19 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- GÜVERCİN KANATLI KADININ ANILARINDA SAKLADIĞI ADAM: CEMAL SÜREYA SERTER

Ana Sayfa » GÜNCEL » EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- GÜVERCİN KANATLI KADININ ANILARINDA SAKLADIĞI ADAM: CEMAL SÜREYA SERTER

Eklenme : 20.01.2022 - 16:47

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- GÜVERCİN KANATLI KADININ ANILARINDA SAKLADIĞI ADAM: CEMAL SÜREYA SERTER

Güvercin Kanatlı Kadının Anılarında Sakladığı Adam: Cemal Süreya Serter

Ben Üvercinka, Cemal Süreya’nın şiirlerinin içindeki meçhul kadın. Çok uzak zamanlardan kalan mektuplarımızı sakladığım yerden çıkardım bugün. Cemal’in mektupların dört köşesine yazdığı sözcükleriyle geri geldi tüm yaşadıklarım. Duygu dalgaları, gel gitlerin arasından yüzeye çıkmış anılar yine içimi titretti.

Gökyüzünün maviliklerinde süzülürken şiir oldum yeniden.

Bir kış vakti ansızın çıkıp geldin.

Eskişehir’de vergi dairesinde stajyer olduğun günlerden biri, ikimiz de işten yeni çıkmıştık. Tahta bir köprünün üzerinden bakıyorduk etrafa. Beyaz, boş bir sayfa kadar sessizdi çevremiz. Yürüyerek sıcak sular mevkiine doğru yol alırken parmak uçlarımız değiyordu birbirine. Şiirin ilk dörtlüğünün başladığı yere doğru gittik. Sakarya Muhallebicisi’nin aynalı salonunda ahşap masamız bizi bekliyordu.

“İyi ki geldik buraya” derken kırık bir şeyler vardı gözlerinde. Hüzün tutuyordu bir yanından. Yakın bir şehre giden akşam trenine aldığın bileti çıkarmıştın cebinden.

“Kızımı görmeliyim” demiştin, “Ayçe, henüz bebek.” İlk aşkın Seniye ile evliliğe giden hikâyenizi dinledim. Ortaokul yılları, aynı sıralar. Elden ele dolaşan bir şiir vardı o kızıl saçlı kıza yazdığın. Sen Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenciyken onun da İstanbul Çamlıca Kız Lisesi’nde okuduğunu, yarım bırakıp Söğüt’e döndüğünü, yıllarca mektuplaşmalarınızı, babanın karşı çıkmasına rağmen mülkiyede üçüncü sınıftayken evlendiğinizi anlattın.

“Seni sevdiğim anda her şeyim kızıl oldu. Masmavi defterime kızıl satırlar doldu.”*

“Olmuyor yürütemiyoruz” dediğinde, sana nedenini soramamıştım. Belki o kadar da yakınlaşamamıştık. Gitmekle kalmak arasında bir şey vardı içimde. Bir gün uçup gideceğimi düşünerek dinliyordum seni.

Porsuk nehri sanki daha hızlı akıyordu o günlerde. Sen durmuş bakıyordun.

“Porsuk nehrinin geçtiği kadınlar hepsine yüzer kere rastladım en azından. Umutsuz sevdalara tutulmak onlarda. Bozkıra doğru seyrele seyrele yaşamak onlarda. Verdimi adama her şeyini verirler. Ben gördüm ne gördümse kadınlarda. Porsuk nehrinin geçtiği.”*

Bir ay sonra tıpkı bugünkü gibi karlı bir günde Sıhhat Eczanesi’nin önünde buluşmuştuk seninle. Bana müfettiş yardımcısı olarak İstanbul’a atandığını söylediğinde bir an düşecek gibi olmuştum. Hiç belli etmemiştim sana.

Her zamanki yerimizdeydik. Tuhaf bir hava vardı içimizde. Çocukluğun yansıyordu aynalara. “Benim özlemlerim başlayalı çok oldu” diyordun. Anneni ilk defa konuşuyorduk. “Annem bana masallar anlatırdı. En çok da Kerem ile Aslı’nın hikâyesini dinlemeyi severdim” derken küçülüyordun, küçülüyordun…

Seneler geçse de üzerinden, anlattıkların dün gibi aklımda.

“Bir yük vagonunun içinde açtım gözlerimi, yanı başımızda iki jandarma dikiliyor. Sürgün diye bir şeyden söz ediyorlar. Annem susmuş, konuşmuyor. Yeni bir hikâye duymaya can atıyorum oysa. İlk kokladığım gül, annem Gülbeyaz, trenin durduğu o küçük kentte döktü yapraklarını. Altı ay sonra derine gömülürken beyaza kesmişti bütün güller.”

“Gülün tam ortasında ağlıyorum. Her akşam sokak ortasında öldükçe. Önümü arkamı bilmiyorum. Azaldığını duyup duyup karanlıkta. Beni ayakta tutan gözlerinin.”*

“Saçını yüzünü anımsıyorum bazı. Beni edebiyata iten keskin neden annemdir”*

Uzun süren göçlerden söz ediyordun. Halanın yanında okula başladığından, İstanbul Beyoğlu 37. İlkokulu, üçüncü sınıfta tekrar Bilecik… Okul öncesi sana çok şey öğreten Memo Amcan… Yolda bulduğun kese kâğıtlarını dahi okuduğunu söylediğinde yüzündeki o gülümseyiş gözümün önüne geliyor.

“Babamın evlendiği Esma Hanım korkulu masallardaki gibiydi” derken boşluktaydı gözlerin. Bir tartışmada Esma Hanım’ın gittiğini, yerine iyi kalpli Refika Hanımın geldiğini söylediğindeyse gözlerin gözlerime değmişti yeniden.

“Ortaokulu bir serçe kentte okudum. Bilecik’te. Ailemiz sürgündü orada. Parasız yatılıydım. Yani hem sürgün, hem parasız, hem yatılı.”*

“Yaralarımızı sardı o küçük kentin halkı, baklava ve börekle kapımızı çaldılar. Edebali Türbesi’ne giden bir yolda oturuyorduk. Önden tek, arkadan yüksek katlı görünen bir evdi. Pencerelerinden biri Yediler Tepesi’ne bakıyordu. İstasyon yoluna açılan büyük bir sofası vardı evin.”*

Cebinden bir dolmakalem çıkarmıştın. “Ortaokul sıralarında yüz metre yarışında kazandığım kalem” demiştin. Hala cebinde taşımana hayret etmiştim. Mürekkebi doluydu. Bir kitabın arkasına “Üvercinkam” yazıp bana uzatmıştın.

Dumanı tüten saleplerimizin tarçın kokusu dünden bugüne karışıyor. Dışarıda kar yağıyor.

Kar kokusu duyuyorum açtığım pencereden.  Binlerce defa okudum dediğin Ahmet Muhip Dranas’a ait bir “Kar” şiiri geliyor aklıma.

Hediye ettiğin o kitabı çıkarıyorum raftan, Karamazov Kardeşler. İmzan tıpkı kasketli bir adam resmi gibi karşımda duruyor. Seni takip ettiğim günlerde Dostoyevski’nin hayatını nasıl değiştirdiğini anlatıyordun bir televizyon kanalında.

“Aslında ikinci bir doğum tarihim vardır benim, edebiyatla ilgili olarak. 1943’te Dostoyevski’yi okudum ve bende hiç huzur kalmadı. Bugün onu eskisi kadar seviyor muyum? Çok şey aldı onun yerini ama yine de beni edebiyata, şiire iten şeylerde tuhaf bir şekilde en çok bir romancının, Dostoyevski’nin etkisi vardır.”*

Seni etkilendiğin her şeyde arıyordum. Kitapların, şiirlerin içinde. Düşünürken birden havalanırdı yüreğim. Kaç kez  gelmek isteyip vazgeçmiştim. Bir keresinde yenemeyip kendimi, uçmuştum sana.

O günleri tekrar yaşarken bütün duygular birbirine karışıyor.

”Birden sen nasıl oluyor sen, yüreğimi elliyorsun. Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez. Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor. Bütün kara parçalarında Afrika dâhil”*

Senin Anadolu’yu memleket memleket dolaştığın zamanlardan biriydi. Başarılı bir müfettiş olmuştun. İstanbul’a gelip gidiyordun. Sürekli ev değiştirdiğini yazmıştın. Çiçek Pasajı’nda bir akşamüzeriydi, buluştuk.

“Aklıma kadeh tutuşların geliyor. Çiçek Pasajı’nda akşamüstleri. Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor…”*

Üvercinka kitabın yayınlandığında İkinci Yeni’nin sembolü olmuştu. Yedi Tepe Şiir Armağanı’nı almıştın. Doğrusu, içinde kendimi bulduğum cümleler hala beni kanatlandırıyordu. Gizli aşkın olmanın tadını çıkarıyordum o günlerde. İstanbul’da İstanbul’u anlatıyordun bana.

“İstanbul bir kent gibi değil, bir hayvan gibi. Canlı. Yağmur yağdığı zaman tüten, kokusu olan, diri bir kent…”*

Birlikte olduğumuz saatler su gibi akıp geçiyordu. Her şeyi bir film şeridi gibi belleğine yerleştirmen, neredeyse her konuda bir şeyler bilmene çok tanık olmuştum. İş inatçılığa gelince birbirimizle yarışıyorduk. Bir telefon numarası yüzünden girdiğin iddiayı kaybettiğinde, itiraf ediyorum, şaşırmıştım. Ve artık Süreyya’daki bir “y” silinecekti.

Kimi şiirlerinde takma ad kullanıyordun ama seni bulmam zor olmuyordu. Şiir iyi yapılması gereken bir şey demiştin. Her şeyi sorgularken, şairliğini de sorguluyordun.

“Hep zorlanarak yazdım, mecburdum sanki. Elimde bulunan bir ilk imge ya da ilk dizenin şiddetli dürtüsünden de hiçbir zaman kurtulamadım. Bu dürtünün benim için yalnız sanat değil, hayat dürtüsü olduğunu da söyleyebilirim.”*

İlk kez Mülkiye dergisinde yazdığın şiiri okumuştun bana; Şarkısı Beyaz. Aklımda hala bazı dizeleri. “Arada bir ağlamak için. Onu kocaman ellerimle sevdim. Ölüm daha saçlarına gelmemişti şarkısı-beyaz.”*

Annen… Beklide birçok kadında onu aramıştın.

Nakliyecilik yapan babanı trafik kazasında kaybettiğinde acın ikiye katlanmıştı. “Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü, kör oldum. Yıkadılar, aldılar, götürdüler. Babamdan ummazdım bunu, kör oldum…”*

Kalabalıklar içinde yalnız bir adamdın. “Yazarken hep bir ses aramam öğrencilikten kalma bir alışkanlık” demiştin. Ahmet Arif ve Ece Ayhan’la yakındın. İkinci Yeniler’le toplanır olmuştunuz sık sık. Çalıştığın dergiler çoğalmıştı, her yerde tanınıyordun.

Papirüs’ü çıkardığında bana yolladığın ilk sayı, elimde şimdi. Sararmış sayfalarda sen varsın. Paris’e gitmiştin o yılın ardından. “Buraya hiç alışamadım” diye yazmıştın.

Dergiyi tekrar yayınlamaya çalıştığında hayatına Tomris Uyar girmişti. “Ülkü Tamer ve Tomris Uyar’la birlikte çıkaracaktınız Papirüs’ü. Mektubunda müfettişlikten istifa ettiğini söyledin. Edip Cansever’in yazıhaneye serdiğiniz bir halıyı antikadır diye değerinin üstünde satın almasıyla dergiyi çıkaracak parayı sağlamıştınız. Senin kadar sevinmiştim.

Tomris’ten sıkça bahsetmeye başlamıştın. Kadınca bir sezgiyle olacaklardan ürkmüştüm. Oysa hayatını uzaktan izlemekten başka bir şey yapamıyordum. Mektupların seyrekleşmişti. Tomris’le Kazancı Yokuşu’nda bir eve çıktığınızı öğrendim. Artık birlikte yaşıyordunuz. İçimde çarpışan şeyler vardı, sana izimi o günlerde kaybettirdim.

Görevine geri döndüğünü duydum sonra, ekonomik sorunlar yaşıyordun. Dergi de bu yüzden yeniden kapanmıştı.

“Bir dergi gibidir benim yaşamım, ben ölmem, batarım”*

Tomris’le olan beraberliğiniz bitmiş, ona yazdıklarının çoğunu yok etmiştin. Ağzın mühürlenmişti. Onunla ilgili hiçbir yerde konuşmuyordun.

O yıllar Bayram Pastanesi dostlarınla buluştuğun uğrak bir yerdi. Bir kez seni görürüm ümidiyle oraya gittim. Sen yoktun.

Aylar sonra tekrar evlendiğini öğrendim Zuhal Tekkanat ile. Sana yaklaşmaya çalışmam nafileydi. Bir oğlun olduğunu okudum. Ona amcanın adını koymuşsun; Memo. Mutlu muydun? Öyle gözüküyordun fotoğraflarda.

Göçebe kitabının TDK ödülünü aldığı yıldan üç yıl sonrası, 1969 yılıydı. Seni Kadıköy’de bir söyleşide gördüm. Uzakta duruyordum. Mikrofonla konuşuyordun. “Doğu ve batının çelişkisinden doğuruyorum şiirlerimi” diyordun. Sanki o an bana doğru bakıyordun. Rüzgâr hızıyla kaçtım dışarıya.

Sonraki yıllarına çok şey katmıştın. Sanat yönetmenliğin, çevirilerin, günlüklerin… Şapkam Dolu Çiçekle, Sevda Sözleri, İzdüşümler gibi eserlerin… Neyin varsa hepsini biriktirdim.

Seneler geçiyordu “bayan nihayet” olmasını istediğin evliliğinde yine sorunlar yaşamaya başlamış, ayrılmıştın. “Şefkat arıyorum” demiştin bir söyleşide. “Bayan en nihayet” dediğin Birsen Sağnak’ta aradığın şefkati buldun mu? Öyle miydi? Yokluğunda hep mektuplarınla beslediğin oğlun Memo ile annesinin son güne kadar hayatının içinde olduğunu yazmışlardı. Çözülemeyen problemlerle uğraştığını sonradan öğrendim. Birsen Sağnak ise dinlendiğin sakin bir limandı diye düşündüm. Sorular, bugün karşılığını bulamamış cümlelerin içine gizlenmiş, tıpkı benim varlığım gibi.

Ben senin ruhunu kanatlarımın altına alıp, onu hissettiğim yıllarda gördüm içindeki çocuğu. O minik elinin dokunduğunda sıcaklığı arayışını, hiç yitirmemiş olduğun çocukluğunu gördüm. Konduğum bir çıkmaz sokakta bekledim. Özgürce uçabilseydim sana, her şey başka mı olurdu? Bilmiyorum…

“Ölüyorum Tanrım. Bu da oldu işte. Her ölüm erken ölümdür. Biliyorum Tanrım. Ama ayrıca, aldığın şu hayat. Fena değildir… Üstü kalsın.”*

O gün seni son kez sahil yolunda gezdiriyorlardı. Sunay Akın vardı yanında. Hayatımın en kötü günüydü. Peşine takılmış gidiyordum. Seni son yolculuğa götüren arabada ismini “Cemal Süreyya Serter” olarak yazdıklarını gördüm.

Koştum koştum, Süreyya’dan bir “y” harfi çıkardım. Şimdi o “y” harfi Üvercinka’nın anı defterine kocaman yazılmış dik ve mağrur duruyor. Senden eksilen her şeyle yaşamaya çalışıyorum.

 

(* işaretiyle belirtilen cümleler Cemal Süreya’nın kendi cümleleridir.)

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları