26 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

CENGİZ ÖKSÜZ YAZDI- KÖY ENSTİTÜLERİNİN YARATICI GÜCÜ

Ana Sayfa » EĞİTİM » CENGİZ ÖKSÜZ YAZDI- KÖY ENSTİTÜLERİNİN YARATICI GÜCÜ

Eklenme : 21.01.2022 - 10:00

CENGİZ ÖKSÜZ YAZDI- KÖY ENSTİTÜLERİNİN YARATICI GÜCÜ

 

Köy Enstitülerinde yetişen öğretmenlerin diğer öğretmen okullarında ya da üniversitelerde yetişen öğretmenlerden farklı oldukları bilinen gerçektir. Köy Enstitülerinden mezun olan öğretmenlerin işe sarılma, zamanı boşa geçirmeme, herkese yararlı olma, sürekli öğretme gayreti içinde bulunma ve ülke sorunlarına duyarlı olma gibi özelliklerinin olduğu biliniyor.

Buralarda okuyan öğrenciler bu niteliklerini nasıl kazanmışlar? Bu eğitim yuvalarında onlara nasıl bir eğitim verilmiş? Araştırılması gereken budur.

Köy Enstitüleri ile ilgili çok yazı, kitap çıkıyor.  Kitapların sayısı dört yüzü aştı. Bu kitapların içinde bilimsel inceleme, araştırma kitapları olduğu gibi çok fazla anı da var. Köy Enstitülerinin yetiştirdiği ünlü bir yazarın- Talip Apaydın’ın- bir bayram anısı o okullarda öğrencilere nasıl bir ruh verildiğini anlatan çok güzel bir örnektir.

Talip Apaydın Polatlılı yoksul bir köy çocuğudur. İlkokulun 4.5. sınıflarını Beypazarı’ndaki bir okulda  yatılı  okur. Babası tam 16 yıl cephelerde savaşmış, yaralanmış, ama ölmemiş, bir dönüm toprağı yok; köyünde ortakçılık yapan yoksul bir köylü. Annesi öldüğünden evde bir analık –üvey ana- vardır. Babası zar zor denkleştirdiği 20 lirayı- yazı ile yirmi lira- oğluna verir ve onu Çifteler Öğretmen Okulu’na gönderir. ( 17 Nisan 1940’ta okulun adı Köy Enstitüsü olur.) 12 yaşındaki Talip bin bir güçlükle  Çifteler’e varır.

Talip Apaydın okula kaydolduğu günü şöyle anlatıyor:

“ Yeni elbise verdiler-askerin çuha kumaşından-, ayakkabı, iç çamaşırı, çorap verdiler. Saçımız kesildi, hamama girip çıktık. Nasıl dinlenivermiştim. Dünya değişmişti sanki. Öğle yemeği kampanası çaldı, öğle yemeğine oturduk; üç türlü yemek, hayatımda görmediğim yemekler. Yemekten sonra bir kampana daha çaldı, okulun önündeki meydanda toplandık hepimiz. Külot pantolonlu, çizmeli genç bir adam çıktı, okulun müdürüymüş: ‘ Çocuklar size kötü bir haber vereceğim, Atatürk’ü kaybettik, Atatürk’ün kendisinden ayrıldık, ama yolundan ayrılmayacağız. Onun bize emanet ettiği Türkiye’yi koruyacağız, yükselteceğiz’ dedi.

O gün 10 Kasım 1938, benim enstitüye başladığım gün… Bizden önceki sınıf başladı ağlamaya, biz de ağladık. Hayatımda en sevindiğim gün, en çok üzüldüğüm gün haline geldi. Atamız ölmüştü. Yollarımız kesikti bundan sonra. İçimizdeki öksüzlük duygusu büyüdü. Ülkemizi kurtaran en büyük insan olarak Atatürk’ü tanıyoruz, seviyoruz.” ( Feyziye Özbek, Ortakçının Oğlu/ Talip Apaydın, Kaynak Yayınları, 44-45)

Ünlü yazarımız Talip Apaydın “ Köy Enstitüsü Yılları” adlı anı kitabında, Kurban Bayramı’na denk gelen kışın en soğuk günlerinde yaşadıkları bir olayı aktarırken, kendilerine kazandırılan  ‘ başarma ruhunu’  da anlatıyor.

“ Bayramlarda Çalışırız Bayramlar İçin”

” Kurban Bayramı tam kışın ortasına rastlıyordu. O günler bir soğuktu, bir soğuktu…Kar, fırtına, tipi…Eskişehir ovalarında papaz harmanı savruluyordu. Göz gözü görmüyordu dışarılarda. Sular donmuştu hep. Seydi Suyu iri iri buz parçaları akıtıyordu. Santral kanalı kapandığından, elektriklerimiz kaç gündür doğru dürüst yanmıyordu. Akşam seminerlerinde kitap okuyamıyorduk, ders çalışamıyorduk. Lambalar ikide bir usulca sönüveriyordu. Dersliklerde pelerinlerimizle oturuyorduk da gene ısınamıyorduk. Musluklarımızdan su akmıyordu. Ellerimizi yüzlerimizi yıkamak için dere kıyısına gidiyorduk. İçme suyumuz yoktu.

Üç gün bayram izni vardı, ama bu soğukta nereye gidecektik? Köyü yakın olanlar gitti ancak.

Bayram sabahı kampana çaldı. Dışarda toplanılacak dediler. Başımızı gözümüzü sararak, büzülerek çıktık. Müdürümüz Rauf İnan merdivende bizi bekliyordu. Üstünde palto bile yoktu. Elleri arkasına bağlanmıştı. Boz urbalar içinde, yağız çehresi ile bir heykel gibiydi. Yere atlayacaktı sanki. Savrulan karlardan gözlerini kırpıştırıyordu. O halini görünce usulca pelerinlerimizin yakalarını indirdik. Ellerimizi cebimizden çıkardık.

‘……Arkadaşlar! Diye başladı. Bir canlıydı sesi, bir heybetliydi. Önce yılgınlık psikolojisinin zararlarını anlattı. Korkan insanın kesinlikle yenileceğini ve korktuğuna uğrayacağını söyledi. Bu hava soğuk evet, fakat siz isterseniz üşümezsiniz, dedi. Olduğumuz yerde birkaç kere sıçramamızı ve kuvvetli kuvvetli tepinmemizi istedi. Dediğini yaptık. Birden ısınmıştık sanki. Hoşumuza gitmişti.

——Bugün bayram, dedi. Şimdi birbirimizi tebrik edeceğiz. Sonra yapacağımız iki iş var: Ya içeri girip tekrar sıralara büzülmek, mıymıntı mıymıntı oturmak, bu üç günü böyle yararsız, hatta zararlı geçirmek, can sıkıntısından patlamak.  Boşuna içlenmek. Üstelik üşümek. Yahut da kazmayı küreği alıp yurdunu düşmandan koşan bir asker coşkusu ile santral kanalını temizlemeye gitmek. Emin olun, gidenler kalanlar kadar üşümeyecektir. Çünkü inanarak çalışan insan ne soğukta üşür ne sıcakta yanar. O yücelten, dirilten, kuvvetli kılan bir heyecan içinde her türlü güçlüğün üstüne çıkmıştır. Onu hiçbir karşı kuvvet yolundan alıkoyamaz. Yeter ki bir insan yaptığı işin gereğine inansın. Bakın size bu savaşta geçen bir olayı anlatayım: Görün inanmış insanın gücü neymiş…Biliyorsunuz, Alman birlikleri Norveç’i istila ettiler. Fakat Almanlar hiçbir yerde Norveç’teki kadar kuvvetli bir tepki görmediler. Çünkü Norveçliler yurtlarını seven insanlar. Hürriyetleri uğruna canlarını esirgemezler.

Ve sıfırın altında 40 derece soğukta iki Norveçli askerin akıl almaz kahramanlığını anlattı.

—–Onlara bunu yaptıran güç yurtseverlikti, aldıkları göreve bağlılıktı. Bir memleket işte böyle insanlar sayesinde kurtulur ve böyle insanların omuzlarında yükselir’ diye bitirdi.

Ben şimdi kazmamı, küreğimi alıp kanala gidiyorum. Çünkü kanal açılınca elektriklerimiz yanacak. Elektrik yanınca okul işleri yoluna girecek. Kitap okuyabileceksiniz, ders çalışabileceksiniz. Sularımız akacak, yıkanabileceksiniz. Size şunu söylüyorum: Bizim asıl bayramımız yurdumuzu bu gerilikten, bu karanlıktan kurtardığımız gün başlayacaktır. Şimdilik bize düşen milletçe çalışmak, çok çalışmaktır. Parolamız şu olmalıdır: ‘ Bayramlarda çalışırız bayramlar için!’ Ben gidiyorum. Gelmek isteyenler gelsin.

Heyecanlanmıştık, üşümemiz neyi geçmişti.

—–Hepimiz geleceğiz! Diye bağrıştık.

—–Bayramda çalışırız bayramlar için!

—–Bayramda çalışırız bayramlar için!..

Altı yüz kişi böyle bağırdık.

Sonra kazma kürekleri koyduğumuz işliğe doğru bir koşuşmadır başladı. İnsanların böyle canlanması, bir amaca doğru saldırması belki sadece savaşlarda görülür.

Santral havuzundan başlayarak onar metre arayla su kanalına dizildik. Çıplak Hamidiye Ovası ayaz. Kırkkız Dağı’ndan doğru zehir gibi rüzgar esiyor. Pelerinlerimizin etekleri uçuşuyor. Kazmayı vurdukça yüzlerimize buz parçaları fırlıyor. Bazı yerlerde kar her yeri doldurmuş, kanal dümdüz olmuş. Nereyi kazacağız belli değil. Müdürümüz, öğretmenlerimiz başımızda dört dönüyorlar. Bir o yana koşuyorlar, bir bu yana. Öyle çalışıyoruz ki boyunlarımızdan buğu çıkıyor. Bazen adam boyunda buz parçalarını elleşip çıkarıyoruz kıyıya. Kimisi bağırıyor, kimisi kazmalara tempo tutuyor. Bir gürültü gidiyor kanal boyunca. Yeşilyurt köylüleri evlerinin önüne çıkmış, bize bakıyorlar. Böyle çalışmamıza alışkınlar ama bu soğukta bayram günü nasıl donmadığımıza şaşıyorlar. Yeşilyurtlu arkadaşımız Azmi – köyü yakın olduğu için- bize evlerden bazlama ekmek taşıyor. Köylü ekmeğini özlemişiz, aramızda kapışıyoruz.

Yukarılardan aşağılardan ikide bir sesler yükseliyor:

——Bayramda çalışırız bayramlar için!

Arkasından marşımız:

‘ Sürer eker biçeriz güvenip ötesine

Milletin her kazancı milletin kesesine

Toplandık baş çiftçinin Atatürk’ün sesine

Toprakla savaş için ziraat cephesine

Biz ulusal varlığın temeliyiz, köylüyüz

Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz’

Koca ova çınlıyor. Taa uzaklardan Hamidiye’nin, Mesudiye’nin köpekleri ürüyorlar. Bu kış günü böyle seslere anlam veremiyorlar her halde. Ayaz ovanın ıssızlığı yırtılıyor.

O gün kanalın yarı yerini açtık. Bir buçuk metre derinliğinde uzun, derin bir çukur karları yara yara gitti. Ertesi gün taa bende kadar tamamladık. Sonra merasimle suyu saldık. Nazlı bir gelin getirir gibi önünden ardından yürüyerek türküler,  marşlar söyleyerek getirdik ve geç zamanda santral havuzuna döktük. Sonra bir baktık okulumuzun balkonuna çakılı ‘ ÇKE’ yandı. ( Çifteler Köy Enstitüsü) O zamanki sevincimizi nasıl anlatmalı? Üşümüş ellerimiz alkıştan ısındı. ‘ Yaşa, var ol!’ sesleri ufukları kapattı. Dünyanın en içten gelen en coşkun bayramı oldu belki. Hiç unutmam bir arkadaşımız, kendi ellerini öpüyordu. ‘ Aferin ulan eller’  diyordu,’ Bu elektriğin yanmasında senin de payın var, yaşasın!’ Sevinçten gözlerimiz yaşarmıştı.

Müdürümüz bir tümseğe çıktı. Birkaç kelimeyle başarımızı kutladı. Her nokta koyuşta ‘ sağ ol!’ diye bağırıyorduk.

Şimdi, dedi, depomuza su dolacak; banyoyu yakacağız. Yıkanın ve çalışıp başarmış insanların huzur içinde uyuyun. İşte gördünüz, inanarak çalışan yapar! Amacına ulaşır! Bu heyecanla çalışmaya devam edersek, biz Türkiye’yi de yükseltebiliriz!

——- Yükselteceğiz! Diye bağırdık.

——–Bayramda çalışırız bayramlar için!

—— Bayramda çalışırız bayramlar için!…

İçeri girdik, musluklardan şakır şakır sular akıyordu. Birbirimizi tebrik ediyorduk.

Unutulmaz bir bayramdı.” ( Talip Apaydın, Köy Enstitüsü Yılları, Çağdaş Yayınları, s. 76,77,78)

Köy Enstitülerinde yaratıcılık ruhu böyle kazandırılıyordu. Öğrencilere yurtseverlik bilinci böyle aşılanıyordu. İş, eğitimin aracıydı; hiçbir iş, “iş olsun” diye yapılmıyordu.

 

Cengiz Öksüz                          Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği İstanbul Şubesi Başkanı

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları