20 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- AŞIK VEYSEL: ”NE YILDIZA NE AYA, UÇSUZ BUCAKSIZ BİR DERYAYA, GELMEZ YOLA GİDİYORUM.”

Ana Sayfa » GÜNCEL » EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- AŞIK VEYSEL: ”NE YILDIZA NE AYA, UÇSUZ BUCAKSIZ BİR DERYAYA, GELMEZ YOLA GİDİYORUM.”

Eklenme : 04.04.2022 - 12:28

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- AŞIK VEYSEL: ”NE YILDIZA NE AYA, UÇSUZ BUCAKSIZ BİR DERYAYA, GELMEZ YOLA GİDİYORUM.”

Ne yıldıza, ne aya… Uçsuz bucaksız deryaya. Gelmez yola gidiyorum.”*

Ardıç ağaçlarının hışırtısını duyuyorum. İçimdeki sesleri dinleyen Beserek Gölü bugün her zamankinden daha mahzun. Bir zamanlar deve kervanları gelip geçermiş bu şifacı yerden. Yakınlarda uçan meşeliğin kuşları. Şahin kayası yerinde duruyor mu eskisi gibi? “Arzusunu çektiğim Beserek Dağı, Elvan Elvan çiçeklerin açtı mı?”*

Buraya ilk kez babam elimden tutup getirmişti beni. Karaca derlerdi babama. Şatıroğlu Ahmet. Şiir dilinden deyişleri ilk ondan duydum. Hepsini ezbere bilirdi. Âşıklar gelip geçerdi evimizden. Ben karanlıkta uzayıp kısalan sesler biriktirirken, bir gün bir sazla çıkıp geldi. “Artık sen söyle Veysel, ben dinleyeyim” dedi. Anamla ikisi ömürleri yettiğince dinlediler de, erken gittiler.

Anam Gülizar beni koyun sağmaya giderken yolda doğurmuş. Kendisi kesmiş göbeğini. Bir çarşafa sarmış ıslak bedenimi, yürümüş gitmiş sonra da. Ah! Garip anam! İki kızını çiçek kapmış, bir bir yatırmış toprağa. Çiçek, adına hiç yakışmadan çürütürmüş insanı. Benim de yedi yaşında kararttı dünyamı. Ondan önce seker koşar oynardım her çocuk gibi. “Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim. Yine sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kaydı düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım. Çiçek zorlu geldi. Sol gözümde çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de solun zorundan olacak, perde indi.”*

Perdenin arkasından baktığım zamanlardı. İnek sağardım. Dalmışım bir gün, çevirmemle başımı ışıklı gözüme değneğin ucu girdi. Her yer temelli zindan oldu. Çocuk cıvıltıları duyardım kapının önünde, içim cızlardı. Kardeşim Elif bahçeye çıkartırdı o zaman. Babam da o günlerde tezeneyi elime tutuşturdu. Molla Hüseyin sazımın tellerini onardı. Çarmışıhlı ihtiyar Âşık Ali Ağa ustam oldu. Gönül gözüm açıldı. Başka bir dünyanın kapısından uzun ince bir yola girdim. Kimler yoktu ki orada; Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, koca yürekli ozanlar…

İki kapılı handa eğlenirken çok insana rastladım. Kimileri yarenlik etti, kimi de daha başında bırakıp kayboldu. Savaş çıktı. Abim askere gitti, komşu delikanlılar gitti. “Düşmanı denize dökerken millet, felek kırdı kolumu, vermedi nöbet.”* Gidenler özlendi. Sazım bile sustu o zaman. Kendi dünyama kapandım.

Kurtuluşa yakın, can yoldaşı olsun diye Esma ile evlendirdiler. Cennetim oldu, sevdim onu. Sekiz yıl böyle geçti. Bebeler geldi, şenlendim. İlkin sazımın tellerinden biri koptu, oğlum anasının memesinde can verdi daha on günlükken. Kızım altı aylıktı, Esma bırakıp kaçtı evimizdeki yanaşmayla, aklını çelmiş… “Hayat bana yakın, yar bana uzak. Sevdası başımda dolanır gitmez. Aşkına düşeli ar bana uzak. Yüz bin öğüt versen biri kar etmez.”*

İki sene kızımı bağrıma bastım. Nafile, onu bu dünyada tutmaya yetmedi gücüm. Uzaklar yakın olsun bundan sonra dedim. İlk defa ayrıldım Sivrialan Köyü’nden. Yanımda iki gözüm dostum İbrahim, Beleni Köyü’nden Kasım’ın yanında kaldım tam üç ay. Çaldım, söyledim. Dinleyenlerim oldu, yarama merhem oldular. Yoluma Kara Yaprak Köyü’nden bir kız, Gülizar düştü. Karanlık dünyamı güldürdü. Altı çocuğumun anası Gülizar’a al yanaklı derler. Yârimin yüzünü hiç görmesem de bağımda, bahçemde, evimde kokusunu duyar oldum.

Günler birbiriyle yarıştı. Sivas’ta Halk Ozanları Bayramı varmış. Hiç durma sen de git dediler. Üzerimde kara koyun yününden giyitlerim. Kendi diktiğim çarıklarımla, yanımdan ayırmadığım değneğimle bir garip âşık idim. On dört şair üç gün çalıp söyledik. Yarışmada birinci olmuşum. Emeğiniz dediler, para da verdiler. Kimi azımsadı, kimi sevindi. Ben para istemedim. “Olur mu hiç” dedim, sesimi duyurdum ya bundan ala ödül mü var?

Şenlik sonunda Edebiyat öğretmeni Ahmet Kutsi Tecer yanına çağırdı beni, davranışımı beğenmiş. “Bana yol gösterdi, büyük büyük yardımı oldu. Bunun üzerine derin düşündüm. Kendimdeki şüpheyi attım. Şiir içimden geliyordu ama utanıyordum.”* Bundan sonra sazım gönlümdeki şiirleri çalacaktı.

Yıl 1933 oldu. Cumhuriyetin onuncu yılı kutlanmıştı. Yurdun her yerinden Ankara’ya şairlerin şiirleri yol bulup aktı. Benim de bir Cumhuriyet destanım vardı. Şiirim elimde, iki gözüm İbrahim’le yaya çıktık yola. Köylerin içinden geçtik. Hava soğuktu. Sivas Ankara arası dumanlıymış dağlar. Onlarla birlik olmuş ırmaklar. “Anlat bana İbrahim, Kızılırmak kızıl mı akardı durmadan” dedim. “Veysel’in gözünden çağlayan sular, derdim gizli durur, yüzlerim güler, seni tutsun beni tutan uykular, derin uykulara dal Kızılırmak .”* Tam üç ayda vardık Ankara’ya.

Önce Erzurumlu Paşa dayı, sonra da dünya iyisi at arabacısı Hasan Efendi evini açtı bize. Gezmeye gelmemiştik, ne yapıp edip şiirimi duyuracaktım. Hakimiyet-i Milliye gazetesinin ismini duydum. Ulus’ta, Karaoğlan çarşısında önce sazımın tellerini değiştirecektik. Ankara, o günler telaş içindeydi. İran Şahı gelecekmiş. “Ayağımızda çarık, bacağımızda şal şalvar, şal ceket çarşıya sokmadılar bizi. Ne bilelim köylülük bir, cahillik iki, körlük üç. Döndük Hakimiyet-i Milliye Matbaası’na gittik. İlgi gösterdiler. Destanı okuyunca beğendiler. Fotoğrafımı çektiler. Gazeteye bastılar.”*

Ertesi gün çıkan gazetede şiirden fazla şuur demişlerdi destana. Bir gün önce geçit yokken yollar açıldı bize. “Ooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim. Kahvelere girin, oturun dediler.”* Atam bir gün sesimi duyardı elbet, kırk günü geçmişti geldiğimiz, paramız olsa geri dönecekti ya… Çaresiz halkevinin kapısını çaldık. Necip Bey duymuş sesimizi. “Yahu” dedi, “tanınmış adamlar, bunlara bakalım. Pazar günü de halkevinde bir konser versinler.”* Takım elbiselerle döndük geriye.

Tanınmaya başlamıştım. Şehir kasaba uzun ince yollardaydım. Şiirlerimi önce aklımda tutuyor, iyice demlenince erbabına yazdırıyordum. Plağa kaydettiklerinde “Sazıyla birlikte söyleyen bir ilk oldun” dediler. Sonra da radyolarda duyulur oldu sesim. Mesut Cemal radyoya ilk çıkışımda “İyi oku, herkes seni dinleyecek Veysel” dedi, haklıymış. Atam da duymuş beni, yanına çağırmış. Birkaç dakika erken çıkınca beni bulamamışlar. Bir daha da mümkün olmadı görmek. Düşününce içimde bir burukluk, atama hasretlik öylece durur.

Bir gün sevinçli bir haber geldi. Köy Enstitülerinde saz öğretmeni olmuşum. Ahmet Kutsi Tecer ön ayak olmuş. Görevlere giderken, bana çok benzettikleri küçük Veysel yarenlik etti. Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu… Nice çocuk sesleri duydum buralarda. Sazım coştu, çocukların aydınlık düşlerinin içinde. Kara toprağa hayat veren gençler çoğaldı. Benim de sadık yârim oldu kara toprak.

Yıllar akıp giderken köy burnumda tütüyordu. Yapacaklarımın çoğunu yapmıştım. Maaşa bağlamışlardı.  “Verdikleri kıymeti hiçbir şeyle ölçemem.”* Karanlık Dünya diye hayatımın filmini bile yapmışlardı. “O yıl gözlerimin açılmasını teklif ettiler. Şimdiye kadar kafamda bir dünya yarattım. Gerçek şair olamazdım çiçek gözümü almasaydı. Gözüm açık olsaydı âşık da olamazdım. Hayır, istemem. Şimdiye kadar kafamda bir yuva kurdum. O yuvayı dağıtırım”*dedim.

Gerçek yuvama, köyüme döndüm. Şiirlerimden, sözlerimden şarkılar yapan sanatkâr insanlar oldu, gelip gittiler. Hepsi birer hatıra bıraktı plaklarıyla. Dünya değişti, karıştı, yönler seçildi. Ben hep dosdoğru gittim, çukura düşmemek için. Dokunduğum, gölgesinde serinlediğim meyve kokulu ağaçlarım büyüdü torunlarımla.  Veysel’in elmaları diye anılır oldu elmalarım. Kırmızıydılar. Çocukken aklımda kalan bu kan rengini bildim, bir de kömürün karasını. Yeşil ise hayattı, dokunduğumda bildim.

“Ah! Şu geniş dünyaya sığmayan gönül!”* Bir göz odaya sığar mı oldu. Ciğerlerim dertliymiş, kalbim de hasta. İçini açacaklarmış, “Olmaz” dedim. “Benim kalbimde sızlayan şeyler var, onu da görürsünüz.”* Hala çocuklar cıvıldıyor dışarıda. Bu defa sesleriyle avunuyorum. Bir de Esma gelmiş köye geri. Çok yoksulmuş, bir gün gelip af dileyecekmiş. “Yardımımı esirgemeyin, insan insana muhtaçtır” dedim.

Çoktandır dokunmadığım sazımı indirdim bugün duvardan. Öptüm, okşadım. Dedim, “Ben gidersem sazım sen kal dünyada hey. Gizli sırlarımı aşikâr etme mey. Lal olsun dillerin söyleme ya da hey.”*

Akşam oluyor, serinliğini duyuyorum. Oğlum Ahmet çiğdemlerin kokusunu getiriyor bana. Ardıç ağaçlarının tohumları dökülüyor yere. Meşeliğin kuşları cıvıldıyor. Çiçekler açmış. “Yolum artık buraya bir daha düşmez. Dönülmez bir yola gidiyorum. Ne şehre, ne köye… Ne yıldıza, ne aya… Uçsuz bucaksız deryaya. Gelmez yola gidiyorum.”*

 

(* işaretli kısımlar Âşık Veysel’in kendi cümleleridir.)

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları