Had, hudut ve hiddet üçgeni içindeki seçimlerimiz ve davranış biçimimiz toplumsal hayatımızın yönünü belirliyor. Bu üç kavram, aynı zamanda karşılaştığımız kişilerin kimliklerini ya da kim olduklarının da göstergesi. Haddini bilenler bilmeyenler, hudutlar içinde kalanlar, had ve hudut tanımayanlar ve hiddetlenip şiddete başvuranlar.
Haddini bilmek, ne demek? Her şeyi bilemeyeceğimize göre haddimizi de bilmesek olur mu? Olmaz! Olursa kaza olur, kavga çıkar, hiddet girer işin içine. Tıpkı trafikte, ters üçgen şeklinde karşımıza çıkan ‘tehlike uyarı levhaları’ gibi. Yol hakkını sadece kendinde gören, trafikte hız sınırını aşan sürücülerin neden olduğu ‘görünen’ kazalar sonucunda, hem sürücüler, hem de yayalar ve yolcular hayatlarından olmuyor mu? Şiddet içeren davranışların çoğu bu haddini bilmezlikten, yani kişiyi ya da toplumu sonucunu hesaba katmadan uçurumun eşiğine getirmekten kaynaklanmıyor mu?
Peki nerede nasıl öğrenilir bu ‘had’ dediğimiz toplumun bizi sınırlayan koşul ya da aşıldığında tehlike yaratan uç noktaları, diğer bir deyişle sinir uçları? Önce etik ve ahlaki değerleri benimseyerek, sonra da yasa ve kurallara uyarak. Yani haddini bilmek, bireysel bir sorumluluk. Saygı sınırları içinde hareket etmek ise bireysel sorumluluğun yanı sıra, toplumda barış içinde yaşamak için yöneticilerin ve vatandaşların en önemli görevi.
Kim yazacak bu kuralları? Kim saptayacak bu herkes için geçerli toplumsal sınırları? Kim kimin kuralların kime öğretip uygulayacak ve uyacak? Cevap: Bazen karar vericiler, bazen de özgürlükleri elinden alınanlar. Haddini bilmek ya da bildirmek ancak ve ancak hak, hukuk ve adalet ile mümkün. Aksi takdirde, yani hak ve hukukun olmadığı yerde, kutuplaşmalardan beğenin beğendiğinizi: Din üzerinden, siyaset üzerinden, etnik köken ya da ırk üzerinden toplumların bağrında onulmaz yaralar açmak hiç de zor değil.
Konuyu biraz daha açmak için geçmişe bakalım. Tarihte toplum düzenini sağlamak üzere kayda geçmiş pek çok kanun ve kural var. Hızlı bir geçişle günümüzden neredeyse dört bin yıl öncesine gidelim ve tarihin en eski ve en iyi korunmuş yazılı yasalarından Hammurabi Kanunları’na bakalım. Bu kanunlar, MÖ 1760 yılı civarında Mezopotamya’nın Babil ülkesi kralı Hammurabi tarafından öngörülmüş ve yazılmış. Bir Fransız arkeoloğun 1901’de Susa, Elam’da bulduğu (bugünkü Huzistan, İran), yaklaşık iki metrelik silindirik bir taşın üstüne çivi yazısı ile yazılmış olan yasalar Fransa’ya taşınmış ve halen Louvre Müzesi’nde sergilenmekte. Tam 282 maddesi olduğu biliniyor. Bu maddelerden üçü, bireysel anlamdaki sınırları (had ve hududu) şöyle belirlemiş:
Yukarıdaki maddelerde konu edilen, özgürlük kısıtlamaları, iftira, hırsızlık ve tecavüz gibi toplumun ve yasaların suç saydığı eylemlerle, bireylerin ve yönetimlerin haddini aştığı, sınırlardan taştığı durumlarla dört bin yıl sonra bile uğraştığımızı görmek acıklı bir durum değil mi?
Hadi biraz daha yakına gelelim. İngiltere’de kral ve baronlar arasında 1215 yılında imzalanmış, Latince Magna Carta, Türkçesi, “Büyük Sözleşme” olan belgeyi hatırlayalım. Bu belge, İngiltere kralının, yetkilerinin birkaçından feragat etmesi, yasalara uygun davranması ve hukukun, kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul etmesini zorunlu kılmış. Bu sözleşmeyle, İngiltere tarihinde, kralın yetkileri ilk kez kısıtlanmış ve derebeylerine (baronlara) bazı haklar tanınmış.
Magna Carta neden önemli? Çünkü bu belgenin, günümüzdeki anayasal düzene ulaşıncaya kadar yaşanılan tarihsel sürecin en önemli basamaklarından biri olma özelliği var. Vatandaşların özgürlüklerini belirlemekten çok, toplumdaki egemen güçler arasında bir denge kuran Magna Carta, kralın sonsuz olan yetkilerini derebeyleri ve din adamları adına sınırlamış. Fermandaki en önemli ifadelerden biri sayılan aşağıdaki 39. madde, günümüz hukuk sisteminin temel taşlarından biri olarak kabul ediliyor:
“Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke yasalarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, yasa dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekil hangi şekilde olursa olsun zarar uğratılmayacaktır.” |
Bu sözlerin kayda geçtiği 1215 yılından bugüne tam sekiz yüz küsur yıl geçmiş biz hâlâ aynı haksızlıkları konuşuyoruz. Ülkemiz de dahil, pek çok ülkede, yukarıda sözü edilen adil yargılama olmadan yapılan binlerce haksız tutuklama var.
Toplumsal düzen için, hak, hukuk ve adalet arayışıyla, özgür ve barışçıl yaşamı sağlayacak kuralları belirlemeye çalışanlar arasında, ülkemizden de önemli bir isim var: Mustafa Rahmi Balaban. Balaban eğitimci. 1913 yılında Maarif Vekaleti tarafından Cenevre’ye öğrenci müfettişliği ile birlikte pedagoji öğrenimine gönderiliyor. Paris’te Jean Jacques Rousseau Enstitüsünden mezun oluyor ve yurda döndüğünde bir ‘Ahlak’ Kitabı yazıyor. Kitabın tarihi 1921, Cumhuriyet kurulmadan önce. İşte o kitaptan alıntılar:
Mustafa Rahmi Balaban’ın aydınlanmacı düşünürlerin fikirlerinden derlediği tüm bu ‘ahlaki kuralları’ zaten herkes bilmiyor mu? diyebilirsiniz. Bilmek başka uygulamak başka. Bazı bireyler ya da karar vericiler, belki biliyor ama uygulamak işlerine gelmiyor.
Diğer bir sorun da mevcut eğitim sisteminin genç nesillere bu değerleri kademeli olarak öğretebilecek yapıya sahip olmaması. Neden değil? Çünkü sanat, müzik, spor gibi sağlam bir zihinsel yapının temel taşı olan derslerle, Sanat Tarihi, Felsefe, Sosyoloji gibi dünya kültürünü, Yurttaşlık Bilgisi gibi demokratik ülkelerde vatandaşlık hak ve sorumluluklarını öğretmeyi esas alan dersler Milli Eğitim müfredatından çıkarılmış! Yoklar. Eğitimdeki bu boşluk bireyleri farklı arayışlara sürüklüyor, ancak ve ancak ‘yandaş’ olarak kimlik edinme psikolojisi içine sokuyor. Sonuç, kendinden olmayanı düşman gören, haddini bilmeyen, sınırlarını aşıp en ufak bir eleştiri ya da farklı görüşte hiddetlenip saldırganlaşan insanlar topluluğu oluşuyor. Trafikte, sokakta, siyasette, mahallede, çarşıda, pazarda.
Günümüzde toplumsal barışı ve birlikte yaşamayı kolaylaştıracak, genel olarak ‘ahlaki değerler’ dediğimiz etik ve doğru davranış ilkelerinin önemsenip, benimsenerek uygulamaya konulamamasının bir nedeni eğitimdeki boşluk ise diğeri de bilişim ve haber kirliliği ve buna neden olan yönetim anlayışı. Uzun süre aynı yalan yanlış ve manipülatif haberlere maruz kalan bireyler, değer erozyonu yaşıyor. Bu olgu hemen tüm dünya için geçerli. Bireyler yalan dolanla da olsa imtiyazlı yaşamayı, ilkeli yaşamaya yeğlediklerinden yozlaşma hız kazanıyor. Medyanın kişisel çıkarlar uğruna yer verdiği yalan yanlış haberler toplumun damarlarına akıtılan zehir gibi.
Etik ve ahlaki ilkeler, doğru ile yanlışı birbirinden ayırır. Bu ilkeler olmadan doğru davranış biçimlerini seçmenin ve kişilik sahibi bir toplum yapılanmasının mümkün olmayacağını dört bin yıl önceden, sekiz yüz yıl önceden fark etmiş bazı krallar. Toplumun ilerlemesinin ancak bu yasalara uyularak mümkün olacağını görmüşler. Bugün yasaların çiğnendiği, hukukun değil parası kadar konuşanın sözünün geçtiği, adaletin hiçe sayıldığı bir dönemde ise, hadsiz hudutsuz ve hiddete dayalı bir yönetim anlayışıyla ileri gitmek şöyle dursun geri bile gidilmez, ancak uçuruma yuvarlanılır.
Mevcut durumda baştakilerin, vatandaşlarını nefret kültürü yerine sevgi kültürüyle kucaklaması, sınırları aşarak değil sınırlar içinde özgürce ve sorumluluklarının bilinciyle yönetmesi hem bir görev hem de bir insanlık hizmetidir. Barış içinde özgür bir yaşam toplum içindeki sınırlarını bilen herkesin hakkı.
29 Eylül 2021
Seattle, WA
YAYIN İLKELERİ
———————-
YURTSEVERLİK.COM sitesi Türkiye’nin birlik ve beraberliğinden, hiçbir ayrım gözetmeksizin toplumsal barışın korunmasından, insanın en yüce varlık ve emeğin en yüce değer olduğu savından, demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden, sosyal adaletin hakim kılınması düşüncesinden hareketle yayıncılık yapar. Sınırları bu noktalardan geçen ilkeler çerçevesinde sitede yazılarına yer verilen herkesten aynı sorumluluğu eksiksiz göstermelerini bekler. Dolayısıyla YAYIMLANAN YAZILARIN HUKUKİ SORUMLULUĞU TAMAMEN YAZARLARINA AİTTİR.
İLETİŞİM
———————-
f.sayliman@gmail.com