1 Mayıs 2024 - Hoş geldiniz

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- FAKİR’İN IŞIĞI SÖNMEZ

Ana Sayfa » GÜNCEL » EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- FAKİR’İN IŞIĞI SÖNMEZ

Eklenme : 19.10.2022 - 12:36

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- FAKİR’İN IŞIĞI SÖNMEZ

FAKİR”İN IŞIĞI SÖNMEZ

Ben bir Anadolu kadınıyım. Toroslar’ın öte yakasında, Boncuk Dağları’nın ardında küçük bir köyde yaşardım bir zamanlar. Ağzı dili bağlı kadınların olduğu bu köyde çok bir şey değişmezdi hayata dair. İlkokulu bitirdiğim üç yıl olmuştu. Ürgüp’ün bir köyüne gelin olarak giden ablamın ilk bebeği doğmuştu. Eniştem askerdeydi. Bana da gelinlik kız gözüyle bakılıyordu. Arkadaşlarımdan birçoğunun sözlüsü, nişanlısı vardı. Ablamın beni yanına çağırması kurtuluşum oldu. Babam zor da olsa kabul etmişti oraya gitmeme, annem ise dünden razıydı.

Büyük bir şey oldu o yıl. Kuşların cıvıldaştığı o ilkbahar sabahında bir adam kucak dolusu kitaplarla çıkıp geldi. Bütün kadınları meydanda topladı. Tek tek dağıttı elindekileri. O zaman anlatmışlardı; ilk defa yirmi sene önce gelmiş bu adam köye, gençmiş o zaman. Katırların heybesine yüklediği kitaplar getirmiş, okusunlar diye. Hâlâ uğrarmış buralara. Kitaplardan birinde “Yılanların Öcü, Fakir Baykurt” yazıyordu. “Irazca’nın Dirliği” kitabında yine bu isim vardı.

Fakir isminin sırrını yıllar sonra öğrenecektim ama bir yakınlık hissettim o anda, yoksul muydu yoksa o da bizim gibi? Eve geldim. Günlerce tekrar tekrar okudum verdiği kitapları. Dil bizim dilimiz, yaşantılar bizimkine benzer. Okurken bir Irazca Ana çıktı karşıma. Evimin önüne ev yaptırmam diyordu. Esaslı kadındı Irazca; direniyor, haksızlıklara mücadele veriyordu. Köye okul yapılacağını duyduğunda yere göre sığmamıştı sevinci. Okumaktan öğrenmekten yanaydı hep. “Ak saçımla öğretmenlerin önüne diz çöküp oturayım, rağbet hörmet edeyim! Okulun camlarını sileyim, bahçesini süpüreyim. Akşam şavkın önüne kapanıp derslerime çalışayım, gündüzleri de önlerine varıp sorularına cevap vereyim.” diyordu. Bizim oraların insanları toprak gibidir, ektiğinize karşılık verir ama önce temizleyip atmak lazımdır üzerlerindeki ayrık otlarını. Sulamak, hazırlamak lazım gelir.

Fakir adındaki yazarın Anadolu’nun köylerinde bu uğurda nasıl mücadele ettiğini öğrendim önce. Burdur’un Yeşilova ilçesinin Akça Köyü’nden çıkıp kente okumaya gittiğini anlattı bize kitap getiren kütüphaneci Mustafa Ağabey. Yazarın çocukluğu, köyüme yakın bir köyde geçmiş meğer. Babasız kaldığında daha dokuz yaşındaymış. Yetim çocukların analarının omuzlarındaki yük iki kat değil dört kat fazladır köylük yerde. Yine de her şeye rağmen dirençlidirler. Anası Elif, ektiği diktiği yetmeyince ne yapsın? Çocuklarını mecbur işe salmış. Irgatlık, rençperlik yapmış küçük Tahir de, o zamanki adı buymuş Fakir Baykurt’un. “Evin içinde kakışıyoruz. Başta dul bir ana. Başında bir kalbur çocuk.”*  Sıtmanın onların da evini vurduğu zamanlarda anasının bir avuç ilaç için çalmadığı kapı kalmamış hem de… Kardeşlerinin hepsi güçleri güçleri yettiğince çalışmış çabalamışlar. Dünya savaşıyormuş o yıllarda memleket zorlukla ayakta kalmaya çalışırken.

Fakir Baykurt, o zamanın küçük Tahir’i okuma düşleri kuruyormuş. Bir gün dayısı ben seni okuturum Tahir dediğinde, hazırlanmış gitmiş Nazilli İlçesinin Burhaniye Köyü’ne. Gel zaman git zaman aylar geçmiş, dayısı oralı bile olmamış. Bir dokuma atölyesine yerleştirip bırakmış onu. Dayı askere gitmiş de tekrar yüzü gülmüş Tahir’in, köyüne dönmüş tamamlamış ilkokulu.

O yıllarda karşısına çıkan Müfettiş İsmet Hanım’dan öğrenmiş başka okullarla ilgili ilk bilgileri. Okuyup öğretmen olarak dönmeyi, o kıraç topraklara can suyu olmayı daha o zamanlar kafasına koymuş. “İşte Gönen göründü. Isparta’nın Gönen Köyü. Köy Enstitüsü var orada. Beş yıl okuyup öğretmen olacağım. İçimde iri gövdeli aslanlar dolaşıyor. He-heeey! Yelesi savrulan aslanlar! Öğretmen olacağım. İçinde yittiğimiz korkunç yoksulluktan kurtulacağız önce. İlk aylığımı anama veririm, kardeşlerime üst baş alır borçları öder. Kız kardeşim Zekiye gelin olacak, ona çeyiz düzer. Gazi ağabeyim evlenir.”*

Düşlerinin gerçeğe dönüşmeye başladığı yerde Gönen Köy Enstitüsü’nde bellemiş ilk defa şiir gibi sözler söylemeyi, hatta bütün zor hayatları şiirlerinin içine sığdırmayı. Fesleğen kokuluymuş ilk şiiri, Eskişehir’de çıkan Türk’e Doğru Dergisi’nin içinde yeşermiş ilk defa. Kocaman bir kütüphanesi varmış öğretmen olacağı okulun. Örnek aldığı yazarları yüreğinin içinde sevgiyle saklamış hep yıllarca. Fotoğrafla uğraşırmış o günlerde. Zor zahmet edindiği bir fotoğraf makinesiyle arkadaşlarını çekip, ilçeye baskıya yollarmış. Bir defasında fotoğraflar postada kaybolmuş. Baskıcı parasını istediğinde heyecan içinde kalmış. Günler sonra postaneden gelen telgrafta, ”Fakir Baykurt’un resimleri” yazdığını görmüş. Hem şaşırmış, hem de sevmiş yanlışlıkla yazılan bu ismi. O yıllarda yazılarında hep takma ad kullanırmış zaten. Şiirlerinde kullandığı takma adı zamanla gerçek adı oluvermiş. Ben yıllar sonra öğrendim bütün bunları. Sonra yetmez olmuş şiirlerindeki sözcükler, öykülere taşmış, ardından da romanlarına. O öyküleri, romanları okumaya başlayınca daha iyi anladım her şeyin yazgı olmadığını, değiştirmek için çaba gerektiğini, birleşmek gerektiğini.

Ablamın yaşadığı yere dikiş makinesini de alıp getiren kütüphaneci Mustafa Ağabey sayesinde dikiş dikmeyi öğrendim o yıl. Köyüme geri döndüğümde bambaşka biri olmuştum. Kendi paramı kazanacak, hemen evlenmeyecektim. Onun “Tırpan” adındaki kitabını okumuştum çok sonra. Çayır çimen yeşilinin kızların gözlerine yansıdığı bir köyde, güzeller güzeli Dürü’nün dedesi yaşındaki adama satılması, yaşadıkları beynime kazınmıştı. Yazılanların hep esaslığı vardı. Nasıl sonlar bekliyordu böyle kınalı elleriyle harcanıp giden kızları… Kader olamazdı bunlar. Kitaplarındaki kadınlar vazgeçmiyordu direnmekten. Vazgeçmeyecektim! Gözüm açılmıştı benim de.

Köyün dikişini dikerken makine alacak parayı biriktirdim. Kitaplar ısmarladım kasabadan, kış geceleri köy kızlarına okudum. Halk Evleri’nin açtığı kurslara usta öğretici olacak kadar marifetliydim artık. Emeğin değerini iyi bilen Mehmet Ali ile karşılaştığımda ise hayatım tümden değişti. Köy Enstitüsü’nden yetişmeydi o da. Yıllar önce Fakir Baykurt’un ilk öğretmenliğinin geçtiği köylerden birinde Kavacık’ta karşılaşmışlardı. “Beş yıl yaptığı öğretmenlikten sonra Gazi Eğitim Enstitüsü’nde Edebiyat okumuş, dergilerde öyküleri çıkmaya başlamış, daha ilk romanı Yılanların Öcü ile ödül kazanmış” dedi Mehmet Ali. Film bile yapmışlar. Filmin ilk defa oynandığı gün sahnede olaylar olmuş, kimi alkışlamış kimi yuhalamış. Yasaklanmış film önce, sonra reisicumhur izin vermiş de yeniden oynamış.

Muzaffer isminde bir kadınla evli olduğunu, Işık, Sönmez adında iki kız çocuğu, bir de Tonguç adında bir oğlu olduğunu söyledi. Her şeyi merak ettiğimden tek tek sordum. Mehmet Ali’nin bana değer verdiği ise her halinden belliydi. Onunla evlendim. Uzak köylere gittik birlikte. Anadolu’nun başka köşesinde yurt edindik. Çocuklarımızı büyüttüğümüz yerlerde evler kurarken, yeni yetişirken tanıdığım o yazarın hep izlerine rastladım. Daha birkaç gün evvel buradaydı diyordu Hatice Teyze. Köy kasaba dolaşırken, insanların hayat hikâyelerini yanında taşıdığı deftere not ediyormuş. O zaman heyecanlandım. Belki benim de bir gün anlatacaklarım olurdu ona. Ben onun yaşamıyla ilgili bilgileri yine kendi yazdığı kitaplardan öğrendim sonra. Düşündüklerinden, söylediklerinden rahatsız olan insanlar çıkmıştı da, o yine de vazgeçmemişti doğru bildiklerini söylemekten. Bir zaman öğretmenlikten bile geri kalmıştı.

Yeniden Ankara’nın ilçe ve köylerinde vazifeye başladığında bir kez daha karşılaşmışlardı Mehmet Ali ile. Eşim Ankara yakınlarında bir köyde öğretmendi o tarihte. Ben de kaldığımız köydeki kadınlara örgü makinası kullanmayı öğretiyordum. Bana onun kitaplarından birini, “Onuncu Köy”ü imzasıyla getirmişti gülerek. Hala büfenin içinde durur o kitap. İnsanlardan daha ömürlüdür solsa da yaprakları. Fakir Baykurt’un Amerika’ya kadar gidip okullarda ders araçlarını araştırdığını, başka ülkelere de yolculuklar yaptığını söyledi Mehmet Ali. Bana Köy Enstitüleri’nden bahsederdi sıkça. Köy çocuklarının toprağı nasıl ekip bellediğini, bir tohumun mucizesini hikâye gibi anlatırdı. O zaman bir kuvvet yükselirdi içimde.

Asma yapraklarının gölgesinde dinlenirdi insanlar. “Kaplumbağalar” kitabındaki gibi üzüm bağlarının arasında özgürce dolaşırdı canlar. Bağların sahibi bu defa köylünün kendisi olurdu ve kadınların şarkılarına yansırdı umutlar. Mehmet Ali bütün öğretmenlerin birleştiği bir birlikten söz ediyordu bir de bana. Bir gün kalbi dışına çıkacakmış gibi geldi eve. Hiç unutmuyorum tarih 15 Şubat 1969, o gün kızım Zeynep’in doğum günüydü. “Büyük Eğitim Yürüyüşü’ne katıldım. Yurdun her yerinden gelen binlerce öğretmen Tandoğan’da meydanlardaydık” dedi. Fakir Baykurt Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın en başı olmuş, öğretmenlerin haklarını hukuklarını bir güzel savunuyormuş. Demek sadece kitaplarda kalmamıştı söyledikleri. Eşim “Senin de olmanı isterdim orada” derken yüzünde hiç görmediğim bir gülümseme vardı. “Uzak illerden, kerpiç köylerden geldik. Beton Ankara’nın asfalt caddelerinde yürüyeceğiz. Bir koca kışı yarım teneke gazla geçiren ve yirminci yüzyılın sonlarına doğru çocukları kızamıktan ölen, kadınları karanlıkta ve baskıların boğaza çıktığı, sabrın sinirin kalmadığı yerlerden geldik.”*

O günden sonra müfettişlik görevine son verilmiş Fakir Baykurt’un. Başına başka işler de gelmiş. Tutuklanmış, yargılanmış yıllarca. Suçlu saymamış hiçbir zaman kendini. Beraat edinceye kadar hep bunu söylemiş. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde bir müdürlük vermişler o yıllarda. O ise hep öğretmen saymış kendini. Almanya’ya gittiğini duydum sonra. Dönmek üzere gitmiş önce. Orada yaşayan göçmenlerin sıkıntılarını görüp dinlemek, yazmak istiyormuş. 1980 yılından sonra çok uzun kalmış orada. Başka ülkeler de görmüş, ödüller almış, yabancı dillerde okunmuş, yeni yurtlar tanımış ama özlemi hiç bitmemiş memleketine. Komşu köylerden çalışmak için Almanya’ya, Hollanda’ya gitmiş arkadaşlarım oldu benim de.

Köye traktörler girdiğinde iş bulamayan köylülerimden çok kişi önce şehirlere kaçtı. Okumamışlardı, yoksuldular, yabandı her yer onlara. Kondular kuruldu, gittikçe çoğaldı. İstanbul’a kızım öğretmen olmak için gittiğinde ancak buralara yakın mahallelerden birinde bir ev tutabilmiştik. Yorgun ayaklarıyla iki nefes almaya gelen komşumuz Sultan düşer aklıma, kızarmış elleri… Fabrikalardaki vardiyalarından dönen kadınlar evlerinde de çalışmaya devam ettiler; erkek kısmı, kadın kısmı diye başlayan laflar çiçekli perdelerin, çıkmaz sokakların arasında hala kendilerini hapseder durur da kimsecikler duymaz. Şimdi ben uzak yerlerdeki o zor hayatları yaşayan kadınları yaşlanan kalbimde hissederim, gencecik bedenleri kayırmak kollamak gelir içimden.

1960!ın ortalarıydı. Birçok kadın kocalarının arkasından Almanya’ya gitti. Su gibiydiler, yatağını bilemeden bir o yana, bir bu yana akıp gittiler. En çok kadınlar, çocuklar ezildi oralarda. Aradan yıllar geçti, onların çocukları da başka umutlarla akıp gittiler başka yerlere. Bunu gördükçe kendimi bir tuhaf hisseder, garipserim. “Yarım Ekmek” kitabından fırlayıp gelir bir Kezik Ana, gerçek mi gerçek. Almanya’ya gitmeden önce Kezik Ana’nın köylülerini tanıyormuş Fakir Baykurt. Ana, kocasının ölümünden sonra küçük yaştaki çocukları ile göçmüş bizim oranın köylerinden Almanya’ya, bulaşıkçılık yapmış yıllarca. Çileli hayatına rağmen okutmuş büyütmüş onları.

Kızım Zeynep babası gibi öğretmen olduğunda Almanya’nın Duisburg şehrine düşmüştü bir zaman yolu. Okullardan birinde talebelerini yanına toplamış bir adam, sazıyla türküler söylermiş orada. Tanıdık bir yüz gibi yaklaşmış yanına. Işıklı bakarmış gözleri. Sonradan anlamış onun Fakir Baykurt olduğunu. Başı kasketli, boynu kravatlı, evde duran kitaplarındaki resimlerinden tanımış onu. Evimizin insanı gibi, yetmişe yakın kitabı durur. Özlediklerinden konuşmuşlar ilkin. Büyük göllerin hayat verdiği doğduğu yerlerden. Sonra açılan yeni okullardan, yeni romanlardan.

Kitaplarıyla hayatıma cesaret veren bu adamı hiç göremedim ben, ama çok iyi tanıdım.

Ahir ömrümde arkadaş bildim romanlarındaki kadınları.

Hiç yenilmesinler istedim. Şimdi torunlarıma anlatıyorum onu, bazen bir masal gibi. Onun son defa hasta yatağında yazdığı “Eşekli Kütüphaneci” romanını anlatırım çocuklara. Bir zamanlar kitapların hangi yollardan geldiğini… Bir Fakir Baykurt geçti derim, umut serpe serpe tıpkı bir tohum gibi.

Bilirim yenilemez onun anlattığı cesur yürekli kadınlar, yenilmezler…

 

Emine Türker Özgen

(*İşareti ile belirtilmiş yerler Fakir Baykurt’un kendi cümleleridir.)

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları