28 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

E. BÜYÜKELÇİ DR. A. BÜLENT MERİÇ YAZDI – İRAN’DA İSLAM CUMHURİYETİ SONA MI ERİYOR?

Ana Sayfa » DÜNYA » E. BÜYÜKELÇİ DR. A. BÜLENT MERİÇ YAZDI – İRAN’DA İSLAM CUMHURİYETİ SONA MI ERİYOR?

Eklenme : 09.12.2022 - 10:14

E. BÜYÜKELÇİ DR. A. BÜLENT MERİÇ YAZDI – İRAN’DA İSLAM CUMHURİYETİ SONA MI ERİYOR?

İran, klasik döneme uzanan tarihi ve medeniyeti ile Batı Asya’yı Avrasya’ya bağlayan önemli bir siyasi merkezdir. Kültürler coğrafyasına bakıldığı takdirde bir medeniyet havzasını diğerine bağlayan geçiş ülkesi konumundadır. İran’ın dışlandığı bir Ortadoğu ya da Avrasya jeopolitiğinin başarıyla ulaşması şansı zayıftır. 1980’li yılların ünlü strateji uzmanı Zbigniew Brzezinski İran’ı, “Batı Asya’nın Jeopolitik Mihveri” olarak tanımlamıştır. Jeopolitik mihverler, ulusal güçleri değil hassas coğrafyaları tarafından belirlenmektedir.

Soğuk Savaş’ın dorukta olduğu 1960lar ile 1970lerin ilk yarısında, ABD tarafından SSCB’ni çevreleme politikasının bir yapı taşı olarak araçsallaştırılmış bulunan İran, 1979 devrimi sonrası siyaseten bir İslam Cumhuriyeti kalıbında yeniden şekillenince, dış politikasında kısaca “ne Batı ne de Doğu, İslam Cumhuriyeti” diye özetlenebilecek bir çizgiyi benimsemişti. Sonucuna bakılacak olursa, devrim bir İslam devrimi değil, bir Şii devrimiydi. Cumhuriyet’in egemenlik anlayışı da, demokrasi anlayışı da teokratikti. Egemenliğin kaynağı hiyerarşik Şii mollalar yapısına bağlıydı ve halkın iradesi, sadece Şiiliğin ilahi kurallarına uygun olduğu takdirde dikkate alınıyordu. Fransa ya da Rusya’daki devrimlerin aksine, İslam devriminin açık bir ideolojisi bulunmuyordu. Ayetullah Humeyni, Şii akidesini hem toplumsal yaşam tarzı hem de devletin temel felsefesi haline getirmeyi başarabilmiş bir teologdu. İronik olarak, Şii İslam anlayışı, bugün birer anti-tez olarak gördüğü Evanjelizm ve Siyonizm gibi, dünyamızı hakça bir düzene kavuşturacak Mehdi beklentisi üzerinde kurgulamıştı. Bu Mehdi kaybolan 12. İmamdı. Humeyni’nin Velayet i Fakih tezi, 12. İmam gelinceye kadar İslami hukuk bilginleriyle, din adamlarının devleti yönetebileceklerini söylüyordu. Böylece, Pluton’un Devleti’nde olduğu gibi, bilge filozoflar halkı, adil bir düzen içerisinde, mutlu kılacaklardı.

İslami devrim içeride buna göre bir yeni toplumsal ve siyasal ulusal kimlik inşa ederken; dışarıda ise, İsrail ve ABD karşıtlığı üzerinden meşruiyetini pekiştirmeye çalışıyordu. Aslında, bugün IŞİD’de olduğu gibi,Humeyni de ulus devlet modelini Batı’nın Doğu toplumlarına empoze ettiği, bölen ve ayrıştıran bir devlet yapılanması olarak görüyordu. Nihai hedef bir büyük İslam Devleti’nin ortaya çıkarılmasıydı.Bunun için de mustazaflar (ezilmişler) müstekbirler (zalimler) karşısında her zaman desteklenecekler ve Müslüman toplumlar Batı’nın desteklediği ceberrut yönetimlerin zulmünden kurtarılacaktı. Humeyni için İran’ın jeopolitik önemi çok fazla bir anlam içermiyordu. İran’ın İslam Dünyası’ndaki öncü rolü çok daha önemliydi. Ne var ki; devrimin İslam coğrafyasına ihracı politikası İran’ın yalnızca Batı’da değil, Doğu’da da yalnızlaşmasına yol açmıştı. Anılan ortamda patlak veren İran-Irak savaşı, Batı’ya, İran’daki mevcut rejimi devirmek için güzel bir fırsat sağlamıştı, zira ülke içerisinde değişik etnik ve dini gruplar ayaklanmışlardı. Ancak, beklenen gerçekleşmedi.

Humeyni döneminde Dini Lider’in teorik yönlendirmesi ve ulusal çıkarlar arasında başgösteren farklılık iyice belirginleşmişti. Teorik yönlendirme rejimin meşruiyetini sağladığı için bir tabu haline gelmişti. 1989 yılında Humeyni’nin ölümü , Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve buna bağlı olarak İran’ın jeopolitik çevresinde meydana gelen dönüşüm Rafsancani’nin pragmatistlerine, dışarıda alan açan bölgesel ve uluslararası stratejilerin izlenmesi imkanını vermiştir. 8 yıllık savaşın ardından gelen bu dönemde, hayati öneme sahip petrolün kesintisiz akmasını sağlamak için Basra Körfezi’nde güvenliğin tesisi ve ülkenin yeniden inşa edilmesi için kollar sıvanmıştır. Bunun için hem içeride hem de dışarıda yumuşamaya gidilmiş; Humeynisizleştirme ile birlikte Batı ile yeniden diyalog ve işbirliğini başlatma arayışına girilmiştir. Ancak, ABD uzatılan zeytin dalını almamış, rejimi devirme hedefinden zere taviz vermemiştir. Bu durum İran siyasetinde ve toplumunda bugüne kadar devam eden Muhafazakar ve Reformcu ayrılığına zemin hazırlamıştır.

1997’de Cumhurbaşkanlığına seçilen reformcu Muhammet Hatemi, İslami kuralları geniş yorumlayarak nispeten daha demokratik ve özgür bir ortamın oluşmasında başarılı olmuştur. İranlı kadınların siyasetteki ve sosyal hayattaki sesi yükselmiş; 2003 yılında Şirin Ebadi’nin Nobel Barış Ödülü’nü kazanması, kadınların ön plana çıkaran, teşvik edici bir gelişme olmuştur. Hatemi, dış politikada ise, Medeniyetlerarası Diyalog söylemiyle, dış dünya ile ilişkileri geliştirmeye ağırlık vermiştir. Hatemi’nin açılım politikası ve Afganistan’da Taliban -karşıtlığı üzerinden ABD ile yaptığı gizli işbirliği de, Vaşington’dan beklenen yumuşamayı getirmemiştir. Bilakis, zamanın Başkanı George W. Bush, 29 Ocak 2002 tarihli“Şer Ekseni” konuşmasında İran’ı da tahayyül ettiği bu eksene yerleştirerek, sonuçta İran’da rejim değişikliğinin amaçlandığının altını bir kez daha çizmiştir.

Bush’un “Şer Ekseni” konuşması Reformcuların rüzgarını kesmiş ve 2005 yılında Muhafazakarlardan Mahmud Ahmedinejad’ın Cumhurbaşkanlığının  önünü açmıştır. Bu dönemde Ahmedinejad’ın isminin öne çıkmış olması ilginçtir. Zira adı geçen Velayet i Fakih tezine karşı çıkan Hüccetiye cemaatının mensubudur. Cemaat taraftarları İslam Devleti kurulması için mutlaka kayıp imamın dönüşünün beklenmesi gerektiğine inanmaktadırlar. Ahmedinejad, dış politikasında, İran’ı dini bir zemin üzerinde tanımlamak yerine, uluslararası sistemdeki değişimi de dikkate alarak pragmatik bir jeopolitik çizgiyi takip etmiştir. Bu bağlamda İran’ın yeni dünya düzeninin parçası olabilmesi için, Batı’ya alternatif birlikler içerisinde yer alınmasına önem verilmiştir. Rusya’da, Putin’in başkanlığındaki Avrasyacı hareketin güç kazanması, İran’ın, enerji kaynakları açısından çok zengin olan  ve kısaca Avrasya olarak tanımlanan “Yeni Doğu”ya nüfuz etmesine yardımcı olmuştur. Ayrıca, nükleer program ve bunun Batı’da yarattığı tehdit algılaması, İran diplomasisine, yeni hedeflerine ulaşabilmesi için bir hayli alan açmıştır. İran, nükleer programı sayesinde rejimin caydırıcılığını artırmış ve ABD’nin önderliğindeki Batı ile pazarlıkta elini güçlendirmiştir.

11 Eylül 2001 terör saldırılarının ardından ABD’nin Afganistan ve Irak’a müdahale etmesi, paradoksal biçimde İran’daki rejimin işine yaramıştır. Afganistan’da, İran’ın can düşmanı olan Taliban yönetimden uzaklaştırılmış; Irak’ta ise, Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra Şii bir rejimin yerleştirilmesi hedeflenmiştir. Yeni Muhafazakar Vaşington’un gözünde Şiiliğin İslam’ı yorumlama ve dünyayı okuma şekli, radikalleşmeye çok daha açık olan Sünniliğe tercih edilmiştir. Zaten Şiilik ile Yeni Muhafazakarların Evanjeliziminin Mehdilik anlayışları birbiriyle örtüşmekteydi. Ayrıca, Irak’ta, Arap milliyetçiliği ile donatılmış bir Şii rejim oluşturulduğu takdirde İran’daki Batı-karşıtı rejim, aynı felsefeye sahip bir Irak ile dengelenebilirdi.Nitekim Şiiliğin esas çıkış yeri Irak’tı ve Kerbela dahil, Şiilerin bütün kutsal mekanları Irak’taydı. Böylece, İran’daki yönetimin teolojik meşruiyeti, yani Velayet i Fakih tezinin geçerliliği sorgulanabilirdi.

Ancak olaylar ABD’nin planladığı gibi gitmedi. Aksine İran, Irak’ın en yakın müttefiki oldu ve Irak alternatif bir Şii devlet olmak yerine, Şii Hilali’ni oluşturma yolunda çok önemli bir yapı taşı haline geldi. Bu noktada dikkate alınması gereken husus, her ne kadar dini bir temele dayanıyor gözükse de, Şii Hilali’nin jeopolitik bir proje oluşudur. Bugün İran rejimi, dış politikasında, Humeyni’nin belirlediği dini zeminden tamamen uzaklaşmıştır. Bunu, Arap Baharı sürecine karşı izlenen politikalardan görmek mümkündür. Önceleri, halkların diktatörlere karşı protestolarını “İslami Uyanış” olarak niteleyen Tahran, içte Mir Hüseyin Musavi’nin başını çektiği “Yeşil Hareketi”nin güç kazanması; dışta ise Suriye’de müttefiki Esad’ın köşeye sıkıştırılması üzerine tutumunu değiştirerek, Şii Hilali’ni korumaya yönelik bir jeopolitik çizgi izlemeyi tercih etmiştir.

Günümüzde İran, devrim felsefesi ile jeopolitik çıkarlar arasında sıkışıp kalmış, devrimin açmazlarına pragmatik  cevaplar verebilecek ideologu olmayan ve bu nedenle çıkış noktasını bir türlü bulamayan bir bölgesel güç konumundadır. Dış politikadan sonra devlet sistemi ve toplumsal yaşamda da dinden uzaklaşılacak mıdır? Rejim bekasını sağlayabilmek için, dini siyasallaştırmış olmasının getirdiği yükü üzerinden atacak mıdır? Bu sorulara şu an itibariyle kesin ve net cevaplar vermek mümkün değildir.

Bununla beraber, zayıf da olsa iç politikalarda da dinden uzaklaşma yolunda adımlar atılacağının işaretleri alınmaya başlamıştır. Bir kere Velayet i Fakih tezinin geçerliliği bizatihi dini camiada sorgulanır olmuştur. Dini Lider Ali Hamaney yaşlanmıştır ve yerine geçebilecek teolojik olgunlukta bir lider mevcut değildir. Aksine, Irak’ta, İran’daki mevcut yönetimin dini açıdan meşruiyetini sorgulayan rakip liderler bulunmaktadır. Artık muhalifler de sert polisiye tedbirlerle susturulamamaktadır. Meydanlarda acımasızca yapılan infazlar, protestocuları sokağa inmekten ve eskiden dokunulmaz görülen mollaların sarıklarını düşürmekten alıkoymamaktadır. Ahlak polisliği yapan Besiçler ve İrşad Devriyeleri çaresiz kalmıştır. Rejim, halkı yatıştırmak için İrşad Devriyelerinin lağvedildiğini duyurmak zorunda kalmıştır. Bu, rejimin temelinden bir yapı taşının kaldırılması anlamına gelmektedir. Başını açtığı için genç yaşta hayata veda eden Mahsa Amin’in saç telleri, yarım asırdır toplumuna Orta Çağ’ı yaşatan baskıcı molla rejimini temelinden sarsan bir depremi tetiklemiştir.

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları