30 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- DÜŞLE GERÇEĞİN BİR OLDUĞU YERDE SEVİM BURAK

Ana Sayfa » GÜNCEL » EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- DÜŞLE GERÇEĞİN BİR OLDUĞU YERDE SEVİM BURAK

Eklenme : 05.07.2023 - 17:51

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- DÜŞLE GERÇEĞİN BİR OLDUĞU YERDE SEVİM BURAK

 

Sözcükler yürüyordu. Cümlelerin içinde eğilip bükülüyor, en olmadık yerlerde saklanıyor, üst üste düşüyor, düştükleri yerden kalkıyor, bir şey olmamış gibi başka cümlelerin içine girip yerleşiyorlardı. Kendilerini tekrar edenler vardı. Büyük harflerle konuşurken sınırları alabildiğince zorluyorlardı. İğnelerle perdelere tutunmuşlar, duvarlara, köşelere, evin her yerine dağılmışlardı. Yaşamak kurguya dönüşmüştü bir kadının dünyasında, düşle gerçek arasında…

Bir düşten uyanırken yakından geçen vapurun kesik kesik haykırışıyla irkildi kadın. Alışkındı, düşünmeden baktı yalının açık penceresinden. Babası Mehmet Kaptan kim bilir kaçıncı seyir defterini yazarken, küçük Sevim duyduğu seslerle böyle heyecanlanırdı. Kuzguncuk o tarihte aynı ağaç dallarıyla paşa konaklarının, azınlıkların evlerinin birlikte kucaklandığı, ibadethanelerin seslerinin birbirine geçtiği, ahşap pencereleri, püsküllü perdeleriyle süslü, içleri titreten melodilerin dört bir yana yayıldığı bir yerdi.

Bütün sesler görüntüleriyle toplanıp geldi çocukluğundan. “Utanma benden” diyordu bir ses. İçi cız etti. Annesi Marie Mandil (Aysel Burak) diline dolanan hecelerin kıpırdadığı yerlerden gelip yıllar sonra kızının öykülerine anlam katarak gireceğini bilse sevinirdi. Marie Bulgaristan’dan göç etmiş bir Yahudi ailenin kızıydı. Kocasının yaşadığı eve hemen kabul edilmemişti. İlk kızları Nezahat doğuncaya kadar genç âşıklar, Karadeniz kıyılarında can simidi gibi yapıştıkları bir gemiyi yuva bildiler. Sonra da kalabalık aile konağına yerleştiler. Sevim orada büyüdü.

Konağın karşısındaki mezarlığı, daha küçük bir kızken evlerinin bahçesi Sevim, mezarlığın içinden geçerken korkmamak için şarkı söylerdi. Zorluklarla baş etmeyi böyle öğrendi.

Yaşam gün geçtikçe daha da güçleşirken, eskiyle yeninin arasında geçen hesaplaşmalar çoğalıyordu. Beyoğlu’nda bir kitapçıda çalışmaya başladığı yıllarda, birçok yazarı birden tanımış, olgunlaşma enstitüsünün mankeni olmuştu aynı zamanda. Evlilikler, ayrılıklar, çok şey geride kalmıştı. Her eşyanın, her gelenin, gidenin yazılarının içine girecek bir anlamı vardı.

Kalın bir düdük sesi duydu o anda can evinden. Bremen vapuru sonsuza yol alıyordu hikâyesinde. Atalarının ayak izleri dolaşıyordu belki de. Bir çocuk koydu, anneanne koydu içine. Birinci vay (tehlikeli dalgalar), ikinci vay… On altıncı vay… Bir şamandıra resmi düştü iğnelendiği yerden, kurtuldular. Kaptan büyükbaba en son terk edecekti ya gemisini. Gittikçe azaldı sesler… Bir sis perdesinin içine girdi büyükbaba ve vapur… “BUUBBB  BUUUBBB…”

Öykülerinde ölüm, savaştığı bir düşman olarak hep var olacaktı. Herkesin yabancı olduğu bir dil,  bir gösteri evreninde tek başınaydı. “Yüksek bir ipin üzerinde, her an ayağını boşluğa atma tehlikesi ve ölüm numaralarıyla cambazlık yapmaya benziyor”* diyordu. “Yanık Saraylar” kitabıyla Sait Faik Öykü Ödülü’ne adaydı. Jürinin farklı görüşleri arasında gürültü kopmuş, ödülü alamamış, Mehmet Fuat, Sevim Burak’ın hakkı olduğunu düşünüp jüriden ayrılmıştı. Kırgındı Sevim, yıllarca bir şey yayınlamadı. Bir roman yazıyordu. Defalarca şekle soktuğu yazı ağacının içinde şiir gibi biçimlendirdiği metinler hiç susmadı. Daktilonun sesi geliyordu gün ışırken, “Daktilo Kız Nebahat” hala yazıyordu. Müzik sesleri yaklaşıyordu, deniz dalgalandı.

Neşeli gemiler de yüzmüştü anılarında. ABD Büyükelçisi önayak olmuştu bir iş gezisine. Atlas Okyanusu’nu aşan bir geminin güvertesinde on iki kadın mankenin kahkahası yankılanmıştı. Amerika’ya, Küba’ya gitti. Baltimore sokaklarından keman sesleri geliyordu. Bir hafta o neşeli gemi limanda mutlu yatarken, kırlara koştular. Çiçek kokularına podyumların parfüm kokusu karıştı. Amerikan televizyonunda bir spiker onu anons ediyordu. “Ayaklarından büyük gözleri olan kadın” diye yazdılar. Zehir yeşili gözleriyle etkiliyordu. Reklam filmi tekliflerini yok saydı, döndü memleketine. Kendi moda evini açtı; tasarladı, kesti, biçti. Öykü metinlerini kalıplarına sokmadan önce, kumaşlara değdi ağzındaki iğneler. Farklı renkler gördü.

Resimlerin içinden göründü bu defa ona aşk. Ömer Uluç’la gel-gitler ile dolu bir yolda uzun yıllar yürüyecekti. Afrika’nın gizlerle dolu topraklarında kızları Elfe ile birlikte bir buçuk yıl kaldılar. Ömer’in soyut resimlerinden çok şey öğrenmişti. Soyutluk öykülerine taşıyacağı yeni bir dildi. Parçalarına ayırıp, bütünde yeniden birleşerek yeni anlamlar verdiği şifrelerle dolu metinler yazarken kimseye benzemiyordu.

Afrika, ruhuna iyi gelse de, bedenini yormuştu. Kalbi yaralıydı. Daha on yaşındayken bu yaranın kalp romatizması olduğunu söylemişlerdi. Afrika’nın sıcağından Londra’ya kalp kapakçığı ameliyata için gidecekti. Uçağa binmesi yasaktı. Limasollu Naci’nin dil okuluna yazılmak geldi aklına. O meşakkatli yola bir öğrenci otobüsüyle çıktı. Ameliyattan sonra uzunca dinlenmeliydi. İstanbul’u öyle özlemişti ki beklemedi.

Afrika’dan getirdikleriyle bir sergi açtı. Alışılmış değildi böylesi. Totemler, birbirinden ilginç masklar… Tam tam sesleri duyuluyordu, kalbinin sesini gizleyen. Ömer Uluç’la evliliği ise kendi hücresine çekilmiş, son halkayı çıkaracak anahtarı bekliyordu.

Kışın en deli zamanıydı. Telefon kulübesindeki yalnız kadın sıcak bir sesin peşindeydi. Hayatındaki sesleri sokak aralarında, eskicilerde, kapalı çarşıda, antikacı dükkânlarında, bir dönemin konaklarında, o konakların yaldızlı fincanlarının çınlayan seslerinde buldu. Bir Romen gemisi yanıyordu boğazda. Ateşler içindeydi Sevim.

Haseki Hastanesi’nin bahçesinde, yüz yıllık havuzda, nilüferler arasında rengi farklı bir balık vardı. Kendine benzetmişti onu. İmza gününe gittiğinde hiç kimse ummuyordu gelebileceğini. Taftadan, kadifeden yapılmış elbisesiyle siyah bir kuğu gibiydi. Mutluluk farklı bir kılıkta gelmişti bu defa. Mutsuzluksa daha fazla kılık değiştiriyordu.

Bir devri değiştiren ne çok şey yaşanmıştı. “Yanık Saraylar” öykü kitabının üzerinden 17 yıl geçmişti. Şimdi “Sahibinin Sesi” oyunuyla sesini duyuracaktı. İlk defa bir kahramanın iç sesi sahnede plaktan konuşacaktı.  1972 yılında başladığı “Ford Mach I” romanını bitirmek için çabalıyordu, kalbi daha fazlası için direniyordu.

Bir “Mut” öyküsü dağıldı gitti. Yaşlı çeyiz sandıkları açıldı, renk renk kumaşlar, oyalar… Anılarını koparıp alabilirler miydi? Eskiyle yeni yüzleşiyordu. İki ayrı kadın, iki ayrı pencereden bakıştılar başka bir hikâyede.  Öykü kahramanları hep tanıdıktı. Çocukluğunun Şaziye Hanım’ına benziyordu biri. Hala Kuzguncuk’ta muhtaç çocuklara yemek yapıp yediriyordu o kadın. Sokaklarında dolaştı yıllar sonra, bildiği dere yatağındaki bir eve gitti. Yerleri değişen kadınların hayatları kalmıştı geride. Sonra bunların toplamından mutfak çeperlerine sıkışanlar, kentin acımasız dişlisine kendini kaptıranlar, varlığı hiçliğe dönüşen ve simsiyah kararmış bir tencerenin dibine yapışıp kalan bir kadının öyküsü çıkmıştı ortaya.

Bir büyülü evrende doğaüstü hareket eden kahramanları oldu. Nesneler canlı birer varlığa dönüşüyordu. Kafka okurken bu evreni keşfetmişti. Kırılmış, dağılmış özleri topladı, soyut resimlerin içinden çıkan anlamlar gibi bir gizin içinde gezindi. “Bilinçle bilinmeyene koşmaktır sanat”* diyordu. “Bütün mesele kendimi yalnızca yazı yazmaya adamam bir Mevlevi gibi.”* O saklı alanda yaşadı. Oğlu Karaca’ya içini döktüğü mektuplardan birini düştüğü yerden kaldırdı. Bir Elton John şarkısı çalıyordu kasette. Kedisi Tilde sokuldu yanına.

Bütün duyguları birden yaşadı, onların peşi sıra koştu. Bir yarışma daha olumsuz sonuçlanmıştı. “Afrika Dansı” öyküsüyle katılmıştı. Profesyonel bulunmuştu bu defa. Kızı Elfe inanıyordu ona. Salah Birsel, Elfe’ye annesinin bütün kâğıt parçalarını saklamasını, onun büyük bir yazar olduğunu söylemişti. Murathan Mungan, “Afrika Dansını bir solukta okudum, nefes almadan yirmi kere okudum üst üste” diye yazmıştı. Bir gün anlaşılabilecek miydi gerçekten?

Acımasız bir yarıştı hayatın kendisi. O yarışın sonuna yaklaşıyordu. Bir yarış arabası çıkıp geldi durduk yerde “Ford Mach I” canlı olan sanki arabanın kendisiydi, onunla bütünleşti. Kıran kırana bir yarıştı. Hayatımın romanı diyordu ona. Yaşayarak yazabilmek için evden antika bir halı satıp araba almış, bir türlü tamirden kurtaramamıştı. Tıpkı iyileşemeyen kalbi gibiydi her şey.

Yine hastanedeydi. İki şarkı arasında durmadan saati soruyor, yaklaşan makine sesini duyuyordu.  Duvardaki kâğıtları, bütün “ÖBÜR KÂĞITLARI DA”* indirdi, sakladı yatağının altına. O makinenin bir ruhu var mıydı? Yine ne soracaktı? “Birbirinden ayrı yüzlerce iplikle yeniden örerim hayatı”* dedi.

Tam saatinde geldi Afrikalı dansçılar kadınlar koğuşunun önüne. Bir savaşçı maskesi uzattı içlerinden biri, “Büyük Kuş” şeklinde, gaga burunlu… “Son bir dans” dedi, en yüksekten ineni. Döndüler, dünya tersine döndü. “Mives Karub” oldu ismi. Saçlarının iki yanını ördüler, göz kapağına gözyaşı taşı yapıştırdılar. Hiç çıkmayacak bir boya sürdüler yüzüne. İçinde rüzgârların dolaştığı bir elbise giydirdiler. Elinden tuttu en cesur savaşçısı. “Hiç korkma” dedi “Sakın korkma.” Birlikte yükselirken rüzgâr doldu özgür ruhuna. Makine usulca çıktı kapıdan, sustu…

Emine Türker Özgen

(“*” ile belirtilen kısımlar Sevim Burak’ın kendi cümlelerinden alınmıştır.)

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları