29 Mart 2024 - Hoş geldiniz

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- BİR SİHİRLİ ÇUBUKLA BEYAZ GÜVERCİN: TİMUR SELÇUK

Ana Sayfa » GÜNCEL » EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- BİR SİHİRLİ ÇUBUKLA BEYAZ GÜVERCİN: TİMUR SELÇUK

Eklenme : 21.11.2022 - 10:26

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- BİR SİHİRLİ ÇUBUKLA BEYAZ GÜVERCİN: TİMUR SELÇUK

 

Cemal Reşit Rey konser salonunda nefesler tutulmuştu. Senfoni orkestrasının virtüözleri sahnedeki yerlerini alıyorlardı. Sol taraftaki kapı açıldı, en son beyaz bir güvercin zarifliğiyle şefleri girdi içeriye. Sol elinde tuttuğu batonla kaidenin üzerinde yerini aldı. Yüzünü seyircilere dönerek selamladı. Konser Dürr-i Nigar Kalfa’nın bir bestesiyle başlayacaktı. Eserler birbiri ardına çalındıkça müziğin ruhu Timur Selçuk’un sol elinde dolaşıyordu. İşaret parmağını dudaklarına götürdüğünde sesler yavaşladı yavaşladı. Keman, piyano, flüt… Hepsini içinde hissediyordu.

Tabiatın farklılıklarının bir bütündeki uyumu gibi, bütün renklerin birleştiği bir ses kuşağında hayat fısıltıyla akıyordu şimdi. O ruh bütün salona yayıldı. Ezgilerin etkisiyle ıslanan gözler bir noktada birleşti.

Eve gittiğinde hala konserin o büyülü havası üzerindeydi. Ne çok konser geçmişti böyle içini yılların doldurduğu. Babasına piyanosuyla eşlik ettiği konserleri düşündü. Meral Abla’sı vardı yanında, o da bir zamanlar babasıyla aynı sahnede buluşmuştu.

Gözü fotoğraflara takıldı. Çerçeveler anı sınırlarken, duyguların bıraktığı izlerin tanıkları olarak başköşede yerlerini almışlardı. Yedi yaşının heyecanına rastladı siyah beyaz bir fotoğrafta. O gün ilk konseriydi. Minik parmakları piyanonun tuşlarında geziniyordu. Yükselen melodiler kalplere titreşimleriyle dokunurken onu izleyenler şaşırarak bakıyordu. Çoğalan alkışlar yüzünde ağır başlı bir gülümsemeye dönüşürken babasını arıyordu gözleri. Münir Nurettin gururla baktı oğluna. Annesi arkasındaki koltukta fısıltıyla konuşulanları duymuştu. Küçük Timur’u başarmıştı.

“Çok iyisin” demişti piyano hocası o günlerde. “Artık kuyruklu bir piyanoda çalmanın zamanı geldi”. Babasının elindeki para yetmeyince annesi Şehime Erton kürk mantosunu satmak zorunda kalmıştı alabilmek için. Piyanonun eve girdiği zamanı düşündü. Sevinçli bir günde özlediklerinin sesleri geldi kulaklarına. “En son sesler gidermiş” dedi dudakları kıpırdarken.

Bir zamanlar sarayken okula dönüşen o görkemli bina, ilkokulundan başlayarak gittiği Galatasaray Lisesi, pazar gününden yatılı kaldığı günler… O kocaman demir kapı açıldı. Daha ilkokuldayken şiirden sözcüklerle, yazılarla okulun duvarına astıkları gazete canlandı gözünde. Yanında Tolga Yalman’ın yatağı, iki çocuk kalbin sıcaklığını hissetti. “Hayaller kurardık, tramvayın metal sesleri eşliğinde, çok geç uyurdum ben. Birinci ders hep kafam öne düşerdi. İyi bir öğrenci olmama rağmen, sanıyorum o yalnızlıkta çok keskin bir şekilde bilendik.”*

Ortaköy’de gelen geçen vapurları izlerken bir çocuğun hayallerinin içinde dolaştı bir süre. Denizden gelen iyot kokusu, takaların gelip gidişleri, onu çağıran boğazın sularını hissetti. Genç yüzme takımıyla şampiyon oldukları o gün bir ağızdan söylenen şarkılar dolaştı zihninde. Okulun ilk vokal grubuyla kazandıkları yarışma, eş zamanlı gittiği Belediye Konservatuarı, iki okul arasında koştururken yemek yemeyi atıştırma olarak geçirdiği zamanlar, ilkokuldan başlayan mide problemi ve özlemler çıkıp geldi çok ötelerden.

Özlemini sahnelerde dindirmeye çalıştı kimi zamanlar. Öyle bir baba ve annenin çocuğu olmak zor ama güzeldi. Babası ve annesini sahnelerde izleyerek büyümüştü. Atalarından ona geçen bir mirastı sanat tutkusu. Ata soyunun Germiyanoğulları’na kadar dayandığını biliyordu. İnançlıydı, iki Mustafa diyordu hep, hayatında önem verdiği iki ayrı kitap yol göstericisi olmuştu. Işıklarıyla müzikli bir bahçede çok rengin arasında gezinecekti. Babası “Türk müziğini zaten öğreneceksin” demişti. Çok sesli batı müziği eğitimi alması için Paris’e gitmesini istemişti. Paris’te bestecilik, orkestra yönetimi öğrenecekti. Başka bir bahçede bir okul, köprü gibi önünde duruyordu.

Montmartre Tepesi’nden şehre bakarken içinde filizlenen nağmeler… Uzun ayrılıklara rüyaların şehrinin bile yetersiz kaldığı zamanlar olmuştu.  Baudelaire’nin dik başlı şiirlerini çoğalttığı Seine Nehri’nin kıyısı boyunca içindeki şarkıları dinledi. Sinemalar, görkemli opera binası ve sıcak kafeleriyle şehir ona yakın olmaya çalışsa da, akşamları biraz daha yalnızdı. Mide ağrılarından sonunda midesinin iki ayrı ameliyatla dörtte üçünün alınması ile kurtulabildi.

Okul hayatını ve yaşamını sürdürebilmek için bir şeyler yapmalıydı. İlgilendiği şairlerin kitaplarını giderken yanında götürmüştü. Yabancı şarkıların Türkçe sözlerle söylendiği bir dönemde, Ümit Yaşar, Atilla İlhan, Nazım Hikmet; en sevdiklerinin şiirlerini besteliyordu. “Güzel şarkı güzel şiirde bulunur” demişti babası ona. “Şairler, nankörlük bilmeyen vefalı dostlardır. Kitap tozlansa da, el attığınız da, sitemsiz sıcak bir merhabayla açılıverirler.”*

Önce “Ayrılanlar İçin” isimli şiir bir melodiye dönüştü. “Her şeyi ama her şeyi unutabilirsin” diyordu şarkı. İnsan her şeyi unutabilir miydi? Yine de bir sızı kalırdı işte… Âşıkların gözleri bir “İspanyol Meyhanesi”nde buluştu. “Sen Neredesin” diye seslendi başka bir şarkıda, umutluydu çağırırken sesi… O yürekleri hoplatan “Despina” unutulmaz dizelerin içinden çıkıp canlandı. Sonra bir barış güvercini geldi şarkılardan, “Süzülüp mavi göklerden yere doğru…” benzersizdi yorumuyla. Yaz tatillerinde döndüğü İstanbul’da klasikleşecek eserlerini çaldı söyledi, adalarda sıcak akşamların rengine karıştı ezgiler…

O günlerden kalan şahane kapakları ile güzelim plaklar dönüyordu Timur’un önünde duran bir pikapta. O yılları anımsadı.

Valiziyle bir İstanbul yolcusu göründü Paris’ten. On bir yılda birçok şey değişmişti memleketinde. Timur Selçuk’un hayatı da değişmişti. Evlenmiş, kızları olmuştu. Sorumluluklar içinde uzun bir koşuya çıktı. Hızlı giderdi hep, zaman yolculuğunda fikirleriyle öndeydi. Doğru bildiği yolda yürüyecekti. Kimi zaman kalabalıklarla birlikte işçilere destek olduğu şarkılarla meydanlardaydı. Piyanosunun tuşlarına onlar için dokundu. Küçükken annesinin elinden tutup gittiği mitingler vardı, tıpkı tiyatrodaki gibi gür sesiyle konuşuyordu oralarda.

Artık Timur’un sesi de küçük salonlardan en büyüklerine yükselecekti. Türkülerden marşlara doğru, “Hiçbir örgütün, derneğin üyesi olmadan şarkılarımla elimden geleni yaptım”* diyecekti. “Mücadele edebilmek için en iyi ve çağdaş silah bilgi ve emekti.”*

Üniversite konserlerinde, “Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü” gençlerin dilindeydi. Nazım Hikmet’in “Gayya Kuyusu”nu söylerken “Uyan Anadolu’m uyan ölüm uykusundan” diyordu, yorumlaması bir opera parçasını andırırken. “Bütün ahlaklı insanlar kardeştirler… Üreten, paylaşan, zulme sessiz kalmayan, zalime boyun eğmeyen…”*

Turneler, açık hava konserleri, festivaller, insanlar evlerinde onu dinlediler. Çocuklar çok sevdi. Küçük bir şehirde bir kız çocuğuna sesleniyordu annesi, “Çabuk gel buraya seninki, Timur Selçuk çıktı”. Elinde bir çubuk, televizyonun karşısına geçti çocuk. O henüz tanımlayamadığı müziğin ritmiyle birleşti ruhu. Belki o çocuklardan biri onun kurduğu bir okulda o sihirli çubuğun sırrını öğrenecekti yıllar sonra. Çocuklar oyunları da müziği de severlerdi… Kardeşi Selim ile oynadıkları oyunlar geldi aklına. Şimdi uzak bir ülkede o da kendi müziğinin içinde ilerliyordu.

Tiyatro çocukluğundan beri hep derin izler bırakmıştı dünyasına, Ankara Sanat Tiyatrosu’yla birlikte uzun soluklu bir yolda açıldı perdeler… Oyunlarda sıradan insanların hayatları için de unutulmaz müzikler besteledi. “Nereye Payidar”, “Sakıncalı Piyade”, “Rumuz Goncagül” ve “Bedreddin” onun ezgileriyle yaşayacaktı. Bazen pireli bir şarkıyla zıplayıp güldürürken düşündürecekti de.

İstanbul Oda Orkestrası’nı kurdu. İlk defa ülkede pop operayı “Bir Uzay Masalı”nı yarattı bestesiyle. Kendisiyle yarışıyordu. Turnelerde benim şarkılarım diyecekti bir süre. Çağdaş Müzik Merkezi’nde, Sıraselviler’deki o binadan gençlerin kahkahaları geliyordu. Mizah karışmış kendi yöntemleriyle öğrencilerine en zor müzik bulmacalarını çözdürüyordu.

1980 yılı geldi çattı. Sakıncalı oldu birden. On beş yıl mahkûmiyet isteniyordu. Uzun yıllar hiçbir ülkeye gidemedi. Albümleriyle yol aldı. Yıl 1989 olduğunda kızı Hazal ile katıldığı bir Eurovision şarkısıyla deldi bu yasağı. Kapılar açıldı.

Zaman sessizce akarken konserlerin yerini verdiği müzik dersleri ve besteler aldı bir süre. Beraber yurt dışı konserlerinde aynı odaları paylaştığı Ruhi Ağabey’ini bu defa bir anma gecesinde türküleriyle, sevgiyle andı. Ondan geriye kalan, birlikte çalıştığı “Dostlar Korosu” can kardeşleri olacaktı. Devlet sanatçısı ödülünü aldığında yıl 1998 olmuştu.

Uzun bir aradan sonra bu defa “Babamın Şarkılarını” albümünü dillendirecekti, Türk Musikisine çok sesliliği kattığı yeni bir anlayışla. “Osmanlı’nın süzülmüş musikisi üstüne Cumhuriyet’in devrimci ruhunu yaşamış” diyordu onu anlatırken, batıya açılan pencereye koymuştu babasını. Daha çok gençken piyano ile eşlik ettiği konserlerinde o pencerede buluşmuşlardı. Şimdi kendi kızları vardı sahnede Timur Selçuk’un müziği, Hazal’ın sesi, Mercan’ın dansıyla…

Yıl 2017’yi gösteriyordu. Kızlarından Mercan’ın “Babamın Şarkıları” ismini koyduğu ilk dans gösterisinde kuşaklar sevgiyle birbirine bağlanıyordu. Babası Münir Selçuk’un gölgesinde kalmayan o devrimci müzisyen son kez sahnede selamını uçuracaktı, bir beyaz güvercinin kanadında… Aradan üç yıl geçti, bir sonbahar günüydü. Bütün renklerin birleştiği o ses kuşağında Timur Selçuk’un sol elinin işaret parmağı dudağına gitti.

Ses yavaşladı yavaşladı, bir el hareketiyle sonsuz bir dinginlikle… Sustu.

 

(“*” İşareti ile belirtilen cümleler Timur Selçuk’un kendi cümleleridir.)

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları