29 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- BULUTLARIN ÜSTÜNDE BİR YALNIZ RESSAM: FİKRET MUALLA

Ana Sayfa » Köşe Yazarları » EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- BULUTLARIN ÜSTÜNDE BİR YALNIZ RESSAM: FİKRET MUALLA

Eklenme : 02.09.2023 - 18:00

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- BULUTLARIN ÜSTÜNDE BİR YALNIZ RESSAM: FİKRET MUALLA

 

Gölgesiyle resimlerini taşıyan adam, sivrilen yalnızlığının en kıymetli yerinden fırçalarını çıkardı. Öyle
büyüktü ki paltosunun cepleri, içine hazinesini sığdıracak kadar. Renkli fon kâğıdı üzerine guaş boyayla
yaptığı resimlerden bir kısmı koltuğunun altındaydı.

Kafeler, balıkçılar, işçiler…

Sokakların, insanların arasından geçerken tüm görüntüleri belleğinde biriktiriyordu. Fikret Mualla’nın figürleri, mavileri, yeşilleri, kimseye benzemeyen bir dilde konuşurlarken her yerdeydiler. Mutsuz değillerdi, kendi
yaşamının aksine…Bir karnavalın içinde dans eden ya da bir çocuğun balonuna sokularak onunla birlikte uçan, uçsuz bucaksız hayallerden fırlamış görsellerdi onunkiler. Toparlanması son derece güç, ışık ve renklerden oluşan darmadağınık bir dünyaydı bu. Örneğin çocukluğunun “devrisaadet” dediği yıllarına ne zaman dalsa yüreğinde tuhaf kıpırtılar olur, Paris’te bir gardan, Sirkeci’ye giden ekspres içini acıtarak hızla yol alırdı o görsellerin arasında.

İşte bu buruk hikâyedeki, atölyesini elinde taşıyan ressamımız, Osmanlı’nın Duyun-u Umumiye ikinci müdürü
Ekrem Bey ile Emine Nevher Hanım’ın ilk göz ağrısıydı. Dünyaya gelirken annesiyle babasını şaşırtmıştı. Doğacak çocuklarının kız olacağından öyle emindiler ki, Mualla koyacaklardı adını. Nur topu gibi bir erkek geldi yerine. Seçtikleri adı değiştirmeden Fikret eklediler önüne. Emine Hanım duygularına yenik düşerken, saçlarını uzattı küçük oğlunun. Ele avuca sığmayan bir çocuk oldu Mualla. Dünyası Fenerbahçe’de futbol oynayan dayısı gibi bir topun etrafında dönüyordu. On iki yaşının bir maç gününde ilk acılı çığlığı koptu aniden. Sağ ayağının bilek kemiği kırılmıştı. Alçıdan çıktığında eskisi gibi olmayacaktı. Yüreğinde hissedeceği boşluksa aksayan ayağından çok daha fazlaydı. Okulu Saint Joseph’te renkli bir başka dünya keşfetse de bakışlar ayağına gittiğinde utanır olmuştu.

Ardından yatılı olarak gittiği Galatasaray Lisesi’nde resim öğretmenlerinden Şevket Dağ’ın yönlendirmesiyle ufku açıldı. Alıcı kuşlar gibi görüyordu etrafını. Ayasofya’da minyatürleri, nakkaşların bıraktıkları eserleri hayranlıkla izledi. Eyüp’te izlediği horoz döğüşlerinin karmaşası resimlerine sokuldu usulca. Uçuşan rengarenk tüyler gelecekte o resimlerde buldu kendini.

Olaylar onu rahat bıraksaydı, dünyanın seyriyle mutlu olur, aksak bir sevgiye dönüşmezdi belki hayatı.
Birinci Dünya Savaşı yaşanıyordu. İspanyol gribinin ortalığı kasıp kavurduğu günler. Okuldan eve döndüğünde çakmak çakmaktı gözleri. Hastalık hiç beklemediği bir günde alıp götürmüştü en sevdiğini, annesini. Erkek kardeşi de bebekti üstelik. Hissettiği suçluluk duygusu yapıştı kaldı içine. Şefkat beklediği günlerde babasının eve genç bir kadın getirdiğini öğrenmişti. Kırılgan yalnızlığı dizginleyemediği bir öfkeye dönüştü o gün. Babasıyla aralarında onarılamayacak kadar büyük bir gedik açılmıştı. Babasının benzer yaştaki bir kadınla yaptığı evlilik de değiştiremedi bunu. Evden gittikçe uzaklaştırıldığını hissediyordu. İsviçre’ye mühendislik eğitimi alması için gönderildi. İstediğiyse bambaşkaydı. Kendi sesini dinledi. Zürih’ten Almanya’ya gitti, afiş ve desinatörlük eğitimi aldı. Almanya’nın, İtalya’nın en iyi sanat eserlerini, müzelerini gördü. Berlin’de Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim eğitimi aldı. Desen ve gravür çalışmaları önemli dergilerde yayınlandı.

Karşılıksız aşklar yaşadı.

Önce aynı atölyeyi paylaştığı Hale Asıf…

Kendisini avutuyordu.

Almanya’da alkole alıştı, sınırlarını zorlayınca hastanede yattı.

Yeni bir hayat, Paris, mıknatıs gibi çekti sonra. Çatı katlarının rutubetli odaları… Babası para yollayamadığı zamanlarda Mısır Hıdivi Halim paşa yardım etmişti, artık yalnızdı. Savaşların getirdiği fatura ağırdı, döndü. Akademide birinden işittikleri ümidini kırdı. Resimler, öfkeli dalgalarla, hayal kırıklıklarıyla birlikte, atıldıkları denizde dalga dalga sürüklendiler. Delicesine tutkun olduğu şey resimdi, vazgeçemezdi. Alkol onu aşağıya çekmek isterken, resim sağaltıyordu. Dergilere resim yaptı. Bir kitapçı dükkânında, satılmasa da, resimlerini seyre açtı. Yazdığı iki öyküsü yayınlandı. Paraya ihtiyacı vardı. Sağlam raporu aldı. Ayvalık Ortaokuluna atansa da kalbi akademideydi. “Elektrik olmayan yerde resim de olmaz” dedi, bir yıl sonra İstanbul’a döndü. Operetlere kostümler çizdi.

Nazım Hikmet, gönül verdiği Semiha Berksoy, bir evde üç ayrı ses ve bir renk oldular. Nazım’ın şiirlerini resimledi. Koca şair onun için “Ben bu sanatçıyı harikulade buluyorum” diyordu. Galatasaray Lisesine resim öğretmeni olduğunda öğrencisinin babasının mekânında hesabı ödeyemeyince ezildi. Bir başka akşam gittiği yerde duvardaki Atatürk Portresini yapan Alman ressamı eleştirince yanlış anlaşıldı, tutuklandı. Korkular büyüttü içinde. Dostları, ceza yemesin diye onu akıl hastanesine yatırdı. Neyzen Tevfik’le aynı odada kaldı. Babası ölmüş, eline para geçmişti, Paris’e dönecekti, anlaşılamamıştı…

Gitmeden, Abidin Dino’nun isteğiyle New York’taki Uluslararası bir fuar için İstanbul’la ilgili 30 resim yaptı. Buruktu giderken, içinden bir şeyler koptu. Geri dönebilecek miydi? Paris’te kısa zamanda parasını bitirdi. İkinci Dünya Savaşı yılları, karın tokluğuna, içki parasına resimlerini bırakıyordu. Kâğıt bulamayınca gece duvardan söktüğü afişlerin arkasına resimler yaptı. Hastayken, dışarı çıkamadığı günlerde uzandığı yerde penceresini resimledi. Yıllar sonra zengin bir koleksiyoncunun evini süsleyecekti. Kayıpları çoğaldı. Bir jet uçuşunda kardeşini de kaybetti. Aç kaldı, parklarda yattı, bulduğu izmaritleri içtiği oldu ama koltuğunun altındaki cilbendi hiç bırakmadı. Kalabalık yalnızlıklarda dinlendi. “Resim yaparken ibadet eder gibi sükûneti beynimin tepesinde, saçlarımın dibinde hissedemezsem zaman bilirim ki, yanlış bir işle meşgulüm”* dedi.

En çok görmek istediği şey saygıydı, soyadına yakıştırdı. 1952 yılıydı, galerici Dina Vierny resimlerini fark etti. Açtığı ilk sergide satış rakamı büyüktü. Oysa karın tokluğuna vermişti hepsini. Gerildi, öfkelendi. İki ay süresince hastanede kaldı. Yatakhaneler, koridorlar, avlular, malzemelerin porselen kapaklarını bile resimledi… Bir sanayicinin yardımıyla dört sergi daha açtı.

Paris’te artık tanınan bir ressam olmuştu. Picasso ile karşılaştılar bir gün, Fikret Mualla’dan bir resim aldı. Atölyesine çağırdı, resmini hediye etti. Picasso’nun resmini on beş gün evde rahatça kalabilmek için bir arkadaşına bıraktı, öyle acıkmıştı ki rahata…

Resimlerine hayran, Madam Angles koştu yardımına. Fikret Mualla yolda düşmüş, felç geçirmişti. Alplerde bir çiftlik evine götürdü onu. Orada tam beş yıl, üç yüzden fazla paha biçilmez tablolar yaptı onun için. Dostlarından gelen mektuplar yaşam sevinci oldu. Bir gün eve gelen memleket tadında yiyecekleri görünce gözyaşlarını tutamadı, yıllardır yememişti. Uzun zaman önce bir öykü yazmıştı. Orada aç bırakılan, bir parça yiyecek için niyet çekmeye alıştırılmış bir kartalı anlatıyordu. Gururlu ve yalnızdı, yükseklerdeki evini özlüyordu. “Ben insanların erişemeyeceği dağların üstündeki bulutların da üstünde uçmaya alışmış bir mahkûmum”* diyecekti, bir bakım evine giderken. Yıllar sonra resimleri memleketinin müzelerinde yer bulurken, hafifledi… Bulutların da üstünden baktı dünyaya, mahkûm değil özgürdü.

Emine Türker Özgen

(“*” işareti ile belirtilmiş cümleler Fikret Mualla’nın kendi cümleleridir.”)

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları