24 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

E. BÜYÜKELÇİ A. BÜLENT MERİÇ YAZDI- TÜRKİYE’NİN DIŞ İLİŞKİLERİNDE NASIL BİR BÜYÜK STRATEJİ İZLEMELİ?

Ana Sayfa » DÜNYA » E. BÜYÜKELÇİ A. BÜLENT MERİÇ YAZDI- TÜRKİYE’NİN DIŞ İLİŞKİLERİNDE NASIL BİR BÜYÜK STRATEJİ İZLEMELİ?

Eklenme : 22.02.2021 - 19:00

E. BÜYÜKELÇİ A. BÜLENT MERİÇ YAZDI- TÜRKİYE’NİN DIŞ İLİŞKİLERİNDE NASIL BİR BÜYÜK STRATEJİ İZLEMELİ?

 

 Strateji, tarih içerisinde askeri bir kavram olarak ortaya çıkmıştır. Kavram, general anlamına gelen strategos kelimesinden türeyen ve generalin işi ya da sanatı anlamına gelen strategia kelimesine dayanmaktadır. Çin’li filozof Sun Tzu’nun (M.Ö. 5.yüzyıl) Savaş Sanatı kitabından başlayarak, 19. yüzyılda Prusyalı General Carl von Clausewitz’in Savaş Üzerine başlıklı çalışmasına kadar pek çok çalışmada strateji, askeri bir kavram olarak kullanılmıştır. Clausewitz, stratejiyi, savaşın amaçlarına ulaşmak için kullanılan teori şeklinde kavramlaştırarak, geliştirmiştir.

20. yüzyılın başlarında stratejiden, bir de “Büyük Strateji” ya da “Doktrin” kavramı türetilmiştir.İngiliz askeri tarih uzmanı Sir Basil Henry Liddell Hart, Dördüncü Güç: 21.Yüzyılda Amerikan Büyük Stratejisi başlıklı eserinde, büyük stratejinin, stratejiden farkını şu sözlerle ortaya koymaktadır:

Stratejinin ufku savaşla sınırlıyken, büyük strateji savaşın ötesindeki barışı konu edinir. Büyük strateji mali, diplomatik ve etik kaynakları kullanmakla kalmaz, barışı bozması muhtemel tehditleri de devletin güvenliği ve refahı için bertaraf eder. Stratejinin aksine, büyük strateji hala keşfedilmeyi ve anlaşılmayı bekleyen geniş bir alandır.

Paul Kennedy’e göre ise, Büyük Strateji, stratejinin ötesinde daha geniş bir kavrayışı gerektirir.  Büyük Strateji öğrencisi diyor Kennedy, askeri tarihçiler tarafından yer verilmeyen çok sayıda etkeni hesaba katmak zorundadır; çiftçiliğin kritik önemi ve ulusal kaynakların kullanımı, müttefik toplamada, tarafsızların desteğini kazanmada ve düşman sayısını azaltmada diplomasinin hayati rolü, ulusal maneviyat ve siyasi kültür gibi.

 Yukarıdaki iki tanımdan da anlaşılacağı üzere, Büyük Strateji, bir devletin küresel alanda siyasi hedeflerine ulaşabilmesi için tüm somut ve soyut güç kaynaklarını planlı ve programlı şekilde yönetmesidir. Büyük strateji mutlaka devletin varlık felsefesine dayanmalıdır. Kaynaklar sert, yani askeri güç olabileceği gibi, yumuşak güç kaynakları da olabilir. Büyük stratejinin başarılı olabilmesi için hedefleri gerçekçi tespit edilmeli; hedefler, araçlar ve yöntem arasında uyum bulunmalıdır.

Türkiye Cumhuriyetinin ilanından bugünlere Türkiye’nin izlediği dış politikalar değerlendirildiğinde, birisi Cumhuriyet’in erken döneminde şekillendirilen; diğeri AK Parti (AKP) iktidarının erken döneminde aşamalı biçimde uygulamaya konulan iki büyük strateji göze çarpmaktadır:

Kurucu liderimiz Mustafa Kemal Atatürk, 600 yıllık ömrü boyunca kendini yenileyememiş, çağını yakalayamamış cihan ı şümul imparatorluğun enkazından yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni dizayn ederken, ona bir büyük strateji de çizmişti. “ Yurtta Sulh Cihanda Sulh “ vecizesinde ifadesini bulan bu büyük stratejiye göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Anadolu’da yaşayan herkesi kapsayan bir Türk kimliği temelinde ulus devlet haline gelebilmesi, feodal sosyo-ekonomik ilişkileri değiştirecek sanayi devrimini gerçekleştirebilmesi, milli burjuvazisini ve liberal demokratik kurumlarını ortaya çıkarabilmesi için içeride de, dışarıda da barış ortamına ihtiyacı vardı. Bu nedenle Türkiye’nin yeni sınırları ulusal sınırlar olacak, bu mukaddes sınırlar ötesinde maceralara girilmeyecek, yakın kuşaktaki İmparatorluk ardılı devletlerle işbirliğine gidilerek barış ve istikrar alanı oluşturulacak ve Türkiye, çağdaş medeniyeti temsil eden Batı camiasında hakkettiği yeri alacaktı. Atatürk’ün bu vizyonu sayesinde, Batı’ya karşı anti-emperyalist mücadele veren ve gerilimi henüz üzerinden atmamış bulunan Türkiye’nin, başka yerlerde denge arayışına gitmediğinin, kendini yenileyerek ve güçlendirerek yine Batı içerisinde konumlanmayı tercih ettiğinin altını çizelim.

AKP, 2002 yılında iktidara geldiğinde, Atatürk’ün büyük stratejisinin yapı taşları sökülerek bir başka büyük stratejiye malzeme yapılmıştır. Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” ve “Komşularla Sıfır Sorun “ kuramları üzerinde yapılandırılan yeni büyük strateji Osmanlı İmparatorluğu’nun yayıldığı geniş coğrafya içindeki Müslüman topluluklarla ilişkileri canlandırarak geniş bir nüfuz alanı yaratılmasını öngörmekteydi. Böylece, Türkiye tarihi ve kültürel birikiminden yararlanarak bir güç çarpanı elde etmiş olacak ve bunu Batı camiasında güçlü bir konum elde etmek için kullanabilecek, hatta küresel aktör konumuna gelebilecekti. Batı vizyonu devam etmekteydi, ancak stratejik derinlik ile komşularla sıfır sorunun Türkiye için çelişkili iki hedef olduğu gözden kaçırılmıştı. Zira izlenen emperyal bir politikaydı, oysa Türkiye’nin komşuları ulusal kimliklerini Osmanlı-karşıtlığı temelinde inşa etmişlerdi. Ayrıca, ortak olarak seçilen Müslüman topluluklar bir çok ülkede azınlık statüsündeydi. Bunlarla dayanışma gösterilmesi bulundukları devletin içişlerine karışma anlamına gelmekteydi. Stratejik derinlik politikası, Türkiye’yi, izlenen siyasi hedeflerin çok uzağında bir yere götürmüştür: İktidarın değerleri ile ulusal çıkarlar arasındaki makas açılmış, kaynaklar israf edilmiş, PKK’yı Türkiye’ye karşı taşeron kullananların sayısı artmış, ”emperyalistlerin çizdiği sınırlar değişebilir” denilerek Orta Doğu bataklığına saplanılmış, ileride darbe girişiminde bulunacak bir karanlık cemaat devletin damarlarına girmiş ve müttefiklerimiz, geleneksel ortaklarımız  Türkiye’nin gerçek emelleri hususunda kuşkuya düşmüşlerdir. Bugün Türkiye’nin OrtaDoğu ve Doğu Akdeniz’de maruz kaldığı çevrelemenin çıkış noktasını bu kuşkuda aramak yerinde olacaktır.

15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra ise, Türk dış politikası bir büyük strateji olmadan, siyasi hedefleri muğlaklaşmış, tutarsız ve dağınık bir manzara vermeye başlamıştır. AKP’nin tek başına iktidar özelliğini de kaybetmesinin etkisiyle dış politikada milliyetçi , güvenlikçi ve Batı-karşıtı perspektif  hakim olmuştur. Batı-karşıtlığı anti-emperyalizm olarak anlaşılmamalıdır. Zira, baskı karşısında taviz üzerine taviz verilmiştir. Türkiye oyun kurma yeteneklerini kaybetmiş, kararlar, diplomaside “Tutarsız Aşamalık “ denilen metodla, Türkiye’ye karşı oynanan oyunlara reaksiyon verecek şekilde alınmıştır. Tepkisel kararlar, doğası gereği çelişkileri de beraberinde getirir. Rusya ve Çin’e, eksen değişikliğine varacak biçimde yakınlaşma bunlardan biridir.

 

Nasıl bir Büyük Strateji?

 Türkiye sadece büyük stratejisini kaybetmemiş, son 60 yıl içerisinde devlet felsefesi de zayıflamıştır. İktidar sahiplerinin “devletin beka mücadelesi verdiği” söylemi ve son olarak yeni anayasa hazırlanması çalışmalarını “yeniden kuruluş anayasasının hazırlanması” şeklinde tanımlamaları, bu gerçeğin farkında olduklarının işareti olsa gerek. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti kime karşı beka mücadelesi vermektedir? ve Türkiye devleti neden yeniden kurulacaktır?, bu sorulara tatmin edici yanıtlar alınamamaktadır. Esasında Anayasa, toplum ile devleti arasında bir sözleşmedir. 17. yüzyılın realist, materyalist siyaset felsefesini belirlemiş bir İngiliz düşünürü olan Thomas Hobbes, toplum sözleşmesi fikrinin çıkış noktasıdır. Rönesans ile Aydınlanma arasında kalan, “aklın keşfedildiği” dönemde yaşan Hobbes’un fikirleri bilahare, aydınlanmacı Jean Jacques Rousseau tarafından geliştirilmiştir.

Her iki düşünüre göre, insanlar doğa halinde eşit ve özgürdürler. Ancak, insan güvenliği doğal hukukla sağlanamamaktadır. İnsanlar, güvenliklerini sağlamak için bir toplum sözleşmesiyle özgürlüklerinden kısmen feragat edip, devleti kurmuşlardır. Devlet bir özgürlük-güvenlik dengesine dayanmalı ve toplumunun hizmetkarı olmalıdır. Düşünce dünyasında, feodalizmden kapitalizme geçiş aşamasında, bu realist, materyalist temelde ortaya çıkan devlet anlayışı, sanayi devriminin gerçekleşmesi ve burjuva sınıfının güçlenmesi ile birlikte liberal ve sosyal boyutlar da kazanmıştır.

Türkiye’de özgürlük-güvenlik dengesi, 1960’lardan bu yana güvenliğin lehine bozulmuştur. Askeri darbeler ve PKK terörü demokrasimizi aşındırmış; özgürlük alanını sınırlandırmıştır. Son 20 yılda ise, demokrasinin belkemiği olan güçler dengesi kaybolmuş, kurumlar arasında işlevsel farklılıklar muğlaklaşmış ve Cumhurbaşkanlığı sistemine geçildikten sonra, en üst kurumun mutlak hakimiyeti, kurumların liberal özelliklerini kaybetmelerine yol açmıştır. En önemlisi, devletteki demokratik gerilemenin toplum nezdinde demokrasi kültürünün zayıflamasına yol açmış olmasıdır.

Devlet felsefesinde yitirilen bir başka değer ise kapsayıcılıktır. Devlet, toplumun her kesimini kapsayıcı olmaktan maalesef uzaklaşmıştır. Esasen tarihimize bakacak olursak, 13. yüzyılda Anadolu’ya kitleler halinde göç eden Şamanist/ Kalenderi Türkmen kavimlerin, Fars yanlısı 2. Gıyasettin Keyhüsrev’e başkaldırdıkları , Anadolu Selçuklu Devleti’nin sonunu getiren Babai Ayaklanması’dan bu yana dışlanmanın yol açtığı istikrarsızlıklar bu coğrafyanın kaderi olmuştur. Tanzimat döneminden sonra beliren iki ana görüş arasında hoşgörüsüzlük ve dışlanma ise, modern dönem Türk siyasetine damgasını vurmuştur: Bunlardan birisi Batı yanlısı, laik; diğeri ise, İslami değerleri, yaşam tarzını savunan, şeriatçı görüştür. Söz konusu iki görüş hiç bir zaman bir sentez yaratma çabasına girmemiş; diğerini kendisine benzemesi gereken bir öteki olarak görmüştür. Bu durum, Türkiye’yi çoğulcu demokrasiyi üretmekten alıkoymuştur.

1960-90 döneminde sadece bu iki ana eksen arasında değil, İmparatorluk’tan miras kalan toplumun alt kültür katmanları arasındaki çatlaklar da büyümüştür. Alevisi, Ermenisi, Rumu, Yahudisi, Kürdü, Lazı, Sünni Müslüman Türk’ü herkesin kendisini, bulunduğu parça üzerinden kimlikleştirdiği ve ötekileri sorun olarak gördüğü, dışarıdan da kullanılmaya müsait bir ortam doğmuştur. Böylece, kurucu vatandaşlık kimliği zayıflamıştır. Özellikle,1970 ve 80’lerin ideolojik çatışmaları, Türkiye dışında mikro milliyetçi eğilimden de güç alarak etnik ayrılıkçı teröre zemin hazırlamıştır. Türkiye, İmparatorluk ardılı diğer devletlerin yaptıkları gibi toplumunun kültürel zenginliğini harmanlayıp bir yumuşak güç olarak kullanma fırsatını kaçırmış; aksine bu zenginlik bir çatışma potansiyeline dönüşmüştür. 1980 askeri darbesinden sonra, birleştirici olacağı düşüncesiyle tepeden empoze edilen “Türk-Sünni İslam kültür modeli” ise, aksine bir çok grup için dışlayıcı, ötekileştirici olmaktan başka sonuç vermemiştir. Toplumsal hafıza ile devlet hafızası arasındaki fark iyice büyümüştür.

2000’li yılların başında devleti milletiyle barıştıracağı sloganıyla iktidara gelen AKP, bu hedefinde maalesef başarılı olamamıştır. Roller değişmiş, bu kez Batıcı, laik kesim ötekileştirilmiş ve Sünni mütedeyyin kalıbına uymayan herkes dışlanmıştır. İkbal peşinde olanların kirli sakal bıraktığı, eşlerini tesettüre soktuğu, camilerde boy gösterdiği ilginç bir dönemden geçmekteyiz. Geçmişte elde kadeh dolaşıldığı gibi, yaşam tarzı sembolleri bir uçtan diğer uca savrulmuştur. Bu tür yöneticinin herkesi kucaklaması ve sorunlara çare araması beklenemez. Öte yanda, bir dil sürçmesi neticesi bilinç altının ortaya çıkması olarak değerlendirilen “Affedersiniz Ermeni” ifadesi bu dışlamanın ufak bir tezahürüdür. Siyasi otorite Parlamentoda toplumumuzun belli bir kesimini temsil eden bir siyasi partinin kapatılmasını istemektedir. Bu partinin kapatılmasıyla sorun çözülmüş mü olacaktır? Bilakis, o partiyi destekleyen kitle devlete daha da yabancılaşacaktır. Buna ilaveten, vatandaşın ihtiyaç duyduğu kısıtlı mali kaynakların öncelikle yurtiçinde 10 yıldır bakılan Suriyeli sığınmacılar, yurtdışında ise mevcut iktidara yakın Müslüman topluluklar için kullanılması, bu devlet kimin için var? sorusunu meşrulaştırmaktadır.

Türkiye’nin yeni anayasası ancak, ilkeleri, değerleri, kurumları, hak ve özgürlükleri ile liberal demokrasi temelleri üzerinde inşa edildiği ve siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel alanlarda tam kapsayıcı zihniyeti yansıttığı takdirde, bugünün eklektik darbe anayasasından farklılık yaratacaktır. Devlet felsefesi bu şekilde tazelendiği takdirde, üzerinde sağlıklı bir büyük strateji kurgulanabilecektir.

Bugün uluslararası sistem çatladığı yerlerde kırılmaktadır. Soğuk Savaş sonrası dönemin genel karekteri olan ABD hegemonyası, yerini giderek çok merkezli bir sisteme bırakmaktadır. ABD hala küresel güç pozisyonunu korumakla beraber, yeni doğan merkezler geçmişin hegemonunu zorlamaktadır. Küreselleşme ve bilişim çağı sadece uluslararası sistemin değişmesine, yol açmamakta; uluslararası ilişkilerin geleneksel özelliğinin dönüşümüne de sebep olmaktadır. Ulusal devletler hala uluslararası yapının temel birimleri olmakla beraber, egemenlik kavramı eskisi kadar güçlü değildir. Uluslararası ilişkilerin yanı sıra, devlet-dışı aktörler arasındaki ulus-ötesi ilişkiler zamanla boyutlanmaktadır. Devletlerin davranışlarını izah etmek için dış politika analizleri artık yeterli değildir. Dış politikaya ilaveten, ulus-ötesi ilişkileri de dikkate alacak biçimde bütüncül dış işleri analizlerine ihtiyaç duyulmaktadır. Öte yanda, AB örneğinde görüldüğü üzere, devletlerin egemenlik devri yoluyla ortaya çıkan ulus-üstü yapılanmalar ve bunların uluslararası sistem içerisinde oynadıkları rol de dikkate alınmalıdır. Söz konusu ortamda yumuşak güç, en az askeri güç kadar önem kazanmıştır. Devletler, karşı karşıya geldikleri sorunlar karşısında, “Akıllı Güç” olarak tanımlanan sert ve yumuşak gücün ideal karışımlarını bulmakta, çoğu kez zorlanmaktadırlar

Türkiye, uluslararası yapının bu kompleks özellikleri karşısında zorlanmaktadır. İçteki zaafiyetleri, son 40 yıl içerisinde ,dışarıda bazı aktörler tarafından, başta PKK olmak üzere, terör örgütleri yoluyla kendisine karşı bir örtülü savaşın yürütülmesine imkan vermektedir. Böylece, ülkemiz içte sürekli çatışma ve istikrarsızlığa mahkum edilerek, ekonomik açıdan kalkınmış, güçlü bir devlet olması engellenmektedir.  Türkiye, içeride demokrasisini güçlendirdiği ve toplumsal barışı sağladığı ölçüde dışarıda daha güçlü pozisyona gelecektir. Bunun için Avrupa Birliği’nin teşkil ettiği, Avrupa demokrasi ve istikrar alanına er veya geç katılmayı yeniden öncelikli stratejik hedef haline getirmelidir. AB üyeliğinin, bugünün koşullarında Türkiye için çok zor bir hedef olduğu bilinmektedir. Ne var ki; samimi gayret gösterildiği ve uygun koşullar oluşturulduğu takdirde, zorluklarla döşenmiş de olsa, her yolun aydınlığa çıkacağı tecrübeyle sabittir. AB üyeliği bir elitist hedef olarak kalmamalı, tabana yayılmalıdır. Avrupa Birliği ile geliştirilecek işbirliği, Kopenhag ve Maastricht kriterlerine uyum, demokrasi kültürümüzün güçlendirilmesine, kurumlarımızın liberalleşmesine, hak ve özgürlük alanının genişlemesine, devletin sosyal boyutunun derinleşmesine ve ekonomik refaha katkıda bulunacaktır. Halkımız AB üyesi Türkiye’de yaşam standartlarının geçmişe nazaran çok daha iyi olacağını ve artık dışlanma, ötekileştirme ile karşılaşmayacağını bilmelidir. AB üyeliğinin, orta ve doğu Avrupa ülkelerinde etnik ayrılıkçı hareketlerin sonunu getirdiği göz önünde bulundurulmalıdır.

Ayrıca, Immanuel Kant’ın Ebedi Barış Alanına dahil olmanın, Atatürk’ün öngördüğü biçimde, Türkiye’nin yakın çevresindeki komşularıyla sorunlarını çözüme kavuşturarak, bir barış ve istikrar kuşağı oluşturulmasına, komşularıyla sınırlarını yumuşatarak geniş bir pazar ve ekonomik işbirliği alanı yaratılmasına katkıda bulunacağı şüphesizdir. Böylece yaratılacak sıfır toplamlı oyun alanının komşularımızın da pozisyonlarını esnetmelerine yol açacağı tahmine müsaittir.

Küreselleşmiş, karşılıklı bağımlı hale gelmiş, çok merkezli dünyada Türkiye’nin yeri Avrupa merkezinde Batı dünyası olmakla beraber, diğer merkezlerle de dengeleyici işbirliği ilişkileri geliştirilmektedir. Ancak bu ilişkiler, bugün olduğu gibi bir stratejik işbirliği, stratejik ortaklık boyutuna getirilmemelidir. Yurtta barış, dünyada barışın yanı sıra stratejik derinliğe sahip olunması da önemlidir. Türkiye, bu yolla bugünkü bölgesel aktör konumundan daha ileri konuma gelebilecek, uluslararası sorunlar karşısında sözünün dinlendiği güce erişebilecektir. Bu güç artırılmış yumuşak güç olacaktır. Ne var ki; stratejik derinlik Yeni-Osmanlıcılık üzerinden olamaz. İmparatorluklar dönemi kapanmıştır. Devlet olsun, topluluk olsun, kimse yeni bir imparatorluğun vassalı olmak istemez. Türkiye’nin islam dünyasını birleştirme, himaye etme gibi bir misyonu da yoktur ve olamaz. Stratejik derinlik akraba topluluklar vasıtasıyla bu toplulukların bulundukları devletler üzerinden sağlanabilir. Türk toplumunun kültürel çeşitliği dikkate alındığında küresel akrabalarımız açısından çok zengin olduğumuz söylenebilir. Sadece dünyanın her köşesinde bulabileceğimiz vatandaşlarımız ve Türk soylular değil, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler, Ezidiler, Gürcüler, Çerkesler, Kürtler, Araplar; toplumuzun her kültürel alt grubunun yurt dışındaki uzantısı bizim akrabamızdır. Ulus ötesi ilişkiler kullanılarak, çoğu bulundukları devletlerde karar verici düzeyde temsil imkanını bulmuş ve/veya ekonomik alanda söz sahibi duruma gelmiş bu gruplar angaje edilmeli ve Türkiye sevdası küresel alana yayılmalıdır.

Barışmış, birleşmiş, çoğulcu bir toplumsal temelden güç alarak geliştirilmiş böyle bir büyük strateji, Türkiye’yi dış ilişkilerinde çok daha iyi pozisyona getirecek ve saygınlığını artıracaktır.

 

Bülent Meriç Büyükelçi (E)

Ortak Akıl Politika Geliştirme Derneği Dış Politika Masası Koordinatörü

 

 

 

 

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları