24 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- CAN EVİ’DEN BİR SES: ”SIRILSIKLAM BİR GÖKYÜZÜ ÇIKTI AĞLARDAN, MASMAVİ BÜTÜN BALIKÇILAR”

Ana Sayfa » GÜNCEL » EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- CAN EVİ’DEN BİR SES: ”SIRILSIKLAM BİR GÖKYÜZÜ ÇIKTI AĞLARDAN, MASMAVİ BÜTÜN BALIKÇILAR”

Eklenme : 21.12.2021 - 16:58

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- CAN EVİ’DEN BİR SES: ”SIRILSIKLAM BİR GÖKYÜZÜ ÇIKTI AĞLARDAN, MASMAVİ BÜTÜN BALIKÇILAR”

 

“Yeni bir hayat istiyorum” diyordu adam, “Sıfır,  hiç kullanılmamış.”

“Yepyeni bir insan, pırıl pırıl bir can bitecek toprağa.”

Badem ağaçlarının gölgesine gömdüğü uzun düşlerinden birinin içindeydi. Yapraklar sallandıkça düşünceler hafif hafif kıpırdandı içinde.

Taş evlerin arasına daldı gözleri. Maviye çalmıştı her şey: kapı, pencere pervazları, masmavi gökyüzü ve deniz. Rengârenk bir ışık doğdu erguvanların arasından. Günebakan çiçekleriyle birlikte yüzünü güneşe çevirdi, derin bir nefes aldı.

“Güler” diye bağırdı o davudi sesiyle karısına, “Çimleniyorum, böbreğimde bir şey var çimçim sana yeşillenerek öleceğim.” dedi. Kadın onun her haline alışıktı. En olmadık zamanlarda kurduğu cümlelerle şaşırtıp ruhunu okşamayı başarıyordu bu Can adam.

Dile kolay, kırk yılın üstü hep aynı yerden baktılar uzaklara. Su, Güzel ve Hasan katıldı aralarına. Canlar çoğaldıkça sohbetler koyulaştı mutfak masalarında. Sevgi demlendi ocakta, birer birer içtiler. Siyaset yaptılar aynı masada, güldüler, ağladılar. Evin her yeri çalışma masasıydı, en çok da mutfak masası.  Yemekler pişerken Can Yücel şiirlerini yazardı Güler’in dünyasında.

Sabahlar keyifliydi. Güne başlarken gazetelerdeki bazı yazıların altını çiziyor, notlar alıyor, arada etrafına muzipçe bakıyordu. Gür sakalları, zekice pırıldayan gözleriyle, hayatın sırrına ermiş bir filozofu andırıyordu. Bu görünüşünün altında aslında ele avuca sığmayan, haşarı bir çocuk vardı; bir yanıyla bilge adam, diğer yanıyla çocuk.

Sevdiklerine derinden bağlanırdı. Eski günlerden kalma anılar hala sıcaklığını kaybetmemişti. Köy Enstitüleri’ni kurup geliştiren, zamanının önemli ismi Hasan Ali Yücel’in oğlu olmak kolay değildi. O, babayı sabırla beklemek demekti. Özlemi bazen öyle büyüyordu ki “Hasta olsam da babam yanımdan hiç ayrılmasa” gibi düşünceler geçiyordu aklından.

Bir gelincik şurubu duruyordu pencerenin önünde.

“Pencerenin önünde duran, Güneşte gelincik…”

Düşlerin içinden suya bırakılan çocukların şurupları, umut olup belki iyileştirecekti büyükleri.

Çocukluğunda eve konuk gelen yazarların, sanatçıların içinde erişti delikanlılığa. Dostluğu hep sıcak tuttu. Can arkadaşı Gazi Yaşargil ile aynı sıraları paylaştılar. Hayat boyu sürecek bir dostluğun ilk adımıydı bunlar.

Önce Ankara Üniversitesinde, sonra da kendi imkânlarıyla  İngiltere’de Cambridge’de  dil eğitimi aldı. Latince ve Yunanca yapıtları okuduğu sıralarda, olgunluk dönemlerinde yazacağı şiirlerin imgeleri dolaşıyordu düşüncelerinde.

BBC’nin Türkçe bölümünün gür sesli Can spikeri oldu bir süre. Kore’de asker oldu bir de. Şiirler yazdı bir yandan da, tiyatroyla ilgilendi. Bazen halk şiirlerinin içinden seçtikleriyle seslendi gönüllere.

İlk kitabı Kayıp Çocuk’un ardından uzunca sürecek bir ”Sevgi Duvarı”nın sözcükleri örülüyordu yavaş yavaş. O sıralar ülkeden ülkeye gitti. Şehirden şehre dolaşırken bir dost evine rastladı. Bir gece çatı odasında sabaha kadar bir muhabbet kuşuyla söyleşti. “Geri dönmeliyim” dedi o kuşa, “gerçek yuvama.” Kendi ülkesinde tarih kokan sokaklarda gezen, gezdiren bir rehberdi artık. Başka türlü bir şey istiyordu. İçinde dolaşabileceği bir şiir damarı arıyordu.

“Başka türlü bir şey benim istediğim, ne ağaca benzer, ne de buluta, burası gibi değil gideceğim memleket, deniz ayrı deniz, havası ayrı…”

İngiltere’de bulunduğu yıllarda kitaplar üzerinde inceleme yaparken, Latin harfleriyle yazılmış Türkçe dilbilgisi kitabı bulması epeyce ses getirdi. En üretken dönemleriydi. Dünya edebiyatının sevilen yazarlarından, insanlığa çığır açmış düşünce adamlarının kitaplarından çeviriler yaptı. Che Guevara ve Mao yazılarından oluşan çeviri kitapları nedeniyle 15 yıla mahkûm oldu. Cezaevine girdiğinde ve sonra Datça’ya ilk taşındığında yanına tek bir yazarın kitabını almıştı; o da Shakespeare’di.

Niğde Cezaevi’nden Adana’ya giderken otobüsün içinden seslendi ay ışığına:

“Bir sen eksiktin ay ışığı.”

İki yıl yattığı cezaevinden, gelen affın ardından kucak dolusu şiirle çıkacaktı. Birçok ay ışığı imgesi, şiirlerine misafir olacaktı sonrasında.

Umutların gelip gittiği günlerdi.

“Bir limon kalsa da güneşten bir de ölümcül umut, Sen bu umuttan iflah olamaya Can”

Bir gece sevgi duvarını aşacaktı.

Şiirleri dergilerde kitaplarda yayınlanırken, şarkı olup dillere çoktan yerleşmişti.

Bursa Sokağı’nda bir ev vardı, o evde iki şair. “Sen şiirler yaz” derken arkadaşı Metin Eloğlu’na, siyaset arenasının içine girip çıkıyordu Can Yücel. “Sevgiyle öfke arasında parçalanıyorum” dediği günlerde, hicivli cümleleri Akbaba ve Leman dergilerinin sayfalarında yer aldı.

“Ben bir aşk değirmeniyim. Şiirler öğütüyorum Ayça Parkı’nda. Çocukları havada fır döndürüyorum.”

Şiir artık tarihin sokaklarında gezinen can dostuydu. Başka başka dillerin içinden de coşkuyla sesleniyordu ona. Ege’nin serin sularında bir gemide 450 kişiyle birlikte, Üç Denizin Dalgaları ismini verdikleri bir yazarlar çevirmenler örgütüyle Rodos’a kadar gidecekti.

“Martı ayaklı tayfalar koşuyordu limanda, Uykunun gözünde bir gelin teli”

Böyle şiirler yüzüyordu ruhunun derinlerinde.

“Sırılsıklam bir gökyüzü çıktı ağlardan, masmavi bütün balıkçılar.”

O şiirle resmin birleştiği yerde, doğanın seslerini şiirlere katarken yıllar çok çabuk geçiyordu. Zakkumların pembe olduğu o dizelerin ülkesinde doğaya yazıyordu.

“Baba adasında yattım dün gece Dalaman bükünün açığında. Öyle deliksiz uyudum. Babamın kolunda yatmışçasına.”

Doğanın resmiyle şiirin birleştiği yerde Gocadağ’a doğru bakıyordu, Su Kız ile Can Baba. Bir şiir resim harmonisi sarmıştı her yeri. Daha Datça’ya gelmeden çok önceleri, İstanbul’da Dragos’taki evin bahçesine, Su Kız’ın akademideyken çalıştığı resimleri getirip yayarlardı. Kızına rehberlik ederdi Can Baba. Yani o şiir, resim ve kitapların birleştiği yerde çok önceleri atmaya başlamıştı kalpler. Aynı süreçte hepsinin buluşabileceği bir Can Evi’nin düşüncesi filizleniyordu hayallerinde. Datça’daki Can Ev’i, onun şiir yolculuğunun çok önemli bir dönemecini oluştururken, İstanbul’da kurulan hayaller Güler’in resimleriyle birleşerek canlanacaktı.

Çakıl taşlı sokaklarda, taş duvarların arasında özgürce dolaşıyordu şiirler, resimler. Kargıların üzerinden gelene geçene “Buradayız” diyordu. Ağustos ayının en sıcak günleriydi. Bir yolcu Deveboynu Feneri’ne doğru tırmanıyordu. En tepede durdu, karşılara doğru baktı. Derinden bir ses duydu.

“Gocadağ, tüm engebesiyle yanıyor o koskoca kaya”

“Dağ keçileri düzlere kaçmış olmalı”

Sokakta gezinen şiirlerin içinde bir şey oldu o sırada.

“Taş evlerin arasından uzaklar seçiliyordu. Birisi bağıracak neredeyse karşı evin penceresinden, birisi bağıracak şimdi, yangın var yangın var diye.”

Bir Can yeşerdi tekrar Günebakan çiçeklerinin arasından.

Can Evi’nin önünde sadece sevenlerinin duyduğu o bariton ses inanarak şöyle dedi:

“Korkmayın, şiirler hep canlıdır dostlar. Onlar hiç yanmaz.”

 

 

 

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları