20 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- BİR VAROLUŞ HİKÂYESİ: TEZER ÖZLÜ

Ana Sayfa » GÜNCEL » EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- BİR VAROLUŞ HİKÂYESİ: TEZER ÖZLÜ

Eklenme : 02.04.2023 - 11:22

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- BİR VAROLUŞ HİKÂYESİ: TEZER ÖZLÜ

 

Hep acelen var Tezer. Çocukluğunun yokuşunu koşarak çıkıyorsun. Esentepe, renk renk çiğdemlerin arasındasın. Ulu çamların içinden çok uzaklara bakıyorsun. Dağların ardından trenler gelip geçiyor, hiç binmediğin. Aşağıda dere yatağı sessiz, doğduğun kasaba kadar sessiz. Oysa elmaların kokusu yayılıyor şiddetle. Sen farklı bir elma arıyorsun, hiç bilmeden. Dünyanın en yüksek tepelerinde yetişen başka renk bir elma mı var? Bahçedekileri annen toplayıp soyuyor size. Ninenin sesini işitiyorum, başka kadınların sesiyle birleşmiş. Anadolu kadınının iş yapmaktan çatlamış ellerini uzatıyor, tek odada yanan sobaya. Sen ahşap evde herkesten fazla üşüyorsun. Belki yine ateşin var. Ninenle karşılıklı yattığınız odaya gittiğinde, korktuklarını yatağın altında arıyorsun. Duyguların sarmalında onlar, dönüp duracaklar oysa… Ninene mutfak kapısından bakıyorsun, görmüyor seni. Kendisine dayadığı bıçakla gördüğünde onu, karışacak belki ölüm korkusu diğer duygularına.

Evden kaçtığı bir gün atkestanesi ağacının altındaki çukurda yine sen buluyorsun onu. “Kendimi kaybedeceğim, taa şu dağların ardına gideceğim”* diyor. O  boz dağların  ardında ne var? Merak ediyorsun. Güneş tren raylarının üzerine bir kez daha düşerken, onun hep yaş içinde olan gözleri gidilmemiş yerlere bir ıslaklık bırakıyor. Baban ise kurallarını bırakıyor, kendi elleriyle yaptığı iki çekmeceli masanın karşısına asıyor. Kalk düdüğüyle başlıyor gün. Öğretmen arkadaşları gelip gidiyor anne babanın. Sohbetler genelde okulla ilgili. Sınıf sobalarında parlayıp geçen alevler gibi çocukların üzerinde sönen öfkeler, karlı sabahlara iz bırakıyor.

Ardından Ege’nin küçük kentleri. Gerede, saat kulesine bakan bir ev… Baban ve Süm dediğin ablan Sezer’le ağabeyin Demir o büyük kente gittiğinde annene sokuluyorsun kasaba akşamlarında. Bir yıl sonra İstanbul’a ilk gittiğiniz  gün teyzenin dokuz yaşındaki çocuğunun ölü bedeninin yattığını öğreniyorsun yan odada. Merak ediyorsun beyaz çarşafın altındakini. Aile apartmanının  ince duvarlarından gelen tartışma seslerini hep duyuyorsun. Bir sıcaklık arıyorsun o evde. Mahalle, çocukluğunun geçtiği o kasabaya benziyor, yadırgamıyorsun. Annenle babanın arasında ise hep bir uzaklık var. Çatıların üzerinden uçan kuşların gittiği bir sevgi ülkesi var mı? Fatih Camii’ne bakan o evden gitmek istiyorsun hep.

Gidilecek okullar var daha. Tünel, Bankalar Caddesi… Avusturya Lisesi’ne giden yollar, başka ülkelerin sokaklarına benziyor. Rahibelerin soluk yüzlerini görüyorsun, ders saatlerine kadar yitip gittiklerini. Bir manastır karanlığı hissediyorsun cılız ışıkta. Söylenen hep aynı nakaratlar var şarkılarda. Goethe’nin bir şiirini çalışıyorsunuz. Tüm zirvelerde sessizlik / Tek bir ağaç bile solumuyor / Kuşlar ormanda susuyor / Biraz daha bekle / Yakında sen de gömüleceksin sessizliğe… Ölümü düşünmek için çok erken. Yağmurla dolan taş avluda kızlar cıvıldıyor. Erkek Lisesiyle birleşen avludan biri geçiyor belli.

Yeni insanlar tanıyorsun. Ferit Edgü, Hayalet Oğuz; ağabeyin Demir’in arkadaşları. En çok onları seviyorsun. Başkaları da var yanında, Bayar Pastanesi’ne giriyorlar, hepsinin tutkusu Paris. Hayalet kimseye benzemiyor. Yaşamın bilmediğin bir kesimini, Beyoğlu’nu gösteriyor arkadaşınla sana. İşte burası balık pazarı, işte burası meyhane… Zengin mahallelerde lokantalar, dans etmeye gittiğiniz yerler, görkemli apartmanlarda oturan sevgililer… Çelişkileri hissettiğin zamanlar bütün öğrendiklerini unutmak istiyorsun. Karşı çıkmak istediğin kurallar var, gittikçe çığlığa dönüşecek sonraları. “Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun.”* Peşini bırakmayan intihar düşüncesi… Güzel bir bedenle ölmek istiyorsun. Her şeyden intikam alır gibi… Günlerce biriktirdiğin avuç dolusu ilaçları içiyorsun. Gözünü açtığında bir kliniktesin. “Alışırsın buraya” diyen bir kız yatıyor odada. Alışmayacaksın, hemen çıkacaksın. Baban bir incir uzatıyor; “Bu kadar güzel yemişler varken, insan ölmeyi nasıl düşünebilir?”* diyor.

Güzel şeyler de oluyor. En yakın arkadaşın Gönenç Ertem. Avusturya’da okulun bir kampındasınız. Ertesi yıl Güler ile Almanya ve Hollanda yolcususun. Sırt çantalarınızla Avrupa’yı gezerken hayalini kurduğun uzak diyarların insanlarına yaklaşıyorsun. Meydanlar, bulvarlar, çeşmeler, insan heykelleri, operalar, müzeler etrafta dolaşan fotoğrafçılar… Yıl 1963, ablanla birlikte iki defa gittiğin Paris’ten dönmek istemiyorsun. Okulun bitmesine bir yıl kaldı oysa. Okulun sana kazandırdığı Almancayı en büyük kazanç görüyorsun. Renklerin şehir ışıklarıyla buluştuğu tablolar arasında genç ressamların yanındasın.

Görüntülerle yaşamın her iki yanını algılayıp karşılaştırırken, çelişkiler beynini kemiriyor bir yandan… Bazı dergilerde öykülerin yayınlanmaya başlıyor. 1964 yılında yanında tiyatro sanatçısı Güner Sümer var. Çok düşünmeden evleniyorsunuz. Hayatın sınırları olmayan bahçelerinde bütün renkleri görmek istiyorsun. Çevirmenlik yapıyorsun Ankara’da, aynı zamanda Ankara Sanat Tiyatrosu’nun bir oyunundasın Sümer’le. Turneye bile çıkmışsınız. Birden bire hayatına giren bu adamdan uzaklaştığını Edgü’ye yazdığın mektuplardan okuyorum, ayrılık yakın.

Otel odaları, korkular, tedirginlikler. Duygularını incitip giden insanların, her şeyin ağırlığı var üzerinde. “Yaban Çilekleri”, “Aynadaki Gibi” çevirdiğin Bergman’ın kitapları raftayken zaman sıkıntılı günlere gebe… Feriköy’de güzel bir evdesin, annen var yanında. Ferit’e “Temelli döndüm İstanbul’a” diye yazıyorsun mektubunda. “Burada bugün kar yağıyor, bahar günlerinin özlemi içindeyim. Bana çok iyi bakıldı. Şimdi beş altı ay daha ilaç alacağım o kadar… Ben en çok seni kavrayabiliyorum. Öykülerini, çevirilerini ve yazılarını da iyi anlıyorum. Diğer insanlarla aramda hep boşluk kalıyor.”*

Beş yıl sürüyor sıkıntılı günler… Birikintiler kaplıyor zihnini. Karşılaştığın insanlar çıkıp geliyor görüntülerle. Belki Roma’da müzenin içinde resim yapan felçli kadın, belki on sekiz yaşında olduğunu söyleyen yaşlı teyze gülleriyle geliyor. Huzur evlerinin bodrum katları…  “İlacı bir unutsam başım motor gibi çalışmaya başlıyor” diyorsun mektubunda. Demir parmaklı pencereler giriyor hayatına. “Geliyorlar, şimdi beni götürecekler” dediğini duyar gibiyim. Bağırmak istiyorsun ilaç kokan koridorlarda. Gece yarısı yanı başına gelip dikilen bir kız korkutuyor seni. Koridorda söndürdüğün sigara yüzünden seni tartaklayan hizmetliyi öğrenince kitap sayfalarından, öfkeleniyorum. Elektro şok için geldiklerinde hep o korku var yüzünde. Çocukluğunda gördüğün yeşil çimenlerle örtüyorsun üzerini düşünde.

“Bu kapıların ardına bir kez daha dönmeyeceğim, biliyorum. Böylesi bir sefaleti bir kez daha yaşamayacağım direnmeliyim. Beni iyileştiren ne şok ne ilaçlar. Beni iyileştiren bu kliniklere bir kez daha kilitlenme olasılığının verdiği büyük korku.”* “Akıl ve çılgınlık arasında ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı sözcüklerle nasıl anlatabilirim”* diyorsun. Geri dönüyorsun. Hayatını birleştirdiğin bir adamlasın. Erden Kıral iyi geliyor sana. Yeni mekânlar öğreniyorsun İstanbul’da. Cafe Boulevard’ın yakınındasın. Boya sandığıyla hep gördüğün boyacı, ütücü, bol paça pantolonlu, boyalı, şık kadınlar geçiyor. İçeride çini bir soba, amforalar… Durmadan çalan şarkılar… İki yıl boyunca arkadaşlarınla buluşma yerin. 1973 yılı geliyor, dünya güzeli bir kız var kucağında, annesin. Anne olmak değiştirdi mi seni Tezer? İnsan değişmek istediğinde değişir mi? “Yaşanmış düşüncelerimde bir şey arıyorum. Acıyı bulamıyorum, yabancılık, özlem bulamıyorum. Hep o gözlemciyi görüyorum, düşüşleri ve çıkışları düzenleyen gözlemciyi… Fırtınalarla uçuşturan, karanlıkta seviştiren, güneşle doğuran, bulut olarak doğu denizine yağdıran o gözlemciyi.”*

Babanın yanında bir hastane odasında başka bir pencereden bakıyorsun şimdi. Annene kalacağını söylüyorsun. Huzursuzluklar var ülkede. Sendikacılardan biri ölmüş, hastane bahçesi kalabalık. “Babamın  yanı başımda ölmesi en  doğalı”* diyorsun. Kendi huzursuzlukların azaldığı anda çevrenin acılarının eklendiğini anlıyorum, başkalarının acılarını taşıdığını. “Her yaşam zamansız ölümlerle yaşıyor.”*

“Yaşamlarında yaşam ve ölümleriyle hesaplaşamayanlar güç ölüyor, kendileri ile birlikte tüm dünya ölsün istiyorlar. Yaşamda kalanlara kızarak, öfkelenerek bakıyorlar… Yaşamı cesur yaşamak gerek, yaşamı doyarak yaşamak gerek.”* İstekle yaşayan insan istekle mi ölür gerçekten? Bunu uzunca düşüneceğim. Hastaneden çıkarken güçlükle adım atıyorsun.

“Zaman zaman yorgunum, sabah uyanıp İstanbul boğazının aydınlanan sularına, karşı tepedeki puslu tepeciklerine baktığımda içimi bürüyen yaşam coşkusu, yokuşu inip işe gitmek için uğraşmaya başladığım an silinip gidiyor. Otobüslerden acıyla sarkan insanlar. İse koşan yarı çıplak insanlar. Sokakları dolduran sokak satıcıları, şoförlerin sürdükleri lüks arabalarına gömülmüş, gazetelerini okuyarak önümden geçen işadamları, ülkenin tüm çelişkini sabahın ilk saatlerinde yüzüme vuruyor ve birden yoruluyorum.”*

Dinleniyorsun. Bir deniz kentinde buluyorsun bir gün kendini. Antalya’dasın. “Uzakta kıyı şeritlerini, denizin yüzeyini ve bununla birlikte dünyanın tüm zamanlarını düşünmek istiyorum.”* Surlara canlılık katan çiçekler, beyaz boyalı saksılar, seni en çok sevindiren sardunyalar var. Selçuk’un çivit mavisi evleri, Termessos’un yüzyıllardır yalnızlığından, ne çok duygunun içinden geçtin. Eski kent duvarlarının üzerine kurulmuş fakir evlerin televizyon antenlerine bakıyorsun. Side’ye gidiyorsun, hippilerin uğrak yeri olan bir çay evindesin. Hiçbir şeyi olmayan insanlarla, yüreği kocaman insanlar birleşiyor.

Bu dünyadan hayalet gibi geçip giden birini düşünüyorsun belki de tam o an, ya da başka bir zamanda. Henüz acın çok sıcak. “Oğuz bir dönemi yaşadı, yeryüzünde belki de hiç kimsenin yaşamadığı gibi. Tek bir sandalye sahibi olmadı. Yüzlerce film senaryosu yazdı Yeşilçam’a. Bunların tümünün adını bile bilmez, filmlerini de görmemiştir. Hastalığa yakalandığını bilmedi. Yakınmadı. Sıkıldım, acıktım, uykusuzum, yorgunum, bile demedi.”* Sana aylar öncesinde getirip verdiği valiz gözünün önünde. Neden her şeyi hep birlikte düşünüyorsun? Yine bir gözlemci gibisin kendine Tezer. Basık tavanlı, arka duvarı toprağa gömülü odada hep senin olacak bir deniz parçasını düşünmüştün bir zamanlar. Anladım, yüksek tavanlı odadasın artık, evinin önünde olmasını istediğin bulvarları kıskanmıyorsun, her yerde kalabileceğini biliyorsun.

“Zaman zaman bir şey yaşarken, olaya dışarıdan bakıp olayı yazmak için yaşadım duygusuna kapılıyorum. O zaman içimden bir ses, karşındakine haksızlık ediyorsun diyor… Olayın içine tümüyle girmeye çabalıyorum. O anda kendime haksızlık ediyormuşum gibi oluyor. Böylece kendim ve gözetimim arasında bölünüp, zamansızlığıma dalıyorum.”*

Müziğin sakinleştiren ritmindesin, Bach çalıyor. “Doyumsuz yaşamı kucaklamak istiyorum* diyorsun. Hayatın boyunca kitaplarından tanıdığın, hep yakın gördüğün  yazarların  sözlerini asmışsın etrafına.  Yeni ülkeler, filmler, festivaller, konserler var. Gitmek, hep gitmek istemedin mi? Aldığın bir bursla Berlin’desin artık. Sevdiğin yazarlardan Peter Weiss’le tanışıyorsun. Erden Kıral’ın “Hakkari’de Dört Mevsim” filmi  Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı ödülü alıyor. Bu filmin oluşmasında senin de çaban var. Seviyorsun onu. Berlin’de kaldığın o yılda dönüşü olmayacak şekilde ayrılacağınızı bilsen de… Edebiyatla olan bağının daha da derinleştiği aylardan geçiyorsun. Berlin her duyguyu yaşayacağın bir kent.

“Hiçbir kent insana Berlin kadar ölümü, hiçbir kent insana Berlin kadar yaşamı düşündürmüyor. Her duvar dar, her duvar kapalı, her duvar insanın üzerinde bir baskı. Bu kentin her yerine daha önceki duvarlarımla birlikte gidiyorum… Ana babamın evinin duvarlarıyla. Evliliklerin bunaltıcı duvarlarıyla. Büroların sigara kokan duvarlarıyla. Okulların acımasız duvarlarıyla. Evlerin, hapishanelerin önlerinde inanların asıldığı, kurşunlandığı duvarlar…”* Duvarlar, yaşamımızın duvarlarını mı diyorsun, Tezer?

Tezer, bak! Tren rayları, uzayıp giden sınırsız  dünyanın içindeler. Hazır mısın yolculuğa? “Tren raylarının gerisinde fabrika bacaları tütüyor. Sabah sekize doğru bacalardan tüten dumanların gerisinde kırmızı, soğuk kış günü güneşi doğuyor. Doyumsuz dünyamı avucumun içine alıp sıkıyorum. Her şeye hazırım. Hastalığa. Yalnızlığa. Aşka. Gitmeye. Kalmaya.”* Hep istediğin bir şey gerçek oluyor. Kitaplarıyla dost olduğun o üç yazarın yaşadığı kentlere, evlerine, mezarlarına gidip her şeyi yakından göreceksin. Dünyanın başka kentlerinde kadınlar tıpkı Taksim’deki gibi gül ve glayör satacaklar. Koklayacaksın bu dünyayı, “Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum”* diyeceksin. Okunmuş kitapları tekrar okudun, içinde aniden hissettin tanıdık melodileri. Şimdi kendini bir yolculuğa hazırlıyorsun. O kitabı yazabilmek için yaşamının ucuna yolculuğa. Kafka’nın Prag’ta, Svevo’nun Trieste’de, Pavese’nin Torino’da izlerini süreceksin.

“Yaşamın kendisinin yazı yazmaktan çok daha gerçek, çok daha derin olduğunu biliyorum… Sözcüklerde yağmur ıslaklığı var mı? Sözcükler insanın yanında yatan diğer bir insanın yürek çarpışmalarını duyabilir mi? Peki o zaman neden en çok sözcüklerde, kitaplarda yaşadım.”* Yazarlarına yaptığın o uzun yolculuktan sonra bulacaksın sorularının cevaplarını, Tezer.

“Bu yaşam, beni ancak içimde esen rüzgârları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşmak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüzgâra, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor.* İçinden geçip gittiğin kentleri düşünüyorsun. Her şeyin yetmediği yerlerde geziniyorsun. Bir aşk acısı bıraktın belki geride bu yolculuğa çıkmadan önce, Tezer.

“Bundan böyle acıları da mutluluk olarak nitelendirmeye karar verdim. Yaşamımın en mutlu anlarında aynı güçte acıyı duymadım mı?”*  “Her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması”* diyorsun. “Her nesneyi  her canlıyı, herhangi bir insanı, anlık her görüntüyü yaşantıya dönüştürmeliyim. Yaşamı büyütmek, kendimce geliştirmek, derinleştirmek, genişletmek, rüzgârlarla estirmek, yağmurlarla yağdırmalıyım, ta ki kendimi anlı ya da ansız, doğmuş ya da doğmamış tek bir nokta görene kadar.”*

Macar yapımı bir vagondasın. Doğu Berlin-Prag arasında geçecek bir tren yolculuğunda. On beş yaşındayken bir “Dönüşüm” öyküsüyle tanıdın onu. Şimdi adımladığı yerlerde, Prag’dasın. Doğduğu ev var karşısında, duruyor Kafka’nın heykeli. Nehir boyunca yürüdün, derin acılar çeken bu yazarla ortak duygular yakaladın hep. İki kız kardeşinin Nazi kampında öldürüldüğünü biliyorsun. Verem daha erken almasaydı onu bu acıyı da yaşayacağını düşünüyorsun.

Yola çıktığından beri ağrıyan dişini dindirecek bir şey yok. Ondan kalan yeni izlerini içine bırak. Buğday tarlaları uçuşsun belleğinde. Dünyanın insanları, yoksullar, iş aramak için başka ülkelerden gelenler hep aynı yollardan, aynı umutlarla geçiyorlar. “Prag’da geçirdiğim bir tek gün yaşamımın birçok mevsiminden daha yoğun. İlk kez iki gün içinde içimde biriken sözcükleri böylesine yazabiliyorum”* diyorsun. Bu varoluş hikâyesinin içinde uzayıp giden yollarda her yerde kendinlesin. “Kendimi kavramazsam tüm varoluşum yitmiş demektir. Gelişi güzel geçip gidilecek bir varoluş değil insan varoluşu. Biçimlendirilecek, değiştirilecek, sınırsızlaştıracak bir her şey.”* Bir ağrı kesici alıyorsun Niş’te. İstanbul’u andırıyor bazı yerleri sana. Kompartımanda babalarıyla oturan hasır şapkalı çocuklar var. Dünyanın her yerinde çocuklar aynı gülümsüyor. Çok eski bir tren geliyor sonra gözünün önüne. Baban var yanında. Gülümseyemeyeceğin şeyler olup bitiyor göl kenarından geçerken…

Trieste’desin. Bir başka yazarın, Svevo’nun sokaklarında dolaşmanın mutluluğu, coşkusu var. Otel odasının balkonundan gelip gittiğin ülkelerin yolları gözüküyor. Onun kitaplarında anlattığı sokaklar… İyi bildiğin roman kahramanları geziniyor. Aynı rüzgârlar dokunuyor şimdi sana. Trende diş ağrısı çekerken omzuna yaslandığın Yunan genci düşünüyorsun. Meydanda çalan bandonun romantik melodileri var kulağında. Evlerin pencerelerinden duyulan futbol maçı.  Sokaklar insan seli. Klaksonlar çalıyor.

Bir kütüphanedesin yeni günde. Onun piyanosu girişte, fotoğrafları, kitapları… Çok merak ettiğin kızıyla buluşuyorsun. Bir kapı açılıyor, içeri giriyorsun. Antika eşyalar, sayısız tablolar. “Babam acısını göstermezdi, ölümüne neden olan kazadan önce hastaydı, öyle çok sigara içerdi ki” diyor. Kaybettiği üç oğlundan bahsediyor sonra. Bugüne kadar böylesine güzel bir yaşlı görmediğini yazıyorsun. Büyük yangından söz ediyor. Babasının kitaplarının saklandığı yerden. “Karşılaştığım yaşlılar arasında geçmişi eskiden anımsamayan, aksine birlikte taşıyan ilk insan Letisa.”* Yitirdiği kocasının resimlerini gösteriyor. Yaşamının tek erkeği olduğunu söylüyor.

Torino’ya gidecek vagonda sevdiğin yazarın kızı Letisa’yı düşünüyorsun şimdi. “Karşılaştığım tüm erkeklerle sağladığım mutluluk belki de Letiza’nın bir tek kocasıyla sağladığı mutluluğa eşit.”* Sözcüklerin artık bir süre seni rahat bırakasını istiyorsun. Yazmaktan, düşünmekten yorgunsun. Mısır tarlalarının arasında tren Torino’ya ilerliyor. Hiçbir yere Cesare Pavese’nin yaşadığı çevreye gittiğim kadar istekli gitmedim.”* İntihar ettiği  Roma Oteli, 305 numaralı oda… Varlık ve hiçliği buluşturan o uzun koridordan geçtiğinde kim bilir neler hissetin, Tezer. Fotoğraflarda gördüğün tahta karyola öylece karşında dururken… Onun intiharından sorumlu tuttuğun bu kenti gezerken, yalnızlığı bu denli simgeleyen bahçeleri daha önce görmediğini düşünüyorsun. Roman kahramanlarından birinin yaşadığını öğrendiğinde nasıl da heyecanlanıyorsun. “Yıllar önce Pavese’nin Yeni Ay romanını okuduğumda Nuto’yu canlı bulacağımı düşünmezdim.”*

”Yazının, yaşamdan daha canlı bir olgu olduğunu ve yaşamdan taşarak oluştuğunu burada kavrıyorum.”* Stefano Belbo’da ağaçlar, büyük bahçe… Çocukluğunun bahçelerinde dolaşıyor gibisin, Tezer. Tepe, aynı ağaçlar, üzüm bağları… Dünyanın neresine gidersen git hissettiğin duygular da aynı değil midir, Tezer? Kendini sorguluyorsun. “Duyguların derinliğinden bir gözlemci olarak kaçtım mı onların yarattığı akıntılarda Ben’im tamamen yer almadı mı zaman dışı sessizliğimde yeterince içten değil miydim? Bir yere yerleşmek istedim. Peki, ama neden hep yollardayım… Kendi sınırsızlığım içinde yalnız kalmaktan korkuyordum ve bir insanın sınırlarına gereksinimim vardı. Oysa şimdi kendi sınırsızlığım içinde, yaşamı her zamankinden daha derin algıladığıma göre, bundan sonra hiç korkmamaya kararlıyım. İnsanın kendi yükünü taşıması, diğerlerinin yükünü taşımasından daha rahatlatıcı.”*

Tek bir beni kucaklıyorsun yolculuğunun sonunda. “İçinde var olduğum zamansızlığın tüm sonsuzluğunu, tüm sınırsızlığını hem ardımda, hem önümde kavrıyorum. Sonsuzluğu zaman zaman bir ışık, zaman zaman da gri bir çizgi olarak görüyorum. Ama çocuk da o ışığı Esentepelerde görmüyor muydu?”* Yollarda, otellerde yazdığın “Bir İntiharın İzinde” kitabın Almanya’da yayınlandıktan sonra Marburg Edebiyat Ödülü’nü aldığında yaşamının en özel günlerinden birini yaşıyorsun.

Ödülden kısa bir zaman sonra rastladığın, şefkati ve ilgisiyle seni canlandıran, o zamansız en son yolculuğuna kadar birlikte olacağın  bir sanatçıyla, Peter’le tanışıyorsun. Evleniyorsunuz İsviçre’nin  tepelerine yerleştiğinizde. Mutlu olduğunu okuyorum Ferit Edgü’ye yazdığın mektuplardan. Zürih, 14 Temmuz 1984, “Çevreme bakıyorum her yer cennet. Bu kadar gülün bir arada açtığı, her renk çiçeğin her yerden fışkırdığı hiçbir yer görmedim.”* Denizden bahsediyorsun, yüzmeye gittiğinizden. Oraları benimsemeye kararlı olduğunu yazıyorsun. “Burada istediğimden daha fazla sessizlik var. Ormanlara her yerden on dakikada ulaşılıyor. Bir de dağlara ve geçitlere alışırsam sorun kalmaz. Her yer bahçe, insan, sarılıp kucaklanacak insan iki tane Deniz ve Hans Peter yeter değil mi?”*

Yazdıklarını okurken kavuştuğun huzur için ne kadar çabaladığını hissediyorum. Yaşamının ucuna yaptığın yolculuk sonrasında… ”İlk kez zaman denilen zamansızlığı algılıyorum. İlk kez sevgi içinde yaşıyorum, ne geçmiş ne de geleceği düşünüyorum, tabii geçmiş düşünmeden de etkisini duyuruyor, ama silik anılar biçiminde, güzel resimler biçiminde. Değişmeyi yaşayabildiğim için mutluyum.”*

Geçirdiğin bir büyük ameliyat sonrasında kendine verdiğin sözü tuttuğunu görüyorum, Tezer. O günlerde yakın dostun Leyla Erbil ve Ferit Edgü’ye yazdıklarınla sağaltıyorsun kendini kimi zaman.  Acıyı da mutluluk gibi algılıyorsun, daha önce de söylediğin gibi. ”Yaşam şöyle bir yaşayıp geçmek için var olmak değildir. Aksine insanları, en insancıl yaşamlara ulaştırmanın mücadelesinin verildiği bir olgudur”* diyorsun. Yürekten hissediyorum.

Siyah bir elmanın kokusu yayılıyor çok yüksek tepelerden. Elini uzatıp alıyorsun. Rengi farklı olsa da, tadı aynı…

Emine Türker Özgen

(“*” işareti ile belirtilen kısımlar Tezer Özlü’nün kendi cümlelerinden alınmıştır.)

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları