29 Mart 2024 - Hoş geldiniz

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- BİR ÇUKUR, BİR HAYAT, BİR YAPRAK: ORHAN VELİ

Ana Sayfa » GÜNCEL » EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- BİR ÇUKUR, BİR HAYAT, BİR YAPRAK: ORHAN VELİ

Eklenme : 09.08.2022 - 11:17

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- BİR ÇUKUR, BİR HAYAT, BİR YAPRAK: ORHAN VELİ

 

Ankara Garı’nda bir tren, İstanbul istikametine doğru yola çıkıyor. Penceremde gözüken ayın yarısı karanlıkta. Sonbahar soluğunu yaprakların üzerinde gezdiriyor. İçimi acıtan bir şeyler var bu havada. Eksilen bir şey. İki gün öncesinde düştüğüm o çukurdan daha fazla acıtıyor bu canımı. Başım ağrıyor. Bir daha yeşertememekten korktuğum iki yaprak düşüyor ömrüme; biri dergim, biri sensin Nahit.

Düşüncelerim raylardan daha hızlı yol alıyor. Sana yazdığım cevapsız mektupları bir bir geçtiğim istasyonlara bırakıyorum hayalimde. Çok istesem de yanına gelememek… Senin yanına gelmek için çoğu zaman bir tren bileti alacak paramın olmaması… Ve şehrime gelmen için seni beklemek…

“Bundan sonra mektuplaşmamız da tuhaf olacak. Kaderleri ta başlangıçta ayrılmış, her biri ayrı birer kıtada kalmış iki eski sevgilinin ömürlerinin sonunda birbirlerinden haber alması gibi. Sen bundaki acılığı duymuyor musun? Ben çok duyuyorum.”*

Kimi zaman bu yalnızlık hissi başka insanların yalnızlıklarıyla birleşiyor. Kalabalık yalnızlıkların içinden geçiyorum. İnsanların sancılarını duyuyorum, bütün sesler birbirine karışıyor. Meyhaneler, rıhtımlar, sokak aralarında konuşuyorlar. Ben dinliyorum.

Dostlar… Dostlarla neşeleniyorum kimi zaman. Nevizade Sokağı’nda Lambo’nun yerindeyim yine. Yanımda Sabahattin Ali, Metin Eloğlu, Melih, Oktay, Bedri Rahmi de var. Muzipliğim üstümde. Birden bütün baharat ve balık isimlerini ezberimden söylüyorum. Gülüyorlar.

Gençliğimin baharındayım henüz, bir Macar lokantasında oturmuşum masaya, Oktay Rıfat’a mektup yazıyorum. “Şu anda yağmur yağıyor. Ve bulutlar geçiyor aynadan. Ve bugünlerde Melih’le ben aynı kızı seviyoruz”*.

Bir dalıp bir şiir yazdığım günler, belki de her şeye efkârlandığım. Bedri Rahmi’nin evindeyiz Bella da orada. Öğrenci o yıllarda. Dikkatle bana bakıyor. Durgunum. Bella “Dalgınsın” diyor, “Ne düşünüyorsun Orhan”? Bir şiir uzatıyorum eline. Anlatamıyorum…

Eski baharlar gelip geçiyor belleğimden şimdi. Lokomotifin tıngırtısı bir aşığın sözlerine karışıyor gözlerimi kapatınca. Veysel söylüyor. Esti bahar yeli karlar eridi. Kabarmış dağlarda kar çiçekleri.

Sanat dostları cemiyetinin düzenlediği bir sergideyim. Aşık Veysel’den söz ediyorlar, adına jübile yapmaktan, Güzel Sanatlar Akademisi’nde düzenlenen türkülü günden. Ben de Yaprak Dergisi’nde Aşık Veysel’i yazmalıyım. Yine yoksulum, dergiyi çıkaracak param yok.

Gece odamın duvarından indirdiğim resmi koltuğumun altına sıkıştırıyorum. Abidin Dino’yla buluşuyoruz. Dergiden bahsediyorum, “Çıkaracak kaynağın var mı” diyor. Mahcup bakıyorum yüzüne “İzin verirsen resmini satacağım”. “Yeter ki sat” diyor “Başka resimler de veririm”. Âşık Veysel, Abidin’in yazısıyla dergiye giriyor.

Parasızlıktan cemiyetin düzenlediği yemeklere, edebiyat toplantılarının çoğuna gidemiyorum. Nahit’i Edirne’ye sürdüler, bir zaman oraya gidip geliyorum.

Yıl 1950. Nazım açlık grevinde, direniyor. Dergide sesimizi birleştirdik. Oktay, Melih ve ben; biz de açlık grevine girdiğimizi bildirdik.  Şiirler açlık sınırını geçtiği yerde ölümsüzdür.

Tren bir istasyonda durdu şimdi. Tek başına duran bir kavak ağacını seçiyorum karanlıkta. Küçük bir çocuk oluyorum yeniden. Mahallemizin tek ağacıyla konuşuyorum.

“Güzel ağacım! Sen kuruduğun zaman biz de inşallah başka mahalleye taşınmış oluruz.”*

Beykoz İshak Ağa yokuşundan aşağıya iniyorum. Bir de ıslık tutturmuşum ki. Babam Mızıka’yı Hümayun’un klarnetçisi Mehmet Veli’nin akşam çaldığı ezgilerin en çocuk hali sesimde.

Göksu’dayım, Kâğıthane’deyim açık denizlere doğru yol alıyor kâğıttan gemilerim. Bilinmeyen bir zamana doğru ilerliyorum. “Kâğıttan teknesinde sevinç taşıyan gemi”*. En çok sevdiğim bilyeleri kargalara rüşvet veriyorum anneme gittiğim yeri söylemesin diye.

 

Çayır Sokak’taki üç katlı binanın içinde bir telaş var o arada. Ahşap konağın çiçekli penceresinden dadım başını uzatmış bana bakıyor. Daha çalmadan açıyor kapıyı annem. Kızartma tavasından yanan kolum yeni iyileşmiş. “Nerede kaldın” diyor, başımı öne eğiyorum. Odama koşuyorum hemen. Odama kadar uzanan akasyaların içinde kuşlar cıvıldıyor. Denizin kokusunu duyuyorum. Ağlardan kurtulmaya çalışan karidesleri özgür bırakmak istiyorum.

Bir zaman tünelinin içinde soluyorum geçmişi. Bu kara şehrinden giderken şiirlerimi dolduruyorum cebime. Dumanı tüter bacaların ıssız köylerden geçerken, ben bir sigara daha yakıyorum. Ayva ağaçları ağırlaşmıştır şimdi. Bu kış çetin geçecek belli. Benim üzerime giyecek bir paltom bile yok.

Bir çocuk ağlıyor arka kompartımanda.

Martılar telli duvaklı uçurtmalarla yarışırken, bir çocuk ağlıyor. Yıldız Sarayı’nın bahçesindeyiz. O kocaman saate şaşırarak bakıyorum. Annemin anlattığı mahyalar, kandiller, ip cambazlarını, kayıkların içindeki ateş gösterilerini bekliyorum olacak diye. Sadece sünnet yatağı var bir de balonlar. Yıl 1921. “Savaş var” diyor annem. Çocuklar ağlıyor.

Şiirlerimden önce Anafartalar Anaokulu’nda gökyüzünü boyuyorum. Galatasaray Lisesi’nin o görkemli kapısından içeri giriyorum. İlkokul yıllarım, Cumhuriyet’in de ilk yılları her yer bayraklarla donanmış. Şapkalı şık kadınlar geçiyor yanımdan. İçlerinde annem de var. Ak saçlı güzel kız dediğim annemin saçları siyah o zaman. Panayır kurulmuş oraya gidiyoruz.

Yanımda Halil Şefik, Münevver Abla’ya yazdığım mektupları atıp atıp bahçeye nasıl kaçtığımı anlatıyorum. Yüzüm kızarıyor, utanıyorum.

Bahar gelmiş Beykoz çayırına atlarda yayılmış özgürce. Kardeşim Adnan’la top koşturuyoruz. Dizimi parçalayan dikenli telin acısını duyuyorum yeniden. Kardeşim Füruzan bir tepede bekliyor. Uçurma uçurtacağız. Oyunların en güzelini evin bahçesine kuruyoruz. “Fırfırım” diyorum ona “hiç sandalye kalmasın bahçeye taşıyalım”.

Bahçede karpuz kabuğundan yaptığım fenerler asılı. Portakal sandıklarından bir sahne kuruyoruz. Aklımda büyük işler. Sandalyesini alan komşu seyirciler geliyor. Moliere’den bir oyunu canlandırıyorum. Bir çatırtı duyuyorum. Sahnem yıkılıyor. Gülüyorlar, “Ne gülüyorsunuz” diyorum, “Burada bir dram oynanıyor”. Edebiyat hayatımın ilk tohumlarını serpiyorum o evin bahçesine.

Babam Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nda bando şefi olmuş, hayat Ankara’ya doğru akıyor. Denizi martıları geride bırakıyorum. “Bir yıl deniz görmesem bir hoş olurum. Hele bir de bahar gelmez mi, buram buram yosun kokuları tütmeye başlar burnumda. Bu kokuyu bir kara şehrinde, bir bahar sabahı okula giderken duymuşumdur.*

Ankara’da Gazi İlkokulu son sınıftayım. Çocuk Dünyası Dergisi’nde ilk öyküm çıkıyor. Sevinçli bir çığlık sesi, bir yaprak yeşeriyor. Sonra da yazdığım bir piyes yayınlanıyor aynı dergide.

Erkek Lisesi’ne gidiyorum. Bir şiir arkadaşı buldum kendime. Hep Şiirden konuşuyoruz, edebiyattan söz ediyoruz. Teneffüs aralarını ziyan etmeyelim Oktay diyorum. Halkevinde Melih Cevdet’le tiyatro çalışırken karşılaşıyoruz. Aramıza katılıyor.

Üç kafadar artık ayrılmayacak uzun bir yola giriyoruz. “ Sesimiz”  okul dergimizde şiirlerimiz çıkıyor.  Edebiyat hocamız Hamdi Tanpınar öğütler veriyor bize.

Hamdi Beyle yıllar sonra Büyükdere rıhtımında bir teknenin içinde aynı kaderi paylaşıyoruz.  Tekne devriliyor, bir iki sıyrıkla kurtuluyoruz.

Bir mıknatıs gibi içine çekiyor beni kazalar. Melih’in sürdüğü arabadayız. Çubuk Barajı’ndan aşağıya uçuyoruz, ömrümden yirmi gün kayıp. Hayatı bedava yaşamadığım günler.

Denize doğru gidiyorum, deniz çekiyor beni.

“Bir yıl deniz görmesem bir hoş olurum*”. Bir vapur iskelesi, ayağım boşlukta. Motorla iskele arasında sıkışmak üzereyim. Bir telaş motordakilerde, kurtarmaya çalışıyorlar.

“Her gün bu kadar güzel mi deniz, böyle mi görünür gökyüzü her zaman.”* Şaşırıyorlar sözcüklerime, tuhafça bakıyorlar yüzüme.

Ankara İstanbul arası ne çok gidip geliyorum.

“Ben ki her Nisan bir yaş daha genç

Her bahar biraz daha aşığım,

Korkar mıyım?

Ah, dostum, derdim başka”*

Felsefe kitaplarının peşine takılıyorum, sahaflardayım. Yıl 1932. İstanbul Üniversitesi.  Melih’le Oktay Ankara’da kaldılar. Çok sürmüyor, yarım bırakıyorum okulu, iki yıl sonra yanlarındayım. Bir de işim var PTT Genel Müdürlüğü’nde, Telgraf İşleri Reisliğinde memurum artık. Eski günlere geri dönüyoruz.

Şiire verilmiş aralar kapatılıyor. Varlık Dergisi’nde ilk şiirlerim çıkıyor, kafiyeli heceli. Özlem var şiirlerimde, çocuksu bir haller var. Mehmet Ali Sel adını kullanıyorum çoğunlukla. Ama olmayan bir şeyi arıyorum şiirde. Yeni yepyeni bir şeyi arıyorum.

Bir istasyonda daha durduk. Sarsıldı tren. Gökyüzünde bir tuhaf sis var. Az kaldı İstanbul’a. Biletçi dolaşıyor ortada. Cebimi yokluyorum. Cebimde 28 kuruşum var. Eve yürüyeceğim yine.

Garibim. Bir garip Orhan Veli. Garipçe şiirler geliyor aklıma.

Yıl 1941. Garipçe doğuyor. Oktay Rıfat, Melih Cevdet ve ben, üç şair bir kitabın içindeyiz. Kulağımıza her yerden yüksek sesler geliyor. Kimileri yadırgıyor şiirlerimizi, kimileri alkışlıyor. Ve şiir o billur sarayından çıkıyor. Bizimle dolaşıyor sokaklarda, tramvayda, simitçilerin, gazozcuların arasında. Kâh Süleyman Efendi’nin nasırıyla canı acıyor, kâh delikli şiirle eğleniyor. Alay ediyorum bozuk giden her şeyle, hatta kendimle bile.

Ve her şey birden bire oluyor.

Askerim, Gelibolu’da Kavak köyündeyim tam iki buçuk yıl. Ve savaşlar var, dünya savaşıyor. “Neler yapmadık şu vatan için! Kimimiz öldük, Kimimiz nutuk söyledik.”*

“Harbe giden sarı saçlı çocuk! Yine böyle güzel dön; dudaklarında deniz kokusu, kirpiklerinde tuz, harbe giden sarı saçlı çocuk!”*

Yeni bir yaprak açılıyor dünyadan bize. Askerden sonra tercüme bürosundayım.  Klasikleri çeviriyorum, sevdiğim işi yapıyorum da. Başka bir anlayış geliyor sonra, düzen değişiyor. Bakanlıktaki işimden ayrılıyorum.

Gazete yazılarım, makalelerim çıkıyor. Dergilerde yazıyorum. Kitaplarım basılıyor. Şiirlerim sokaklarda dolaşıyor. Merak ediyorlarmış beni, ben de herkes gibi bir insanım işte.

“Dikilir köprü üzerine, Keyifle seyrederim hepinizi”*

“İşim gücüm budur benim gökyüzünü boyarım. Her sabah hepiniz uykudayken uyanır bakarsınız ki mavi. Deniz yırtılır kimi zaman. Bilmezsiniz kim diker. Ben dikerim.”*

Haydarpaşa Garı’na yaklaşıyoruz. Alınlıkta bütün süsüyle duran saate böyle kaç defa baktım kim bilir.

“Bu şehirdedir işim gücüm, ekmek param. Fakat bütün bunlara mukabil, yine budur başka bir şehirdeki bir kadın yüzünden bıraktığım şehir.”*

Bütün aşklarım resmigeçitte. Bir şiir bırakıyorum giderken cebimde, diş fırçama sarılı.  Ruhum hayatın süzgecinden geçerken damıttığım gerçekler hayata can veriyor, kalan tortular ise zamanla o yaşamsal damarların içine karışıp gidiyor. Ve bir damar çatlıyor en olmadık yerde…

Bir çukur, bir hayat, bir yaprak…

Evvel zamana doğru sakin bir denize gidiyorum şimdi. Bıraktığım yaprağı bir gün birileri yeşertecek elbette. Son durakta, Aşiyan’da denize karşı, “İstanbul’u dinliyorum. Gözlerim kapalı”*.

 

(*İşaretli cümleler Orhan Veli’nin kendi cümleleridir.)

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları