı 1945 yılında aniden kesmesi sayılabilir. Savaşın mağlubu Almanya toprakları üzerinde nasıl bir yönetim kurulacağı, atom silahı hakkında düzenleme, Kore’nin durumu ve diğer  Uzakdoğu ülkeleri hakkındaki farklı yaklaşımlar, ABD’nin savaş sonrası uygulamaya çalıştığı liberal ticaret sistemini esas alan ekonomik yöntem gibi konular gerginliği arttırmıştır1.

Bu sorunların yanısıra İran olayının da Soğuk Savaşın başlamasında önemli bir etken olduğu öne sürülebilir. Sovyetler 25 Ağustos 1941’de kuzey İran’ı , İngilizler ise ülkenin güneyini  işgal etti. İran hükümeti istifa etti. ABD kuvvetleri  Eylül 1941’de İran’da üslenmeye başladı. İran koridoru olarak isimlendirilen yol, ekipman ve silahların Sovyetlere taşınması ve “Barbarossa operasyonu” olarak bilinen Alman işgalinin püskürtülmesi için yaşamsal öneme sahipti. İngiltere,Sovyetler ve İran arasında  imzalanan antlaşma gereğince  İran müttefik bir ülke olarak kabul edildi. İran’ın toprak  bütünlüğü, siyasi bağımsızlığı tanındı ve korundu. İşgalden kaynaklanan savaş kayıpları için tazminat sözü verildi.

Antlaşma hükümlerine göre yabancı askeri güçler savaş bittikten en geç  altı ay sonra İran’dan ayrılacaklardı. ABD ve İngilizler zamanında geri çekilirken Sovyetler bunu yapmaktan kaçınmakla kalmadı, aksine Kuzey İran ve Azerbaycan’daki varlığını arttırdı. Sovyetler İran ve Azerbaycan’ı ancak ABD’nin kararlı ısrarı ve yoğun diplomatik süreç ardından terk etti2.

Sovyetler Birliği, Yalta konferansında alınan kararın aksine davranarak Polonya’da demokratik bir hükümet kurulmasını önlemekle kalmayıp, ayrıca  Yunanistan’da komünist  gerillaları desteklemiştir.

İngiltere Başbakanı Winston Churchill, 5 Mart 1946’da Missouri, Fulton’da yaptığı konuşmada Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki  durumu tanımlamak için “Demir Perde” ifadesini kullandı3. Soğuk Savaş, yoğun nükleer ve konvansiyonel silahlanma, uzay çalışmaları yarışı, karşı tarafın gücünü mümkün olan her yöntemle azaltmak ve bastırmakla karakterize edilen bir dönemi ifade eder. Sovyetler Birliği’nin de nükleer güce ulaşması karşılıklı bir korku dengesi oluşturdu. Bu denge, ABD ve Sovyet Rusya arasındaki bir savaşın kesinlikle bir Pirus zaferiyle sonlanacağı gerçeğini iki tarafın da kavramasını sağladı. Bu nedenle taraflar birbirlerine karşı doğrudan askeri eylemden dikkatle kaçındı.İki süper güç küresel ölçekte  müttefikler edinerek ve etki alanlarını genişleterek, doğal kaynaklara ve önemli  jeostratejik bölgelere erişmeye ve kontrol etmeye çalıştı.

 

 

___________________________________________________________________________

1Oral Sander , Siyasi Tarih 1918-1994, Ankara, İmge, 26.Baskı, 2016, s.201-252

2Benjamin Frederick  Harper, The Bridge to Victory: The Iranian Crisis and the Birth of the Cold War. Florida  State University Libraries.Electronic Theses ,Treaties and dissertation,2016

3Winston S. Churchill-Biography, Death and Speeches-HISTORY, 27  Ekim 2009,www.history.com> churchill, 2 Eylül 2020

 

Mustafa Kemal  Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de ölümünden sonra  Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, belli başlı kurucuları arasında olduğu Türkiye Cumhuriyetinin hedeflerini çok iyi bilmesinin yanısıra ülkenin askeri ve ekonomik eksikliklerinin de farkındaydı. Savaşa aktif şekilde katılmanın ülkeye büyük zararlar vereceği açıktı. Bulunduğu coğrafyanın stratejik  önemi nedeniyle   Müttefik ve Mihver blokları Türkiye’nin kendi taraflarında olmasını istiyorlardı. Özellikle  İngiltere Başbakanı  Winston Churchill bu konuda Türkiye’ye en fazla baskı yapan liderdi. Almanya, Türkiye’nin  kendi safında savaşa girmeyeceğini anlayınca Balkanların güney sınırını güvence altında tutmak  için Türkiye’nin Müttefiklerin yanında savaşa katılmasını engellemek ve tarafsızlığını sürdürmesini amaçlamıştır.

İsmet İnönü, İkinci Dünya Savaşı sürecinde  Müttefik ve Mihver ülkeleri, özellikle Almanya,  arasında denge ve tarafsızlığı sağlamak  için elinden geleni yaptı. İnönü’nün zaman kazanmak için “bekle ve gör” politikası ve statükoyu koruma çabaları bazı çevreler tarafından eleştiri konusu yapıldı.

Cumhurbaşkanı İnönü, Türkiye’nin müttefik ülkeler ile birlikte hareket etmemesi, sorumluluk almaması durumunda, savaş sonrasında  yalnızlığa itileceğinin bilincindeydi. Bu yalnızlık, İngiltere ve ABD’den ekonomik ve askeri yardımı alamamak ve dolayısıyla Rus tehdidine karşı daha zayıf kalmak anlamına geliyordu.

­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­Türkiye, 23 Şubat 1945’te fiilen  savaşa girmeden  Almanya ve Japonya’ya karşı savaş ilan etti. Savaş ilanı , Birleşmiş Milletler’in (BM) kurulması için San Francisco’da yapılacak  toplantının hemen öncesindeydi. Türkiye, BM’nin kurucu üyeler arasında olmak  istiyordu.

Türkiye’nin 1950-1960 yılları arasında izlediği dış politikanın oluşmasında İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasındaki gelişmelerin etkisi büyüktür.

Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği  arasında 17 Aralık 1925’te imzalanmış olan “Tarafsızlık ve Saldırmazlık” anlaşmasının yenilenme tarihi yaklaştığında Sovyetler, Türk hükümetine anlaşmayı uzatmayacaklarını ve değişen koşullar gereği konunun müzakere edilmesini öne sürerek, bazı taleplerde bulundu. Bu talepler,  İstanbul Boğaz’ında kara ve deniz üslerinin inşası, boğazların ortak kontrolü ve sınırda Sovyetler lehine yapılacak değişiklikleri içeriyordu. Bunlar Türk hükümeti tarafından kesinlikle red edildi.

Sovyetler, Türkiye için askeri tehditten daha fazla tehlike ifade ediyordu. Tüm Doğu Avrupa’yı kontrol etmesine karşın  Sovyet çıkarları Avrupa ile sınırlı değildi. Sovyetler, mümkün olan her ülkede komünist ideoloji ve pratiğinin yerleşmesini amaçlıyordu. Türkiye’nin  sosyal, kültürel ve dini yapısı komünizmle büyük bir çelişki içindeydi. Türkiye’de komünist rejime karşı duyulan antipati ve korku iki kutuplu siyasi arenada ülkenin kapitalist bloğa yakınlaşmasında önemli bir etken oldu.

Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Münir Ertegün 11 Kasım 1944’te görevdeyken öldü. Cenazesi  savaş  koşulları nedeniyle Türkiye’ye gönderilemedi , Arlington’daki ulusal mezarlıkta korundu. Türkiye’nin isteği ve  Başkan  Truman’ın onayı  üzerine  Ertegün’ün cenazesi 5 Nisan 1946’da Missouri zırhlısı tarafından İstanbul’a getirildi. Bu jest, Türkiye’nin Batı bloğuna entegrasyonunda önemli bir kilometre taşı olmuştur4.

Bu dönemde ABD’nin  dış politikasına yön veren, bazı gerçeklerin yönetim tarafından anlaşılmasını sağlayan önemli bir  katkı, ABD’nin Moskova büyükelçiliğinde görevli genç bir Rusya uzmanı diplomat tarafından yazılan “uzun telgraf” olmuştur. George Kennan isimli bu diplomat, Sovyetlerin  gerçek  niyetlerinin tamamen farkındaydı ve hedeflerinin mümkün olan en geniş şekilde yayılma olduğunu üstlerine bildirdi. Bu politika, şimdiki Sovyet ideolojisi ile geçmişin Çarlık tutkularının bir bileşeniydi. Sovyet lideri Stalin’in  Batı Kapitalizmini düşman olarak gördüğünü belirtti. Kennan, ABD ve Rus ideolojilerinin ve çıkarlarının uzlaştırılmasının imkansız olacağını düşünüyordu5. Kennan’a göre ABD ile Sovyetler arasında uyuşmazlıkların sorumluluğu, ABD’ye değil aksine Sovyetlerin dış dünyayı algılama şeklinden ileri geliyordu. Bu rapora göre Çarlık döneminden itibaren Rusların genişleme idealleri ve geleneksel olarak güvensizlik duygularının olduğu belirtiliyordu. Rus liderler, yönetimlerinin demode, psikolojik boyutunun zayıf olduğunun bilincindeydiler. Bu nedenle Batılı devletlerin politik düzenleri ile kıyaslandığında buna direnç gösteremeyecekleri savı, raporda dile getirilmiştir.

Rusların karşılıklı olarak dış dünya ile ilişkilerini kısıtladıkları, güvenliklerini temin için şiddetli mücadele etmeye inandıkları öne sürülmüştür. Kennan, Sovyetlerin gayelerini bu şekilde açıkladıktan sonra ABD’nin uzun bir mücadeleye hazır olması gerektiğine işaret etmiştir. Bütün bu değerlendirme ve öneriler o dönemde ne yapacağını tam olarak belirlemeyen ABD’li yönetici ve karar vericiler açısından  yararlı ve etkili olmuştur6. Kennan’ın bu uyarıları ABD yönetimince ciddiye alındı ve Sovyetlere karşı çevreleme (containment) politikası geliştirdi. Bu politika gereğince Türkiye gibi Sovyetlere sınırdaş olan ülkelerin önemi arttı. George Kennan’ın  Bay X makalesi 1947 Foreign Affairs’de ” Sovyet Davranışının Kaynakları” başlığıyla yayınlandı.

 

___________________________________________________________________________

4Bruce Robellet  Kuniholm, The US, The Northern Tier and the Origins of the Cold War. Great Power Conflict and diplomacy in Iran, Turkey and Greece Duke University, 1976

5Kennan and Containment, 1947,https://history.state.gov/milestones/1945-1952/kennan, 2 Eylül 2020

6Henry Kissinger , Diplomasi.Çeviren:İbrahim H. Kurt, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Minpa, Ankara,1998, s. 415- 418

 

 

 

Kennan, makalenin Aralık 1946’da yazıldığını, ilk haliyle Savunma Bakanı James Forrestal’a ve diğer üst düzey yöneticilere verildiğini ifade etmiştir. Bu nedenle Truman doktrini’nin oluşturulduğu 12 Mart 1947 akşamı Başkan’ın danışmanlarının çoğunda Kennan’ın düşünce ve önerilerini bildikleri öne sürülmüştür7.  

Bu algı 12 Mart 1947’de Başkan Truman’ın Kongre’de yaptığı konuşmada ifadesini bulmuştur. Bu konuşma sırasında Truman Türkiye ve Yunanistan’ın önemini belirtmiş, Ortadoğu’da düzenin korunması için Türkiye’ye mali ve askeri yardım yapılması gerektiğini söylemiştir. Truman doktrini uyarınca  Yunanistan’a 300.000.000 , Türkiye’ye 100.000.000  dolarlık yardım öngörüldü. Bunun yanısıra  Türk ve Yunan personelin ABD’de eğitilmesi sağlanacaktı. Doktrin genel olarak Türk kamuoyu tarafından memnuniyetle karşılandı.

ABD, İkinci Dünya Savaşında büyük zarar görmüş Batı Avrupa ülkelerinin  ekonomik ve siyasal bakımından yapılanarak  eski gücüne kavuşmasını hedefliyordu. Bu dönemde  Yunanistan’da iç savaş sürmekteydi, komünizm bu ülkede güçlüydü. Türkiye Sovyet tehditi altındaydı. Türkiye, yer aldığı coğrafya bakımından çok stratejik bir konumdaydı. Sovyetlerin, Türkiye ve boğazları kontrolu altına alması durumunda Orta Doğu’daki  zengin  petrol  yataklarına ulaşması kolaylaşacaktı. ABD, Türkiye’ye destek vererek bu durumu önlemek amacındaydı.

1945-1950 Dönemi, Türkiye’de gelişmeler

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, köylünün ekip biçeceği bir toprağı sahibi olması fikrine inandığı için “Çiftçiyi Topraklandırma Yasası” tasarısının yasalaşmasını çok istemekteydi. TBMM’de büyük toprak sahibi bazı milletvekillerinin itirazı ve direnci ile karşılaşan tasarı ile ilgili görüşmeler 12 Haziran 1945’de tamamlandı ve tasarı özünde değişiklik yapılmadan yasalaştı. Ancak etkili bir şekilde uygulama alanı bulamadığı gibi, yeni bir partinin kurulmasına neden oldu8.

Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu üzerinde görüşmeler  sürerken 7 Haziran 1945’de Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan tarafından siyasi literatüre “Dörtlü Takrir” olarak geçen önerge CHP Meclis grubuna verildi.Önergenin  içeriğinde Türkiye Cumhuriyeti ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin kuruluşundan itibaren demokrasi ilkesini savunduğu, kalkınmanın bu ilkenin uygulanmasıyla sağlanacağına olan inanç belirtiliyordu. ___________________________________________________________________________

7George McGhee,  ABD- Türkiye-NATO- Ortadoğu. Çeviri: Belkıs Çorakçı, Ankara, Bilgi,1992, s.71

8Erdal İnönü, Anılar ve Düşünceler, İstanbul , İdea İletişim Hizmetleri,3.baskı,1998, s.165-166

 

 

 

 

1924 Anayasası’nın bu nitelikte bir anayasa olduğu fakat gericiliği ortadan kaldırmak için 1925’den sonra siyasi özgürlüklerin kısıtlandığı, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasından sonra kısıtlamaların tekrarlandığı ve bu durumun İkinci Dünya Savaşı sırasında da devam ettiği ve Anayasa’nın demokratik niteliğinden uzaklaşıldığı kaydediliyordu. İmza sahipleri 1924 Anayasası’nın demokratik özelliklerine dönülmesi gereğine değiniyorlardı. Meclis’te denetimin etkin şekilde sağlanması, halkın siyasal özgürlüklerini Anayasa’nın öngördüğü şekilde kullanmaları talep ediliyordu. Menderes ve Köprülü’nün CHP üyeliğinden çıkarılmalarına tepki olarak Bayar, önce milletvekilliğinden, daha sonra CHP’den istifa etti. Koraltan da CHP yönetimi tarafından parti üyeliğinden çıkarıldı9.

İş adamı ve sanayici Nuri Demirağ’ın kurduğu”Milli Kalkınma Partisi’ne” 22 Eylül 1945’de hükümet tarafından izin verildi10.

Dörtlü takriri veren kişiler 7 Ocak 1946’de Demokrat Parti’yi (DP) kurdular. Çok partili yaşama geçilmesi ve sınıf temelli partilerin kurulması yasağının kalkması üzerine 14 Mayıs 1946’da Türkiye Sosyalist Partisi (TSP) ve 19 Haziran 1946’da Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP) kuruldu11 . Demokrat Parti  içinde baş gösteren fikir çatışmaları sonucu bazı milletvekilleri partiden çıkarıldı. Bunun sonucunda DP’den çok sayıda ayrılanlar oldu ve 20 Temmuz 1948’de fahri başkanlığını Mareşal Fevzi Çakmak’ın yaptığı Mİllet Partisi (MP) kuruldu12.

21 Temmuz 1946 pazar günü ilk kez tek dereceli genel seçimler yapıldı. DP seçimlere katılmasına karşın aday gösteremediği ve örgütü olmadığı için 16 ilde seçime katılamadı. Sonuçta CHP 391, DP 47 milletvekilliği kazandı. Sayımın gizli olması ve bazı başka nedenlerle bu seçimler üzerine şaibe düşmüştü13. 

 

______________________________________________________________________

9Cumhuriyet Ansiklopedisi.1941-1960, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları,3.Basım,2002, s.74

10İnönü, Anılar ve Düşünceler,  s.74

11Cumhuriyet Ansiklopedisi.1941-1960, s. 99

12 İbid,132

13İnönü, Anılar ve Düşünceler, s. 199-200

 

 

 

 

CHP’nin 10 Şubat 1948 günü yapılan Meclis grubu toplantısında devlet denetiminde ilkokullarda seçmeli din dersi okutulması ve bir İlahiyat Fakültesi kurulması kararı alındı. Profesör Şemsettin Günaltay başkanlığında 16 Şubat 1949 günü yeni  hükümetin kurulmasından bir gün önce, imam hatip kursları açıldı,16 Şubat’ta ilkokulların 4. ve 5. sınıflarında din derslerine başlandı. İlahiyat Fakültesi kurulmasına dair yasa 4 Haziran 1949’da kabul edildi14.

1950-1960 Dönemi

Çok partili, gizli oy, açık tasnif sistemi ile yapılan 14 Mayıs 1950 seçiminde  DP 4,391,694 ( % 55.2), CHP 3,148,626 ( % 39.6) oy almışlardır. Bu seçimde liste usulü çoğunluk sistemi uygulandığı için toplam 487 kişilik Türkiye Büyük Millet Meclisinde ( TBMM) DP 416 milletvekili ( % 85.42), CHP 69 ( % 14.16) milletvekili ile temsil edilirken Millet Partisi bir milletvekili çıkarmış,ayrıca bir kişi bağımsız olarak seçilmiştir15.  Bu sonuçlardan sonra Celal Bayar, Türkiye Cumhuriyetinin 3. Cumhurbaşkanı seçildi. Adnan Menderes, Başbakan ve Celal Bayar’dan boşalan DP Genel Başkanlık görevine başladı.Türk Silahlı Kuvvetlerinin 27 Mayıs 1960 günü idareye el koymasıyla DP iktidarı sonlanmış oldu.Bu on yıllık dönemde söz konusu dış politika, DP’nin ve bu sürenin tamamında  Başbakanlık görevini sürdüren  Adnan Menderes’in izlediği dış politikadır.

Kore savaşı

Haziran 1950’de Komünist Kuzey Kore’nin geniş çapta bir askeri güçle Güney Kore’ye saldırmasıyla Kuzey ile Güney arasında iç savaş başlamış oldu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde (BMGK) yapılan oylamada dokuz ülkenin oyuyla bir Barış Gücü gönderilmesi kararı alındı. Sovyetler Birliği, Güvenlik Konseyi daimi üyesi olmasına karşın, diğer üye ülkelerin Komünist Çin hükümetini Çin halkının resmi temsilcisi olarak tanımadıkları gerekçesiyle toplantıları boykot ediyordu. Bu nedenle karara  karşı oy çıkmamış oldu. Kore’ye gönderilecek askeri gücün hemen hemen tamamı ABD tarafından oluşturulmuştu16

Yeni göreve başlayan  DP hükümeti bu olayı NATO üyeliği için bir fırsat olarak gördü. Türkiye’nin daha önceki başvurusu özellikle İskandinav ülkelerinin  güçlü muhalefetiyle reddedilmişti.  Adnan Menderes hükümeti, TBMM  onayı olmadan 4.500 ilk askeri gücü Kore’ye gönderdi. Daha sonra 1.500 kişilik ikinci bir birlik gönderildi.

______________________________________________________________________

14Cumhuriyet Ansiklopedisi.1941-1960, s.134

151950- 1977 Yılları Arası Seçim Çevresine Göre…- YSK, www, ysk.gov.tr, 2 Eylül 2020

16Kathleen Sears,  U.S. History 101, Massachusetts, Adams Media,F+W Media Inc., 2015, s.208

 

 

Türk askerinin savaşta gösterdiği kahramanlık ve yararlılık Türkiye’nin NATO üyeliği yolundaki engeli aşmasında etkin bir rol oynamış oldu. Türkiye ve Yunanistan 1952 yılında NATO üyeliğine kabul edildiler.

Kıbrıs Sorunu

1571 yılında Osmanlı tarafından fethedilen ada 19. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı yönetiminde kalmıştır. İngiltere ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 4 Haziran 1878’de ittifak anlaşması imzalandı. İngiltere, 3 Mart 1878’de Rusya ile Ayastefanos anlaşmasını imzalayan Osmanlı İmparatorluğu’nun Asya’daki topraklarını koruma garantisi verdi. İngiltere bunu sağlamak amacıyla Kıbrıs’a vekaleten ve geçici olarak girmiştir. İngiltere ile Osmanlı arasında konu ile ilgili yapılan 1 Temmuz 1879 tarihli ek protokole göre Rusya’nın Kars ve Ermenistan’da ele geçirdiği yerleri Osmanlıya iade etmesi halinde İngiltere’nin adadan ayrılması ve 4 Haziran 1878 tarihli antlaşmanın geçersiz hale geleceği hükme bağlanmıştı. Lozan antlaşması ile adanın İngiltere’ye aidiyeti Türkiye Cumhuriyeti tarafından kabul edildi. Ancak Kıbrıs ve Ege denizindeki 12 ada’da gelecekteki olası sorunlarda Türkiye’ye söz hakkı tanındı.

İngiltere’nin 1954’de Süveyş’den çekilmesiyle Kıbrıs konusu değişik bir safhaya girmiştir. Adanın Yunanistan’la birleşmesi anlamına gelen Enosis projesi  hız kazanmış, Yunanistan , Türkiye’nin ada ile ilişkisinin bittiğini öne sürerek 16 Ağustos 1954’de BM’e başvuruda bulunmuştur. Başvuru içeriğinde sorunun uluslararası özellik taşıdığı belirtilmiş, halkların kendi kaderini kendisinin belirlemesi ilkesi (self-determinasyon) uyarınca bir çözüm sağlanmasını talep etmiştir17.  

Kıbrıs’ta Enosis faaliyetlerinin  öncülüğünü iki kuruluş yapmaktaydı. Bunlar kilise ve bir siyasi parti olan AKEL’di. Bunlara Grivas liderliğindeki silahlı EOKA örgütünü de eklemek gerekir. Kıbrıs sorunu Türkiye’nin gündemine 1954 yılında girdi. İngiltere, üs kurmak ve benzeri bazı ayrıcalıklar edinme karşılığında ada yönetiminden ayrılmak istiyordu.

Türkiye’de 6 Eylül 1955 Salı günü radyo, o gün öğlen Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bomba konduğu ve patladıldığını ilk haber olarak verdi. Aynı gün öğleden sonra İstanbul Ekspres gazetesi olayı manşetten verdi. Haberin yayılması üzerine toplanan ve galeyana gelen binlerce kişi başta İstiklal caddesi olmak üzere İstanbul’un değişik semtlerinde Rumlara ait iş yeri, ev, mağaza ve kilise gibi yerleri yakıp yıktılar, büyük maddi tahribata neden oldular. Olaylar Adalar’da  devam etti. Bir protesto eylemini aşan ve talana dönüşen olaylar ertesi gün İzmir’e sıçradı. İzmir’deki Yunan konsolosluğu ve fuardaki Yunan pavyonu ateşe verildi.

_________________________________________________________________________

17 Ali Gevgilili,Yükseliş ve Düşüş, İstanbul, Altın Kitaplar Yayınevi, 1981,s. 114- 124

 

 

 

Türk siyasi tarihine 6-7 Eylül olayları olarak geçen bu facia sonrası İstanbul, İzmir ve Ankara’da sıkı yönetim ilan edildi. İçişleri Bakanı Namık Gedik istifa etti.  Hükümet olaylarda komünist parmağı olduğunu öne sürerken diğer taraftan olaylarda “Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin” de rolü olduğu belirtildi. Konu TBMM görüşüldü ve ekonomik sorunların da etkisiyle Menderes hükümeti istifa etti. Söz konusu olay daha sonra Yassıada Mahkemesinde  gündeme geldi ve hükümetin olaylardan sorumlu olduğuna hükmedildi 18.

İstanbul’da 6-7 Eylül olayları yaşandığı sırada, Kıbrıs sorununa bir çözüm bulabilmek amacıyla İngiltere ve Yunanistan temsilcileriyle Londra’da görüşmeler yapan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun Başbakan Adnan Menderes’e gönderdiği bir telgraf bu karar için önemli bir gerekçe olarak gösterildi. Zorlu’nun Menderes’e yolladığı iddia edilen telgrafda “haklarımızda ne dereceye kadar ısrar edeceğimizi” göstermek amacıyla “aktif hareket” için emir verilmesinin yararlı olacağı belirtiliyordu19.   

Ortadoğu Politikası

Ortadoğu’da bölgesel bir birlik oluşturma çabasını ilk kez ABD  1951-1952 yıllarında sarfetti. Türkiye ile Mısırı biraraya getirme fikri bu iki ülke tarafından ilgi görmedi. İsrail-Filistin sorununda takındığı tutum nedeniyle Arap ülkelerinde Türkiye’nin iyi bir imajı yoktu. İsrail’in, Sovyet yanlısı olduğu düşüncesini taşıyan Ankara hükümeti, başlangıcta Arap ülkelerini destekledi, ancak ABD-İsrail ilişkilerinin gelişmesi nedeniyle Türkiye tutum değiştirdi ve 1949’da İsrail’i resmen tanıdı.

Mısır-Türkiye birlikteliğinin gerçekleşmemesi üzerine bölgesel bir blok oluşturmak amacıyla yapılan ikinci girişim Pakistan ile Türkiye arasında Ağustos 1954’de varılan işbirliği  anlaşmasıdır. Bu olayı takiben Şubat 1955’de Irak ile Türkiye arasında işbirliği ve karşılıklı yardımlaşma anlaşması imzalandı. İngiltere, Pakistan ve İran’ın katılımıyla Bağdat Paktı kurulmuş oldu, ABD gözlemci statüsü ile katkı sağladı. Irak’ta 1958 yılında yaşanan askeri darbe sonrası  yeni rejim Bağdat Paktından ayrıldı ve kuruluş CENTO (Central Treaty Organization) olarak devam etti. ABD, kuruluşa tam üye oldu. Bağdat Paktına benzer şekilde CENTO’ da  işlevsel olamadı. Üye ülkeler arasında askeri sırlarını birbirleriyle paylaşacak derecede bir güven duygusu yoktu20.

_____________________________________________________________________

18Altan Öymen, Öfkeli Yıllar. 5. baskı, İstanbul,Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic A.Ş., 2009,s. 572- 592

19Sina Akşin,. Kısa Türkiye Tarihi, İstanbul,Ayhan Matbaası.Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.,23. Basım. 2017,s. 252

20Erik  J  Zürcher, Turkey, A Modern History,,London-NewYork, I.B. Tauris & Co Ltd., 1994,s. 246-247

 

 

DP hükümeti öncelikle Mısırla “Ortadoğu Savunma Paktı” imzalanması fikri üzerinde durmuştur. Böyle bir paktın taslak çalışması için Türkiye’nin değişik Arap ülkelerindeki Büyükelçi ve diplomatik temsilcileri 12 Temmuz 1954’de Ankara’da toplanmıştır. Cumhurbaşkanı Celal Bayar başkanlığında yapılan ve toplam beş gün süren toplantılar neticesinde Türkiye’nin Ortadoğu’da bir savunma örgütü oluşturma konusunda liderlik yapabileceği, bunun için çalışacağı, ancak bazı eksiklikler olduğu sonucuna varılmıştır21.

O dönem ABD’nin Ankara Büyükelçisi olan George McGhee 10 Kasım 1952’de Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü ile bir toplantıya katılmıştır. Toplantının konusu Türkiye’nin Arap ülkeleri ile ilişkilerini kuvvetlendirmek için düşünülen programdır. Başbakan  Menderes konu hakkında iyimser yaklaşım içindedir , öncelikle üst düzey yetkililer ve parlamento üyelerinin yapacakları ziyaretlerle sağlanacak kültürel değişimi hedeflemektedir. Büyükelçi McGhee, Arap ülkelerindeki ABD misyon başkanlarından daha önce bulundukları ülkenin Türkiye Cumhuriyetiyle iyi ilişkiler kurma ihtimalini değerlendirmelerini, Türkiye’nin bölgede yapıcı bir rol oynama potansiyeline dair düşüncelerini iletmelerini istemiştir. Büyükelçi, aldığı yanıtları Türk yetkililere iletmiş, ana fikir olarak da, Türkiye’nin bölge ülkeleri ile daha iyi ilişkiler kurmakta düşünülenden daha fazla sorunlar olduğunu ifade etmiştir. Büyükelçi, bu olumsuz tablonun, aldığı yanıtlara göre nedenlerini anlatmıştır.

Öncelikle Arap devletlerinin Türkiye’den beklentilerinin diğer ülkelerden daha fazla olmasına karşın Türkiye’nin kendilerine sırt çevirip Batı ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmiş olmasına kızgındırlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap topraklarında uzun süren hakimiyeti güvensizlik yaratmıştır. Türkiye’nin kurulması tasarlanan dini referanslı bloklara katılmak istememesi, bunun yanısıra İsrail’in BM üyeliğine başvurusunu desteklemesi ve bu ülke ile ticaret yapması gibi faktörler bir çok Arap ülkesinde Türkiye’nin ” Arap düşmanı” olarak algılanmasına yol açmıştı. Türkiye’nin Arap  dünyasına karşı kayıtsızlığını giderebilmek için Türkiye’nin çaba göstermesi, anlayışlı ve ilgili bir tutum izlemesi, ABD temsilcisi gibi hareket etmediklerini ispat etmesi şeklinde öneriler, Arap yetkililer tarafından ABD misyon şeflerine iletilmişti. Yanıtlar daha spesifik ve ülkeler bazında incelendiğinde Lübnan, Birinci Dünya Savaşında Türklerin Arap milliyetçiliğini bastırmaya çalıştığını öne sürmüştür.

___________________________________________________________________________

21 Havva Eltetik , Fatin Rüştü Zorlu, Doktora Tezi, Isparta, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, 2009, s.44

 

 

Irak’dan gelen yorumda Türkiye’nin Süveyş kanalı ve Tunus oylamalarında kullandığı oy, Türkiye’nin Musul veya Irak’ın tamamını işgal edebileceği endişesi ve Iraklı Kürtlerin, Türkiye’deki Kürt toplulukların dağıtılmış olmasına karşı duydukları öfke  dile getirilmiştir. Mısır’da, Türk yönetimi altında bulunmanın çok yakın geçmişde oluşu antipati kaynağı olmuştur. İran, Türkiye’nin Azerbaycan ile ilgili hedefleri olduğu ihtimalinden endişe duymaktadır. Sovyetler Birliği, Türkiye ve Pakistan’ın İran’ı parçalamak için Batı ile anlaştığı yönünde yaptığı  propoganda ile bu endişeyi körüklemektedir. Suudi Arabistan’da Türklerin kibirli ve ilgisiz kaldığı duygusu vardır. Onlara göre Türkler geçmişe ait sorunlar veya gelecek ile ilgili bir çaba göstermemişlerdir22.1947’de Filistin konusu BM’e getirildiğinde Türkiye, Arap devletleriyle birlikte davranarak, Filistin’in taksimi aleyhinde oy kullanmıştı.

Ortadoğu’da bir Komutanlık kurulması fikri, İngiltere’nin Ortadoğu bölgesindeki çıkarlarını korumak ve bölgedeki üslerini daha az tepki çekecek biçimde devam ettirme anlayışından ortaya çıkmıştır. ABD, Fransa ve Türkiye’nin desteklediği bu proje, başta Mısır olmak üzere bölgedeki Arap devletlerinden ilgi görmemiştir. Bu yaklaşım Türkiye’nin bölgede Batı çıkarlarını gözeten  politikalarının başlangıcını oluşturmuştur.

Bağdat Paktı fikri ABD’den çıkmıştır. Ortadoğuda bulunan devletlerin Sovyetler’e karşı bir savunma paktı içinde örgütlenmeleri amaçlanmıştı. Arap devletlerinin bir birlik etrafında toplanması düşünülmüştü , fakat amaçlananın aksi gerçekleşti . Bölünmüşlük  ve Irak’ın yalnızlaşması sonucu çıktı. Pakt’ta yer alan “taraflarca tanınmış ülkelere açıktır” ifadesi, İsrail’in Pakt’a tepki duyması ve bölge devletlerinin de  Sovyetler Birliği’ne yakınlaşmasına sebep oldu. Türkiye’nin bölge devletleriyle ilişkileri gerildi, İsrail ile ilişkilerinde de güvensizlik oluştu.

Başkan D. Eisenhower, 5 Ocak 1957’de Ortadoğu ülkelerine yönelik olarak söz konusu ülkelerin egemenliklerini korumayı amaçlayan, ayrıca işbirliği ve ekonomik güçlerini arttırmayı öngören yetki talebinde bulundu. Başkan’ın önerisi  9 Mart 1957 günü Senato’da kabul edildi. Eisenhower doktrini olarak bilinen bu girişimi Türkiye desteklemiştir. Başlıca gaye, yapılacak askeri ve ekonomik yardımlarla komünizmin bölgede yayılmasını önlemekti23.  

_______________________________________________________________________

22George McGhee,  ABD- Türkiye-NATO- Ortadoğu,s. 235-239

23Vefa Kurban,”  1950-1960 yıllarında Türkiye ile Sovyetler Birliği Arasında İlişkiler”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, 14/28 (2014-Bahar), s. 264

 

 

 

 

Süveyş Krizi

Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın Nil nehri üzerinde( Asuan’da) büyük bir baraj inşa etme projesi için Dünya Bankası’nın 200 milyon dolar borç vermeyi taahhüt etmesine karşın ABD ve İngiltere’nin 70 milyon dolar daha vermesini önerdi. Daha sonra kredinin verilmesinden vaz geçilince Nasır Süveyş kanalını millileştirdiğini ilan etti. İngiliz ve Fransız şirketinin denetiminde olan kanalın geliriyle Asuan barajı projesi gerçekleştirilmesi düşünüldü. Mısır’ın kanal trafiğini sürdürmesi üzerine İngiltere, Fransa ve İsrail ortak bir müdahale konusunda anlaştılar. Bunun gereği olarak 29 Ekim 1956’da İsrail Sina Yarımadası’nı istila etti. İngiliz ve Fransız güçleri 5 Kasım’da Port Said’e ulaştılar, Süveyş Kanalı boyunca ilerlediler. Bu askeri müdahale uluslararası boyutta sert reaksiyon gördü. Suriye, topraklarındaki petrol boru hatları ve pompa istasyonlarını tahrip etti. Mısır, Süveyş kanalını trafiğe kapadı. Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve İsrail’e sert nota verdi. Askeri harekat planından haberi olmayan ABD, Sovyetler ile birlikte İngiltere ve Fransa’yı saldırganlıkla suçladılar. BM desteği ile 7 Kasım’da ateşkes sağlandı, böylece İngiliz ve Fransız güçlerinin Mısırdan, İsrail’in Sina Yarımadası’ndan çekilmesiyle  kanalın millileştirilmesi süreci tamamlanmış oldu24. Bu kriz sonrasında OrtaDoğu’da  önemli değişiklikler oldu. İngiltere ve Fransa’nın bölgedeki etkinliği tamamen azaldı, ABD ve Sovyetler  bölgenin etkin güçleri haline geldi.

Mısır, 3,000 askerinin ölmesi ve savaşı kaybetmesine karşın Süveyş ihtilafından karlı çıkmış oldu. İngiliz üslerini devraldı, buradaki İngiliz ve Fransız mallarını ele geçirdi. Mısır’daki İngiliz egemenliği kesin olarak sona ermiş oldu. Cemal Abdül Nasır, Arap dünyasında daha fazla  güç ve prestij kazandı.  Türkiye ise kriz sırasındaki politikası yüzünden bölge ülkelerinden tepki gördü25. Süveyş krizi ile ilgili olarak Türkiye, İngiltere ve Fransa’nın saldırmasını uluslararası hukukun çiğnenmesi şeklinde nitelemiştir. Ancak olayın sorumluluğunu Mısır’a yüklemiş, Nasır’ı suçlamıştır. İhtilafdan Sovyetlerin fayda sağladığını, dolayısıyla Orta Doğu ülkelerinin güvenliğinin Bağdat Paktına katılarak sağlanacağını öne sürmüştür. Türkiye, İsrail’e karşı sert bir politika izleyerek 26 Kasımda Tel-Aviv’deki Büyükelçisini geri çağırmıştır. Buna karşın geri alınan Türk Büyükelçisi, İsrail Dışişleri Bakanlığına söz konusu kararın İsrail’e karşı olmayıp Bağdat Paktını kuvvetlendirmek gayesine yönelik olduğunu, İsrail ile olan dostluk ve ticari ilişkileri bitirmek amacında olmadıklarını söylemiştir. Türkiye’nin İsrail Büyükelçisini geri alması Arap dünyasında göreceli olumlu karşılanmış, ancak bütünüyle tatminkar olmaktan

uzak kalmıştır. Türkiye’nin bu sorunu Doğu-Batı ihtilafı perspektifinde değerlendirmesi Arap ülkeleri nezdinde prestij yitirmesine neden olmuştur26.  

________________________________________________________________________

24Sina Akşin,. Kısa Türkiye Tarihi, s. 358-359

25Oral Sander , Siyasi Tarih 1918-1994, s.304

26Baskın Oran, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar,Cilt 1,1919-1980, İstanbul, İletişim, 2004, s.627-629

 

 

Suriye  bunalımı

Suriye sorununu Süveyş krizinin sonuçları ile ilişkili olarak düşünmek mümkündür, çünkü bölgedeki İngiliz ve Fransız etkinliğinin olay sonrası kaybolması üzerine boşluğu ABD ve Sovyetler Birliği doldurma çabası içine girmişlerdir. Özellikle Mısır ve Suriye’de sol akımlar güç kazanmış, bu ülkeler Sovyetler ile yakınlaşmışlardır. Buna karşın ABD, 5 Ocak 1957’de Eisenhower doktrinini açıklayarak ve aynı yıl 3-6 Haziran günlerinde Karaçi’de yapılan Bağdat Paktı toplantısında Paktın askeri komitesine katılarak hamle yaptı. Suriye’nin 6 Ağustos’da Sovyetler ile ekonomik ve teknik yardım anlaşması imzalaması, böylece ticari ve askeri destek alacak olması üzerine 22 Ağustos’da Türkiye’de Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Irak kralı Faysal, Ürdün kralı Hüseyin ve ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Loy Henderson’un katıldığı bir toplantı yapılmıştır. Bunun neticesinde, Türkiye- Suriye sınırına askeri güç kaydırdı. ABD 6. filosunun Akdeniz’e gelmesine ilaveten, ABD Başkanı Eisenhower, Başbakan Menderes’e gönderdiği mesajda Suriye’den Türkiye’ye karşı bir saldırı olursa ABD’nin silah yardımı yapacağını bildirdi. ABD, Türkiye’den başka  Suriye’ye komşu diğer ülkelere de silah göndereceğini bildirdi. Ayrıca Suriye’nin komşularına karşı girişeceği askeri harekata karşı olacağını, fakat bu ülkeye askeri müdahalede bulunmayacağını Türkiye,Lübnan, Irak ve Ürdün hükümetlerine bildirdi.Sovyetler Birliği Başbakanı Bulganin, 10 Eylül günü Adnan Menderes’e gönderdiği mektupta  Suriye ile Türkiye arasında çıkacak olası bir savaşın çok vahim sonuçlar doğuracağını bildirdi. Türkiye cevaben sınıra yapılan askeri yığınağın savunma amaçlı olduğunu ifade etti. Suriye, 8 Ekim günü Sovyetler Birliğinden gelen mektup içeriğine benzer şekilde Türkiye’yi suçlayan bir nota verdi. Türkiye, yanıtında bunların güvenlik amacıyla alınan önlemler olduğunu ve Suriye’nin yorumunun Türkiye’nin egemenlik hakkına müdahale niteliğini taşıdığını belirtti.

İhtilafın çözümünde Suudi Arabistan’ın arabuluculuğu, Sovyetlerin tavır değiştirerek Türkiye’ye ılımlı yaklaşımı, BM’de sorunun taraflar arasında görüşülerek çözülmesi yönünde aldığı karar, bu kararı Türkiye ve Suriye’nin kabul etmesi, 1 Şubat 1958’de Mısır ile Suriye’nin birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyetini (BAC) kurmaları ve Türkiye’nin yeni devleti tanıması rol oynamıştır. Kriz sıcak bir çatışmaya dönüşmeden kapanmıştır. Türkiye açısından yaşanan bu sorun, Arap ülkeleri ile ilişkilerin bozulmasını arttıran bir başka neden olma özelliği taşımıştır.

Lübnan sorunu 

Lübnan’da 1958 yılında Cumhurbaşkanı Şamun, diğer Arap ülkelerindeki radikal rejimlerden yana olan grupların faaliyetlerini ” dolaylı komünist saldırı” olarak  değerlendirmişti. Lübnan, Eisenhower doktrini uyarınca ABD’yi yardıma çağırdı. Bu çağrıya olumlu yanıt veren ABD, İncirlik üssünü kullanılarak beşbin deniz piyadesini  15 Temmuz 1958’de Lübnan’a çıkardı. Bağdat Paktı bu olayı ABD’nin direkt veya dolaylı komünist saldırılara karşı kongrenin verdiği yetki uyarınca gerçekleştirdiğini, Pakt üyeleriyle  güvenlik ve savunma konularında işbirliği yapacağını açıkladı.

Suriye ile Sovyetlerin  yakınlaşmasının bir neticesi olarak yaşanan Suriye krizinde Türkiye sınıra asker yığdı. Türkiye, Lübnan sorununda ABD’yi destekledi ve İncirlik üssünün NATO yükümlülükleri dışında kullanılmasına izin verdi. Türkiye’nin, Irak’da gerçekleşen 1958  darbesi sonrası Ürdün’de başlayan kriz sırasında da Batı yanlısı politika izlemesi bölge devletlerinin tepkisini  çekti. Bu ülkeler nezdinde Türkiye  emperyalist Batı ülkelerinin  bölgedeki temsilcisi olarak nitelendirildi.

Türkiye, yine Batı’yla ilişkilerini bozmamak adına, Orta Doğu’daki bağımsızlık savaşlarına karşı politikalar izledi. 1955’te Cezayir sorununun BM Genel Kurulu gündemine alınmaması yönünde oy kullandı. Bu davranış  bölge ülkeleriyle ilişkilerinde gerginliğe neden olan bir başka konu oldu.

Ürdün sorunu

Türkiye açısından 1958 Irak ihtilali bir sürpriz olmuştur. Bu olay üzerine Türkiye, Bağdat Paktı hükümlerine dayanarak Haşimi Monarşisini kurtarmak gibi bir tavır almıştır27.

Darbeden Ürdün de önemli şekilde etkilendi. Ürdün’ün Irak ile ortaklaşa kurmuş olduğu Arap Federal Birliği anayasası uyarınca Birlik başkanı olan Irak Kralı devrilince görevi Ürdün Kralı Hüseyin’in üstlenmesi gerekiyordu. Hüseyin, olayların Ürdün’e de sıçramasından endişe duyarak ABD’nin Lübnan’a asker çıkarmasından sonra, 16 Temmuz’da İngiltere ve ABD’den Ürdün’e  destek olmalarını talep etti. İngiltere 17-18 Temmuz 1958 günlerinde Kıbrıs’ta konuşlanmış olan  askeri gücünden bir kısmını Ürdün’e sevk etti. Bu harekata ABD destek verdi. Ürdün, 20 Temmuz tarihinde Birleşik Arap Cumhuriyeti ile diplomatik ilişkisini keserek bu ülkeyi iç işlerine karışmakla suçladı ve BM’e şikayet etti. Türkiye, Ürdün krizi boyunca daha önceleri olduğu gibi Batı yanlısı tavır aldı. İngiltere’nin Ürdün’e asker çıkarmasını, bu ülkenin bağımsızlığını dışardan organize edilen yıkıcı eylemlere karşı koruma olarak niteledi28.  

___________________________________________________________________________

27Haluk Ülman,” Orta Doğu Buhranı ve Türkiye”, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 13(4), 1958 s. 258-261

28Oral Sander , Siyasi Tarih 1918-1994, s.634

 

 

 

 

 

 

 

Bağlantısızlar grubu

İkinci Dünya Savaşı’nın önemli sonuçlarından birisi sömürgeciliğe karşı oluşan tepkinin yol açtığı, özellikle Afrika  ve Asya ülkelerinde görülen, milliyetçilik ve bağımsızlık hareketleridir. Sovyetler Birliği, bu hareketleri ilgili ülkelerin rejimlerinin niteliğini önemsemeden desteklemiştir.

Çoğunluğunu tarafsızların oluşturduğu 25 ülke, 18-24 Nisan 1955 günlerinde Endonezya’nın Bandung şehrinde düzenlenen toplantıya katıldılar. Siyasi literatürde Asya-Afrika konferansı olarak da bilinen bu toplantıda Hindistan lideri Nehru ile Türkiye’yi temsilen katılan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu arasında tartışma yaşandı. Nehru, Akdeniz havzasında, Ortadoğu ve Güneydoğu Asya’da  ABD öncülüğünde kurulan  bütün ittifakların kabul edilemez olduğunu, söz konusu ittifaklara üye olan ülkelerin güvenlik sağlayamadıklarını, bunun aksine güvensizlik yaşadıklarını, tarafsızlık politikası izlenmesi gerektiğini söylemiş, ayrıca Türkiye’nin NATO ve Bağdat Paktı üyeliğini kınamıştır. Nehru, bunlar dışında NATO’nun kolonyalizmin en güçlü koruyucusu olduğunu, Türkiye’nin de NATO’yu savunduğu için Batı’nın avukatlığı rolünü üstlendiğini dile getirmiştir. Bu düşüncelere karşı Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, komünizmin dünya devletlerinin egemenliğine karşı bir tehdit oluşturduğunu, tarafsız kalan ülkelerin zarar göreceğini  ifade etmiştir. Zorlu, özgürlük, bağımsızlık ve barışın çaba sarf edilmeden elde edilemeyeceği, bunların elde edilmesi ve korunmasının  sorumluluk getirdiğini, paktların tecavüz tehlikesine karşı kurulduğu şeklindeki fikirlerini ifade etmiştir.

Sömürgecilik konusunda ise  Zorlu, tek tip sömürgecilik olmadığını, komünizmin yeni bir sömürgecilik şekli olduğunu, ırkçılık ve sömürgeciliğin bütünüyle bitirilmesi gerektiğini  söylemiştir29.

Balkan Paktı

Balkanlarda ABD’nin teşvikiyle, Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında 28 Şubat 1953’de Ankara’da  imzalanan Dostluk ve İşbirliği anlaşması, 9 Ağustos 1954 tarihinde Yugoslavya’nın Bled kentinde üç ülkenin katılımıyla oluşan Balkan Paktı’nın temelini oluşturmuştur. Paktın başlıca amacı Sovyetler Birliği veya doğu bloğu ülkelerinden gelecek saldırıya yanıt vermekti. Paktın ikinci maddesi, üye ülkelerden birisine karşı girişilecek olası bir saldırının tüm ülkelere yapılmış olduğunu kabul etmekteydi. Üç ülkenin dışişleri bakanlarından oluşan sürekli bir konsey kurulması kararlaştırıldı.

_______________________________________________________________________

29Ferdi Uzun, Türk Dışişlerinde Fatin Rüştü Zorlu, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve Inkılap Tarihi Enstitüsü, 2015, s.38-43

 

 

 

Sovyetler Birliği’nin, Yugoslavya’ya karşı uyguladığı yumuşama siyaseti nedeniyle bu ülkenin pakta ilgisi azaldı ve eş zamanlı olarak bağlantısız ülkeler topluluğunda aktif rol oynama  isteği bulunuyordu. Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs sorunu nedeniyle ikili ilişkilerin bozulması giderek arttı ve pakt işlevsiz kaldı, 1960 yılında tamamen dağıldı30. Bu bölgesel ittifak da Bağdat Paktı gibi etkin olamadı. Sadece  ABD’nin, komünist, fakat Sovyetler Birliği karşıtı politika sürdüren Yugoslavya’ya sızmasını sağladı.

 Tartışma  

1950-1960 yılları tek başına DP hükümetlerinin, özelde Başbakan Adnan Menderes’in yürüttüğü dış politika dönemi olarak incelenmektedir. Temelde yanıtlanması gereken iki soru bulunmaktadır. Birinci  soru DP’nin dış politika tercihleri ve uygulamalarının doğru  olup olmadığıdır. İkinci soru da bu dönemde izlenen dış politikanın Cumhuriyeti kuran iradenin başlattığı ve izlediği temel ilkelerle ne kadar örtüştüğüdür.

Geçmişe ait değerlendirmeler yaparken ve keskin  hükümlere  varırken çok dikkat edilmesi gereken husus incelenen zaman diliminin koşullarını, özelliklerini, olanaklarını layıkıyla bilmek,zamanın ruhunu iyi anlamaktır.

Bu açıdan bakıldığında DP’nin izlediği dış politikanın özellikle 1940’larda  yürütülen dış politikanın temel tercihlerinden büyük bir sapma göstermediğini peşinen söylemek gerekir. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında , başlıca iki ana blok söz konusudur. Savaş, müttefik ve mihver güçleri arasında cereyan etmiş, savaş sonrasında ise iki kutuplu bir siyasi dünya oluşmuştur. Anlaşılır ve kabul edilebilir makul nedenlerle , Türkiye iki kutuplu siyasi bölünmede tercihini Batılı ittifakından  yana kullanmıştır. DP bu yöndeki  politikalara devam etmiştir. NATO’ya ilk üyelik başvurusu 1950 seçimlerinden çok kısa bir süre önce CHP iktidarı tarafından yapılmış olması, DP’nin seçim bildirgesinde dış politikanın ana eksenini NATO üyeliğinin oluşturması ve Eylül 1951’de Türkiye’nin üyeliğe kabulünü  takiben 18 Şubat 1952 günü TBMM’de yapılan oylamada iktidar ve muhalefet milletvekillerinin oybirliği ile NATO üyeliğinin onaylanması bunun önemli bir kanıtıdır. Askeri niteliğinin ağırlıklı olmasına karşın NATO, benzer kavramları , ortak kültürel değerleri ve demokratik yaşam biçimini  benimsemiş ülkelerin birliği olması  bakımından sembolik bir önem taşımaktadır.

___________________________________________________________________________

30Cumhuriyet Ansiklopedisi.1941-1960, s.250-251

 

 

 

Türkiye, Tanzimatla başlayan, 1. ve 2. Meşrutiyet ilanları ile devam eden, Cumhuriyetin ilanı ile tepe noktaya ulaşan  uygarlaşma, özelde Batılılaşma, gayretlerinin olumlu bir sonuca ulaşmasının , uluslararası platformda saygınlık ve prestijinin artmasının ifadesi olarak da NATO üyeliğini önemsemiştir. DP iktidarının ilk yıllarında alınan krediler sayesinde gerçekleştirilen yatırımlar, tarımda makineleşmenin getirdiği olumlu sonuçlar bu partiye 1953 seçim zaferini getirmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sırasında,Cumhurbaşkanı İnönü, ülkeyi savaş  dışında tutmak, korumak bahanesiyle bile olsa, ülkeyi  bir yabancı askeri gücün işgal etmesini önlemek ilkelerini içeren ana dış  politikasını savaş sonuna kadar sürdürmüştür. Ancak yararına inandığı bu siyasetin ülkeyi savaş sonrasında yalnızlığa sürükleyeceği  gerçeğini  de görmüştür.  Bu nedenle önce Almanya ile diplomatik ve ticari ilişkiler kesilmiş, daha sonra Almanya ve Japonya’ya sembolik  savaş ilan edilmiştir.

Menderes hükümetinin sürdürdüğü fazlaca ABD yanlısı politikalar Türkiye’nin izole olmasına yol açmıştır. DP iktidarından sonraki 1960’lı yıllarda bir çok olayın  gösterdiği gibi, izlenen Amerikan yanlısı  siyaset ülke aleyhine ciddi sorunlar oluşturmuştur. Özellikle 1960 ve 1970’li yıllarda görev yapan hükümetler dış politikada radikal değişiklikler yapmaksızın Sovyetler Birliği, Ortadoğu ülkeleri, ve özellikle Filistin ile iyi ilişkiler geliştirmişlerdir. Söz konusu yıllarda Türkiye’de bir çok önemli sanayi projesi Sovyetler Birliği’nin teknolojik desteği ile gerçekleştirilmiştir.

İkinci Dünya Savaşının sonuçları başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa ülkelerinin dünya siyasetinde üstünlük ve etkinliğinin sona ermesine, bu ülkelerden  boşalan  coğrafyalarda ABD varlığının hissedilmesine yol açmıştır. Amerika Birleşik Devletleri daha önce emperyalist bir güç olmadığı için OrtaDoğu’ya kuşku ile bakmıştır. Ancak aynı bölgelerde Sovyetler Birliğinin nüfuz alanı yaratma gayretlerini gördükten sonra anılan coğrafyalarda Sovyetler ile rekabete girmiştir.

DP’nin tek başına iktidar olduğu 1950-1960 dönemi, yurtiçinde yaşananlar ve uluslararası ilişkiler bakımından ilginç olaylara sahne olmuştur. Özellikle vurgulanması gereken nokta bu yılların küresel olarak Soğuk Savaş’ın en yoğun yaşandığı yıllar olmasıdır. Yürütülen dış politika alanında DP’nin performansı değerlendirilirken öncelikle hatırlanması gereken gerçek, DP kurucu  lider kadrosunun daha önce CHP saflarında çalışmış kişiler oluşudur. Celal Bayar, Atatürk döneminde Başbakanlık, Adnan Menderes ise Aydın milletvekilliği yapmış, Atatürk’ün takdirini kazanmıştır. Temelde Cumhuriyetin kurucu felsefesinden farklı hareket etmeyecekleri çok doğaldır. İkinci Dünya Savaşında izlenen dış politikanın ana eksenini, ülkeyi savaş dışında tutmak, müttefikler veya mihver güçlerin işgalinden korumak oluşturmuştur. Bu yaklaşımın savaş sonrası yalnızlık ve güvenlik sorunları yaratacağı öngörüsüyle yeni oluşan dünya düzeninde Batı ittifakı içinde yer almak tercihi yapılmıştır. DP lider kadrosunun, İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği sıkıntıları, bu dönemde CHP iktidarının çıkardığı, ancak çok ciddi tepkilere neden olan bazı kanunları, halkın uzun süren tek parti iktidarına karşı duyduğu reaksiyonu, savaş sonrası önem kazanan kalkınma ve ekonomik refahı, demokrasi ve özgürlük beklentilerini görmesi ve bu konuları halk nezdindeişlemesi sayesinde parti 1950 seçimini kazanmıştır. DP, daha önce Batı ittifakı içinde bulunmak temel tercihi doğrultusunda hareket etmiştir. Seçimden kısa bir süre önce CHP iktidarının yaptığı NATO üyeliği başvurusu girişimini devam ettirmiştir. Kore savaşında Türk birliklerinin gösterdiği kahramanlık, ABD’nin ,Türkiye’nin jeopolitik önemini kavraması, İskandinav ülkeleri ve İngiltere’nin direncinin kırılması sonucunda Türkiye 1952 yılında NATO üyeliğine kabul edilmiştir. Bu olay DP’nin başarı hanesine yazılmalıdır.

Demokrat Parti, Batı ile olan birlikteliği  güvenlik ve savunma gereksinimleri ile sınırlamamış , ülkenin altyapı yatırımları ve ekonomik kalkınması için şiddetle ihtiyaç duyduğu finansman ve kredilerin başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinden sağlanacağını fark etmiştir.

DP iktidarının ilk yıllarında dış politika gündeminde Kıbrıs konusu yoktu. Ancak 1954’den itibaren jeostratejik önem taşıyan bu ada, Türkiye’nin gündeminde yer almaya başladı. Konu ile ilgili  Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun çabalarını takdir etmek, katkılarını vurgulamak gerekir. Tam olarak kanıtlanmamış olmasına karşın, 6-7 Eylül olaylarında hükümet ve resmi makamların  rolü olduğu iddiası günümüze kadar ulaşmıştır. Bu olayda Türkiye ciddi anlamda prestij kaybına uğramış, çok sayıda Rum kökenli Türk vatandaşı ülkeyi terk ederek Yunanistan’a yerleşmiştir. Kıbrıs sorununun Zürih ve Londra anlaşmalarıyla barışcıl, makul bir çözüme kavuşturulması, adanın bağımsız bir ülke statüsü kazanması,  DP’nin dış politikadaki olumlu icraatleri arasında sayılması gerektiği kanısındayım.

Daha sonra Avrupa Birliği (AB) ismini alacak olan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), 1958 yılında kuruldu. Türkiye, Başbakan Menderes aracılığıyla 31 Temmuz 1959 tarihinde ortaklık için başvuru yaptı. O günlerde Türk kamuoyu ve basın AET hakkında bilgi sahibi değildi, doğal olarak ilgi göstermemişti. Başvuru yapmayı gündeme getiren, Başbakan Menderes’i ikna eden ve olumlu sonuç alabilmek için kişisel çaba sarf eden kişi Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’dur31.

Türkiye, AET üyeliğini daha önce başvuru yapmış olan Yunanistan’dan geri kalmamak amacıyla yaptı. Başvurunun  AET Bakanlar Konseyi tarafından olumlu karşılanması büyük ölçüde siyasi nedenlerden dolayı olmuştur. Yeni kurulmakta olan bir birliğe değişik ülkelerin ilgi gösterip üye olma talepleri memnuniyetle karşılanmıştır. Ankara’da 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan anlaşma, 1 Aralık 1964 itibariyle yürürlüğe girmiştir. Anlaşmayı imzalayan Başbakan İsmet İnönü, CHP-Adalet Partisi (AP) koalisyon hükümetine başkanlık ediyordu.

___________________________________________________________________________

31 A Nuri Yurdusev, Osmanlı Mirası ve Türk Dış Politikası Üzerine. Yeni Dönemde Türk Dış Politikası, Osman Bahadır Dinçer, Habibe Özdal, Hacali Necefoğlu (editörler). Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu Yayınları,Ankara, Karınca Yayınları, 2010, s. 51

 

Daha sonraki yıllarda Türkiye ile AB arasında bir çok sorun yaşanmasına,  tam üyeliğin mümkün olmadığının karşılıklı dile getirilmesine rağmen görev yapan tüm Türk hükümetleri tam üyelik hedefi  doğrultusunda çaba göstermişlerdir. Ülkenin Batı dünyası ile entegrasyonu , kurumsal olarak Avrupa ile çok daha yakın ilişkilere girilmesinin ilk adımını atmış olmak DP iktidarının başarı hanesine yazılmalıdır.

DP iktidarının dış politikada eleştirilecek en büyük hatası, Batılılaşma kavramı ile Batıya, özelde ABD’ye teslim olma arasındaki farkı kavramamasıdır. Yürütülen politikalar bu anlayışa göre geliştirildiği için ülke önemli zararlar görmüştür.

DP’nin önemli bir değerlendirme hatası da 5 Mart 1953’de ölen Josef Stalin’in yerine iktidara gelen Nikita Kruşçev’in, Batı dünyası ile bir arada barış içinde yaşama konusundaki düşüncesi  ve özelde Türkiye’ye yönelik yaklaşımına verdiği reaksiyon olmuştur.

Sovyetler Birliği, 30 Mayıs 1953’te Türkiye’ye bir nota vermiştir. Nota kapsamında daha önce Türkiye’nin doğu sınırından yapılan toprak talebinden vaz geçildiği bildirilmiş, Boğazlar hakkında karşılıklı anlaşmaya varmak için uygun zemin olduğu ifade edilmiştir.

Cumhurbaşkanı Celal Bayar, TBMM’nin 10.dönem ikinci toplantısını açarken yaptığı konuşmada ve Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü 1956 yılı Dışişleri bütçesi görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmada, Sovyetler Birliği’nin yaklaşımını şüphe ile karşılayan ifadeler kullanmışlardır32.

Türkiye’nin alt yapı yatırımları ve ekonomik kalkınması için dış yardıma mutlak ihtiyacı olduğu bir gerçektir. İkinci Dünya Savaşı sonrası bu desteği sağlayabilecek konumdaki tek ülke olan ABD, Sovyetlere karşı güçlü bir müttefik kazanmak amacıyla ilk yıllarda Türkiye’ye yapılan ekonomik yardım konusunda cömert davranmıştır. Ancak ABD, destek olduğu ülkenin sadece güvenlik ve savunma bakımından kuvvetli olmasını yeterli görmüyordu. İlgili ülkenin ekonomik bakımdan stabil olmasını, sosyal çalkantılar yaşamamasını istiyordu. ABD, yaptığı yardıma karşın Menderes hükümetinin bazı icraatlerinden hoşnut değildi.

DP’nin iktidara gelmesinden kısa süre sonra gümrük kapıları açıldı, bir kısmı lüks sayılabilecek değişik kalem ithal ürünleri ülkeye getirilmeye başlandı, çok sayıda yatırım yapıldı. İlk yıllardaki görece bolluk ve ekonomik gelişme uzun sürmedi, 1953-1954 yıllarında döviz azalması baş gösterdi. İthal ürünlerde kısıtlamaya gidilirken, borç bulma çabaları arttı. Döviz sıkıntısının  1957’de iyice artmasını takiben zorunlu olarak 1958 ‘de ilk devalüasyon yapıldı. O tarihde 2.80 lira olan bir doların değeri 9 liraya yükseldi. Yeni borç alma zorlaşırken, konsolidasyon görüşmeleri başladı.

­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­___________________________________________________________________

32Mehmet Gönlübol ve Haluk Ülman,” Türk Dış Politikasının Yirmi Yılı 1945-1965″, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi,Ankara, 21, s. 164

DP  iktidarının ekonomi anlayışı Cumhurbaşkanı Bayar’ın “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız”, Menderes’in “Her mahallede bir milyoner yaratacağız” ve “Borçlanacağım, hem de daha çok borçlanacağım. Devletin iflas ettiği görülmemiştir” cümleleriyle en özlü  şekilde ifadesini bulmaktadır33.

Ülkenin dış yardıma gereksinimini karşılamak amacıyla  ilk dış kredi girişimi 1945 yılı sonlarında CHP iktidarı tarafından İhracat ve İthalat Bankası vasıtasıyla ABD’den 300 milyon dolar talep edilerek yapıldı. Bu isteğe karşın ABD bir yıl sonra, Ekim ayında sadece 25 milyon dolarlık borç verdi.34

Demokrat Parti, hesaplı ve planlı ekonomik büyüme ve açık finansmanı en alt düzeye indirecek politikalar yerine tüketim alışkanlıklarını, özellikle lüks tüketimi, teşvik edici politikalar izlemiştir. Truman doktrini ve Marshall yardımı uyarınca elde edilen ekonomik olanaklarla, yurtta refah ve ekonomik büyüme sağlayacaklarını ve elde edilen sonuçların seçim başarısı getireceğine inanmışlardır. Uluslararası ilişkilerde izlenen teslimiyetçi siyasetin doğal olarak yurtiçi yansımaları da görülmüştür. CHP iktidarı, 1950 seçimlerinde çok kısa bir süre önce, 1 Mart 1950’de “Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik” başlıklı bir yasa çıkarmıştır. DP hükümeti, 1 Ağustos 1951’de mevcut yasada değişiklik yaparak sanayi, enerji, madencilik, ulaştırma ve turizm sektörlerini  yabancı yatırımcılara açtı, serbest bölgeler kurulmasını sağlayacak yasal düzenleme yaptı. Bunlara rağmen ülkeye istenildiği ölçüde yabancı sermaye çekilememesi üzerine, 28 Ocak 1954’de o zamana kadar yabancı sermayeye kapalı tutulan tüm alanlar serbestleştirildi, yabancı yatırımcılara Türk vatandaşlarına tanınan kolaylıklardan eşit olarak yararlanmalarını  temin eden, yurt dışına çıkarılan kâr oranındaki % 10 limitini kaldıran bir yasa TBMM’de kabul edildi. Ayrıca yabancı şirketlerin petrol piyasasına girmesini mümkün kılan, yabancı sermaye ve işletmecilere geniş haklar veren yasa ” Petrol Kanunu” başlığı ile 7 Mart 1954’de TBMM’de kabul edildi35.

 

 

___________________________________________________________________________

 

33Mehmet Ali Birand, Bir Pazar Hikayesi.Türkiye-AET İlişkileri, İstanbul Milliyet Yayın Ltd.Şti. Yayınları,  1978.,s. 23-26

34Mehmet Gönlübol ve Haluk Ülman,” Türk Dış Politikasının Yirmi Yılı 1945-1965″, s.154

35Şerafettin Turan, İsmet İnönü.Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği,Ankara, Bilgi Yayınevi,2003, s.333-334

 

 

 

DP hükümetlerinin dış politikadaki ana hedefi Batı bloğunun siyasal, askeri ve ekonomik kuruluşlarına katılmak olmuştur. NATO’ya  üye olunduktan sonra uluslararası sorunlar kuruluşun perspektifinden değerlendirilmiştir. Türkiye, Ortadoğu ülkeleri ve diğer birçok ülke nezdinde Sovyetler Birliğine karşı ileri karakol görevi yapan, ABD çıkarları doğrultusunda hareket eden bir ülke görüntüsü vermiştir. ABD ile sayısı tam olarak bilinmeyen ve bazılarının içeriği açıklanmayan anlaşmalarla ilgili, zaman zaman pürüzler çıkmıştır. Ekonomik yardımların istenilen düzeyde olmaması, bazen kredilerin duraksatılması Menderes hükümetleri tarafından memnuniyetsizlikle karşılanmıştır. ABD ile ikili ilişkilerde yaşanan  sorunlar DP iktidarının son zamanlarında daha yoğun hissedilmiştir. 1960 yılı başında Türkiye’de ekonomik sıkıntılar had safhaya ulaşmıştı. Aynı yılın Nisan ayında Başbakan Menderes’in Temmuz ayında Moskova’ya resmi bir ziyaret yapacağı bildirilmiştir. Davet Sovyetler Birliği tarafından yapılmıştır. Sovyet yönetiminin, Batı’nın Türkiye’ye yaptığı yardımlardan rahatsız olduğu, ziyaret sayesinde Türk-Sovyet ilişkilerinde yeni bir yön vermek istemiş oldukları fikri öne sürülmüştür36. 27 Mayıs 1960 günü yapılan askeri darbe nedeniyle söz konusu ziyaret gerçekleşmemiştir.

Demirel 1967’de, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın 1969’da Sovyetlere yaptığı resmi ziyaretler iki ülke arasındaki ilişkilerin yumuşamasında etken olmuştur. Bu yıllarda Türkiye’de bir çok önemli sanayi yatırımı Sovyetler  işbirliği ile gerçekleştirilmiş, 1964’de Türk-Sovyet Kültür Anlaşması imzalanmıştır. Aynı dönemde Ortadoğu ülkelerine karşı benzer politikalar uygulanmış, Filistin halkı ve o zamanki siyasi örgütü FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) desteklenmiş, Ankara’da bir büro açmasına izin verilmiştir.

1960 yılı Mayıs ayı başında İncirlik Hava Üssü’nden kalkan U-2 uçağı  Sovyetler hava sahasında seyir halindeyken düşürüldü.  Pilot Gary Powers sağ kurtuldu fakat yakalandı, on yıl hapse mahkum  edildi. Türkiye’nin  bu casusluk uçuşları hakkında bilgisi yoktu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Nikita Kruşçev, topraklarının bu tür eylemler için kullanılmasına izin veren ulusların kendilerince hedef olarak kabul edileceğini sert şekilde ifade etti37. Bu olay nedeniyle ciddi sıkıntı yaşayan Türkiye, 1960 ve 1970’li yıllarda Küba krizi, Başkan Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği mektup, Kıbrıs sorunu, Ermeni problemi ve haşhaş ekimi yasağı gibi  çarpıcı örnekler sonucu dış politikada çok yönlü açılımlar yapmaya başlamıştır. Öncelikle 1960’lı yıllarda olmak üzere Sovyetler Birliği Yüksek Şurası Prezidyum Başkanı N.V. Podgorni, Dışişleri Bakanı A. Gromiko, Başbakan Kosigin Türkiye’yi ziyaret etmişlerdir. Buna karşılık Başbakan Suat Hayri Ürgüplü’nün 1965’de, Başbakan Süleyman Demirel 1967’de, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın 1969’da Sovyetlere yaptığı resmi ziyaretler iki ülke arasındaki ilişkilerin yumuşamasında etken olmuştur.

________________________________________________________________________

36Mehmet Gönlübol ve Haluk Ülman,” Türk Dış Politikasının Yirmi Yılı 1945-1965″, s.172

37Haluk Ülman,” Orta Doğu Buhranı ve Türkiye”, s. 258-261

 

Bu yıllarda Türkiye’de bir çok önemli sanayi yatırımı Sovyetler  işbirliği ile gerçekleştirilmiş, 1964’de Türk-Sovyet Kültür Anlaşması imzalanmıştır. Aynı dönemde Ortadoğu ülkelerine karşı benzer politikalar uygulanmış, Filistin halkı ve o zamanki siyasi örgütü FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) desteklenmiş, Ankara’da bir büro açmasına izin verilmiştir.

 Sonuç

Sovyetler Birliği kaynaklı tehditin oluşturduğu güvenlik ve savunma kaygıları, ekonomik kalkınma için  mutlak gereksinim duyulan dış ekonomik yardım, yüzyılı aşkın süredir uğruna çaba sarf edilen çağdaşlaşma, özelde Batılılaşma gibi üç ana nedenle iki kutuplu dünya siyasi düzeninde  ABD liderliğindeki Batı bloğunda yer alma tercihi DP iktidarından önce yapılmış, DP bu tercihi devam ettirmiştir. Dış politikada değişiklik yapılmayacağına ait bir anekdot DP’nin kurulmasından kısa bir süre önce Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile yaptığı, partisinin programı hakkında bilgi verdiği görüşmedir. İnönü, laikliğe karşı olup olmadıkları, köy enstitüleri ve ilköğretim seferberliği ile ilişkili tutumları ve dış politikada ayrılık olup olmadığını sormuştur. Aldığı olumlu yanıtlar üzerine parti kurulmasına onay  vermiştir38.  

Ancak DP hükümetleri temel çizgiden yer yer önemli sapmalar göstermişlerdir. Cumhuriyetin kurucusu tarafından ifade edilen ” Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ve komşuların içişlerine karışmama gibi temel prensiplere aykırı politikalar izlemişlerdir. Özellikle Ortadoğu’da baş gösteren tüm sorunlarda tamamen Amerikan yanlısı politikalar izlemişlerdir.

Bunun tipik örneği, 14 Temmuz 1958 tarihinde Irak’ta gerçekleşen askeri darbeye karşı Başbakan Menderes’in izlediği tutumdur. Bağdat Paktı devlet başkanları toplantısına katılmak için İstanbul’a harekat etmek üzere olan kral Faysal ve Başbakan Nuri Sait Paşa’nın öldürülmesiyle sonuçlanan askeri darbe üzerine Menderes, Irak’a askeri müdahalede bulunmak istemiş ve sınıra birlikler kaydırılmıştır. Yoğun ABD baskısı ve daha fazla dış yardım vaadi üzerine Menderes kararından vazgeçmiştir39.

Sonuç olarak Soğuk Savaşın en yoğun yaşandığı yıllarda iktidar olan  DP hükümetlerinin dış politikadaki ana çizgisi aşırı ABD ve Batı bloğuna bağımlılık, sorunlara tek yönlü yaklaşım, Batı dünyası dışında kalan ülkelere karşı ilgisizlik ve kuvvetli antikomünist tavır olmuştur. İzlenen bu siyaset, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde ve yurtiçinde ciddi olumsuz yansımalara yol açmıştır. Türkiye’nin  NATO üyeliğine kabulü, AET  üyeliği için başvurusu, Kıbrıs sorununu ülkenin gündemine alarak  bir mücadele süreci sonunda barışcıl bir çözüme kavuşturması  DP’nin artı puanlarını oluşturmaktadır.

___________________________________________________________________________

38Erdal İnönü, Anılar ve Düşünceler, s.176

 

 

Dış politikanın bütünüyle değerlendirmesinde olumsuz sonuçlar ağır basmaktadır. Sonraki yıllarda görev yapan hükümetlerin gerçekleştirdiği açılımlar ve çok yönlü politikaların sağladığı kazançlar DP’yi başarısız olarak değerlendiren düşüncemizi desteklemektedir . Son Menderes hükümetinin bazı  uygulamaları ve çıkardığı yasalar çok ciddi boyutlarda antidemokratik ve özgürlükleri kısıtlayıcı mahiyette olmuştur. Ekonomik göstergelerin  giderek  kötüleşmesi  hükümetin daha da sertleşmesi ve hırçınlaşmasına yol açmıştır. Ancak bütün bunların bir askeri darbe için gerekçe olmadığı  ve olası bir seçimle halkın iradesine başvurulmuş olmasının 27 Mayıs darbesini önlemiş olabileceği  kanısındayım. Yassıada mahkemeleri  sonunda  Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun idam edilmeleri çok vahim hata olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihinde onarılmaz  yaralar açan bu trajik olayın günümüze kadar yansıyan etkileri olmuştur.

Her türlü siyasi ön yargıdan uzak, gerçek olayları, bu olayların yarattığı sonuçları, Türkiye’nin kazanç ve kayıplarını dürüst ve bilimsel bir yaklaşımla inceleyecek araştırmalar, DP’nin iktidar olduğu on yıl boyunca sergilediği dış politikanın değerlendirilmesine katkı yaparak, yakın siyasal tarihimizin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.

___________________________________________________________________________

39Erik  J  Zürcher, Turkey, A Modern History, s.247-248

 

 

 

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları