25 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- EDİP CANSEVER: ŞİİRDEN BİR TEKNEDE RUHİ BEY İLE..

Ana Sayfa » GÜNCEL » EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- EDİP CANSEVER: ŞİİRDEN BİR TEKNEDE RUHİ BEY İLE..

Eklenme : 05.06.2022 - 9:28

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- EDİP CANSEVER: ŞİİRDEN BİR TEKNEDE RUHİ BEY İLE..

 

Geçmiş zamanları hatırlatan ılık bir ikindi düştü şehrin üzerine. İsimsiz teknesinin içinde ince yüzlü bir şair ufka doğru bakıyordu. Aklına dizilmiş anılar kıvranıyordu hayalinde. Solmaya başlayan günün içine sığıverdi. Balıkçılar ağlarını topladı. Hüzünlü bir bulut ince ince akıttı gözyaşını. Martı çığlıklarına aldırmadan şiirlerinden çıkıp gelen bir yolcuyu anımsadı o sırada. Sözcüklerin dönüştüğü yerde Ruhi Bey’le göz göze geldiler. Şimdi aynı yolda birlikteydiler. Dalgın bir ifadeyle içinden seslendi ona; “Neden susuyorsun Ruhi Bey? Hava yine değişti diye mi? Ben senin yerine de konuşurum şiirden sözcüklerle”.

“Ansızın bir rüzgâr çıktı demin, çölde yanıt arayan alaycı bir rüzgâr. Kolalı bir örtü gibi acıtıyor yüzümü. Yakıyor gözkapaklarımı da. Toplayıp getiriyor anılarımı bir bir. Uzun yolları hiç sevmeyen anılarımı. (Kaç türlü girilirdi anılardan içeri?)”*

Beyazıt’ın arka sokaklarında bir evde duyuluyor ilk sesim. “Edip” diyorlar bana. İlk anımsadıklarım Saraçhane başında. Birbirine küsmüş yalnız sokaklar, dokunmayı bekleyen kapılar, hepsinin zillerini birden çalıyorum. “Bir küçük bahçe, bahçenin çevresi hep ev, bir kuyu, bir ayva ağacı bir çardak.”*  Yaramazlık yapmışım, annemden kaçıp tavan arasına sığınıyorum. Babam buluyor orada beni. “Yarın seninle çarşıya gideceğiz” diyor.

Beyazıt Meydanı’ndan geçiyoruz. Kapalı Çarşı geniş kanatlı kapısını açmış bize. Birbirine sarılmış gibi duran dükkânların içinde neler yok ki? Çantalar, çini vazolar, halılar, kilimler… Bu kadar rengin karmaşasında kendimi masal şehrinde gibi hissediyorum. Dükkânımızda, tahta kepenkli dolapların üzerine kurulmuş minderlerin arasında hayallere dalıyorum. Gelip gittikçe başka yerler keşfediyorum. Artık okulluyum.

Örgülü saçlarıyla küçük kızlar var yakınımda. Önce Güler, sonra da Nebahat giriyor çocuk kalbime. Ruhi Bey, yorgun düşünceye kadar çarpacak bir kalbin ilk heyecanları bunlar.

Kumkapı Ortaokulu’na giderken şiirlere dönüşüyor titreşimler. Çocuk dergisinde ilk ismimi gördüğümde ne kadar mutluyum! Millet Kütüphanesi, sanat dergileri… Bab-ı Ali ile de komşuyuz artık. Çehov, Dostoyevski, Nazım’ın kitaplarıyla tanışmalarım… Yüzünü unutmadığım gözlüklü kütüphaneci kadın neden hep ciddi şeyler okuduğumu soruyor. Erkek Lisesi’ndeyken sevinçli bir şiir oluyor duygularım. İstanbul Dergisi’nde ilk defa şiirim yayınlanıyor. Bir kelebek kadar hafifim. Yaşam çabuk adımlarımla yönünü bulurken avareyim.

Tünelde, Narmanlı Yurdu’na götürüyor beni adımlarım. A. Hamdi Tanpınar bütün şiirlerimi sabırla okuyor. “Hepsi de çok güzel ama hiçbiri şiir değil diyor.”* Öğütler veriyor bana, resimden müzikten söz ediyor.  Hayranlıkla dinlediğim yazardan duyduğum sözler kulağımda. Daha fazla okuyor, dinliyorum. Eski Yunan filozofları aklımın bir köşesinde fısıldıyorlar.

Hayatın birden bu kadar değişeceğini ummazdım. İkinci Dünya Savaşı’nın alevlendiği yıllar. Radyo başında merakla beklenen haberler, karartma geceleri… Korkuyu çoğaltan uçak sesleriyle irkilirken, “Hadi” diyor babam “Köye gidiyoruz.”

Anadolu’da hayat hep başka mıdır Ruhi Bey? Orada insan sıcaklığı korkunun üzerine mi yürür? Yürüdü, Ruhi Bey. Dört ay boyunca babamın büyüdüğü yerlerde, Çankırı’da, bir köyde, değirmene buğday götürüyorum, öğütülsün diye. “Döğenin üstünde öküzleri sürüyorum. Harmanda buğday kurutuyorum. Kuşlar yemesin diye bekçilik yapıyorum. Bir gün demiryolunu tamamladılar. Çiçeklerle donatılmış ilk tren Atkaracalar’a giriyor.”*

Yoksulluklarının üstüne çıkan bir coşkuyla birleşti sanki köy halkı. Yeni döşenmiş raylardan geçip İstanbul’a geliyoruz. Babamın daha askerdeyken birkaç eşya satmakla başladığı kapalı çarşı macerası, edindiği o dükkân, hayatımın bir parçası oluyor yeniden. Ve ben İstanbul’un cumbalı eski sokaklarında, rıhtımlarında, meyhanelerinde, yoksul mahallelerinde, insan sesini duyduğum her yerinde kendimi arıyorum şiirlerimi yaratmak için. İlk kitabım “İkindi Üstü” çıkıyor, 19 yaşındayım. Vazgeçmeyeceğim dostlar tanıyorum gelip giderken yazarların buluştuğu Elit Kahvesi’nde. Salah Birsel. Önce o yüreklendiriyor şiire beni. Yüksek Ticaret Üniversitesi’nde okumayı deniyorum bir süre. Anlıyorum bana göre değil.

Hep bir acelem var Ruhi Bey, uzun yolları sevmem hiç. Bir yemekte tanıyorum Mefharet’i. Kısa zamanda evleniyoruz. Yirmi yaşında ilk çocuğum oluyor. Önce kızım sonra da oğlum katılıyor yaşamıma.

26 Kasım 1954 hayatımın en önemli olayı; Kapalı Çarşı yanıyor ve tam 28 gün boyunca devam ediyor. Hayvanlar kaçışıyorlar, dayanılmaz sesler çıkıyor… Yanan 1364 dükkânın arasında bizimki de var.  Babamdan kalan dükkân küle dönüyor. Ortak arıyorum kendime. Mösyö Jak imdadıma yetişiyor. Asma katlı bir yer tutuyoruz birlikte. “Ben işlerle ilgilenirim” diyor, “Sen şiirlerini yaz”. Ne mutlu. Yukarısını şiir atölyesine çeviriyorum. Burası, benim şansım dediğim yer.

Şiirler şiirleri kovalıyor, kitaplar birbirini. “Yerçekimi Karanfil” kitabım Yeditepe Şiir Ödülü’nü alıyor. İkinci Yeni’yi başlatanların içinde anılıyorum. Ben yalnız bir şairim aslında büyük kalabalıklar içinde. Mefharet dostlarımızla paylaştığımız mükellef sofraların yaratıcısı oluyor o yıllarda. Beyoğlu’nda, Bebek’te,  Fenerbahçe’deki evlerde uzayıp giden muhabbetler. Gün ağarırken masada uykuya düşmüş başlar görünüyor, düşünüyorum. Yine sabahı sabah ettik Ruhi Bey. “Masa da masaymış, ha!”*

“Adam yaşama sevinci içinde, Masaya anahtarlarını koydu, Bakır kâseye çiçekleri koydu, Sütünü yumurtasını koydu, Pencereden gelen ışığı koydu, Bisiklet sesini çıkrık sesini, Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu, Adam masaya aklında olup bitenleri koydu, Ne yapmak istiyordu hayatta, İşte onu koydu, Kimi seviyordu kimi sevmiyordu, Adam masaya onları da koydu, Üç kere üç dokuz ederdi, Adam koydu masaya dokuzu, Pencere yanındaydı gökyüzü yanında, Uzandı masaya sonsuzu koydu, Bir bira içmek istiyordu kaç gündür, Masaya biranın dökülüşünü koydu, Uykusunu koydu uyanıklığını koydu, Tokluğunu açlığını koydu, Masa da masaymış ha, Bana mısın demedi bu kadar yüke, Bir iki sallandı durdu, Adam ha babam koyuyordu”*

Şiiri şiirle ölçmeden çok önce bana şiirin nasıl geldiğini anlatmalıyım Ruhi Bey.

Kimi zaman başka bir masada tükenmez kalemle peçeteme düşüyor kelimeler. Dizeye dönüşmese de uğraştırıyorlar. “Yeni bir şiire başlıyorsam, kafamda mutlaka sözcüklere dönüşmemiş bir ses akımı… Sanki dizeler benimle değil de, ben dizelerle uyuşmak, onları uysallaştırıp evcilleştirmek zorundayım.”*

Ve şaha kalkan duygular günün herhangi bir vaktinde, herhangi bir yerde mektup oluyor, ülkeler aşıyor, Danimarka’ya Alev’e kadar ulaşıyor. Alev kim mi Ruhi Bey? Yapma! Diyeyim ki seramiğe tutkulu bir kadın çok uzaklarda. Aramızda uzayıp giden mektuplar on dört yıldır var. ”İster seramik yap, ister kendini koy dünyaya ikisi arasında büyük bir fark mı var sanıyorsun? “Ben seni acıyı sevgiye dönüştüren korkuyu cesarete, çirkini güzele çeviren usta bir simyacı olarak görüyorum.”*Böyle söylüyorum bir mektubumda….

Son defa alevci kızın bir kıvılcımı ülkeler aşıp ellerime geliyor, tutuşturuyorum tüm mektuplarını, yanıp kül oluyor, alev sönüyor. Oysa güllerin kokusu geliyordu burnuma, daha yaz mevsiminde olmalıyız. “Gül kokuyorsun bir de amansız, acımasız kokuyorsun, gittikçe daha keskin kokuyorsun daha yoğun dayanılmaz bir şey oluyorsun, biliyorsun hırçın hırçın, pembe pembe, öfkeli öfkeli gül kokuyorsun nefes nefese”*.

Kapalı çarşıdaki yazı atölyemi eve taşıyorum. Sabah erkenden işe gider gibi kalkıp yazmaya başlıyorum.  Şiirlerimi bitirdiğimde ilk Mefharet’e okuyorum. Tomris Uyar’ın doğum günü yaklaşıyor, yeni bir şiir bekliyor benden, “Yaş değiştirme törenine yetişen öyle bir şiir”.  Ah!  Nereden bilirdim şiirin en acıtanını dostum Turgut Uyar’a yazacağımı. Ansızın bırakıp gidiyor bizi. “Kendi ölümümü gördüm o gün. Kocaman bir avlunun ortasında durdu durdu”*

Bak yine gözlerim yanıyor Ruhi Bey. Belki de az önce anımsadığım dumanın kokusundan… Tragedyalarımın kahramanları bir bir önümden geçti Çiçek Pasajı’nda yükseklere, binaların pencerelerine bakarken gördüm, öykülü şiirlerimi kurguluyorum onlarla. Tıpkı bir hikâye anlatıcısı gibi. “Umutsuzluk Parkı”ndayım ama bir umut arıyorum Ruhi Bey, çareler bulmaya çalışıyorum şiirlerimde yabancılaşan insanların içinde dolaşırken. Anadolu’yu çocuklarımla gezerken ise mutluluğu duyuyorum. “Şairin Seyir Defteri”ne yazıyorum. Tarihin, efsanelerin içinden bugüne sesleniyorum.

Sanki zamansızım, hızla akıp gidiyor günler. Bir yerde durdum.  “Sera Oteli”ndeyim. Anlamaya çalışıyorum. “Her şey bir bir belirsizlik, bir yanıtsızlık, bir… Yani bir avucumuz hep öteki avucumuzda.”* Geçmiş, gelecek ve şimdiyi sorgularken kendine dönüyor birden sorular. Bugünlerde en çok gitmek istediğim bir yer var, bir dostum benim için hazırlıyor. Bodrum’daki o ev gözümde tütüyor. Yeni bir sürprizi var hayatın bana verdiği Ruhi Bey. “Evet, aralık kapıdan soğuk geliyor. Tam kalbimin üzerine bu akşam.”*  Şimdi ben sana soruyorum Ruhi Bey. “Kaç türlü girilirdi anılardan içeri? 1)İşte bir zambağın özsuyunun içilişi gibi, 2)Süt emer gibi bir memeden, bütün renklerin ve bütün kokuların bir anda bilinişi, 3)Dibini kazıyor alanlar: dünyanın iç çekişi.”*

Karşıda gözüken teknede artık sadece Ruhi Bey var. Edip Cansever Bodrum’un mavi sularına bıraktı son sözcüklerini. Her şeyin fazlası zararlıdır ya, “Fazla şiirden öldü Edip Cansever” dedi Cemal Süreya.

 

(* işareti ile belirtilmiş cümleler Edip Cansever’in kendi cümlelerinden alınmıştır.)

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları