19 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- TARIK AKAN: GÜLÜŞÜ BİR YILDIZ OLDU!

Ana Sayfa » GÜNCEL » EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- TARIK AKAN: GÜLÜŞÜ BİR YILDIZ OLDU!

Eklenme : 12.12.2021 - 16:33

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- TARIK AKAN: GÜLÜŞÜ BİR YILDIZ OLDU!

Bir çocuk vardı salıncakta. Kocaman yeşil gözleriyle dünyaya gülümsüyordu. Öyle kocaman güldü ki o, büyüdükçe büyüdü gülüşü de. Film oldu, ses oldu. Gülüşü asılı kaldı gökyüzüne, yıldız oldu.

İki Yaşar’ın üçüncü çocuğu Tarık Üregül (Akan) İstanbul’da doğsa da Anadolu’nun türlü şehirlerinde, doğu illerinde geçti ilk çocukluğu. Soğuk şehirlerin birinde, Erzurum’un karla kaplı sokaklarında oynarken ilk insan manzaraları kazındı belleğine. Hep sıcaktı gülüşleri. Yıllar sonra bir film için geri döndüğünde bu şehre memleketim diyecekti. Ve doğuda üşüyen çocuklara her yıl  kamyonlar dolusu hediyeler gönderecekti, onun çocukluğu gibi çocuklar orada sıcacık gülümseyecekti.

Levazım subayıydı babası, albay olarak emekli olmuştu ama general olmayı hep istemişti. Tarık şirinlik yapar, selam durur, “Generalim” derdi ona. Tarık Akan’ın generali emekli olunca İstanbul’a, doğduğu yere göçtüler. Yedi tepeli şehrin yokuşlarında, caddelerinde dolaştı. Yıllar sonra kendi eğitim kurumuna dönüştüreceği  Bakırköy’deki o taş binanın etrafında geçti gençlik yılları.

Yakışıklı delikanlıyı, kimi zaman bir cankurtaran olarak görürdünüz, kimi zamansa bir kâğıt işportacısı, sandalcı, hatta gazoz satarken… Gündüz çalışıyor gece okuyordu. Makine mühendisi olacaktı ya, yetmezdi ona, onun dünyası insan odaklıydı çünkü. Yıldız olmadan önce de gazetecilik okudu, dünyayı içinde biriktirdi.

Bir yarışma yapılacaktı, arkadaşı Kozalak Zeki katılmasına önayak oldu. Artist seçme yarışmasına belki biraz para kazanırım ümidiyle girmişti. Ses dergisine kapak olduğunda kendi de şaşırdı. O kadar halktan biri olarak görüyordu ki kendini… Şımarmadı hiç ve hiç şımarmayacaktı.

İlk önce sinema dünyasında Ertem Eğilmez’i tanıdı. Uzun oğlum demişti ona. Ferit demişti, çektiği filmlerde oğlunun adını vermişti. Yıllar geçtikçe filmler çoğaldı. Beyoğlu Güzeli, Sev Kardeşim, Tatlı Dillim, Boşver Arkadaş, Ah Nerede, Bizim Aile, Delisin, Gece Kuşu Zehra, Oh Olsun… Hepsinin Ferit’i oldu.

Kimisi çapkındı Feritlerin, kimisi çok âşık. Hababam Sınıfı’nda Damat Ferit oldu, sonra Rıfat Ilgaz’ın kitabını alıp gelmişti Ertem Eğilmez’in yanına. Böylece bir film klasiği doğacaktı. Bizim Aile’nin içinde öyle çok bizden oldu ki, gönülleri fethetti. Farklı şeyler denemeliydi artık. Bir çaresizlik hikâyesi, Can Kardeşim filmiyle seyredenleri ağlattı, düşündürdü.

Yeşilçam sokaklarının yakışıklı jönü çoktandır salon filmlerinde oynamak istemiyordu. Bir kızgınlık anında kapadı kapıları, Ertem Eğilmez’e veda etti. Film piyasasının pazar gibi paylaşıldığı bir dönemdi. Onu hemen kara listeye aldılar. Bir yıl boyunca işsiz kalacaktı. Vazgeçmeyecekti ne olursa olsun, artık toplumsal bilinci yükseltecek hikâyelerin içinde olmalıydı. Düşünceleri gibi görünüşü de hızla değişecek, Yeşilçam’ın bebek yüzlü delikanlısı bıyıklı ve sakallı karakter oyuncusuna dönüşecekti.

Günlerden bir gün Yavuz Özkan, Maden filmiyle çıktı geldi yanına. Filmi çekmek için bütçe gerekliydi. Kara listeli Tarık’a geçit vermeyecekleri belliydi. Akıllarına bir fikir geldi, film başka bir jönle paylaşılacaktı. Cüneyt Arkın yetişti imdadına. Tunç Bilek’teki o madenin içine birlikte girdiler.

Karanlıktı, yalnızca kafa lambaları aydınlatıyordu koridorları. Madende kazma kürek seslerine insan çığlıkları eklenecekti. Karanlığın sesi zor duyuluyordu. Oysa işçilerin aydınlık umutları vardı. Nurettin (Tarık Akan) kendi evini badana yaparken umutla bağırıyordu. “Bizim evimiz beyaz olmalı, duvarlar perdeler, her şey beyaz olmalı. Hep beraber çıkacağız aydınlığa. Aydınlığa çıkmalıyız.” Karanlığın içinden, o uzun tünelden siren sesleriyle geçerken bütün kafa lambaları birleşti. Omuz omuzaydılar işçiler film bittiğinde. Yıllar sonra Soma’ya bir maden kazası sonunda koşup gittiğinde işçilerle birlikte Maden filmini izleyeceğini ve bir farkındalık yaratacağını bilse şaşırır mıydı? Filmi kimi yerlerinde durduruyor, mesajlar veriyordu.

Yılmaz Güney Maden’in çekildiği günlerde İzmit Cezaevi’nde mahkûmdu. Tarık Akan filmi Ankara’ya sansüre götürürken aklına geldi, Yılmaz Güney’e uğrayacaktı. Uzunca bir koridorun önünde bekledi Yılmaz Güney’i, kollarını açmış geliyordu Kral. Filmden bahsetti ona. ”Burada bırak filmi” dedi. Nasıl olacaktı? Cezaevinde izlemek mümkün müydü? “Şimdi İstanbul’a geri dön, yarın sabah gel” demişti. Ertesi sabah cezaevine tekrar döndüğünde alkış sesleri yankılandı mahpushanenin duvarlarında. Gece yarısından sonra bir sinemadan film makinesi gelmiş, gerilen çarşaflarla Maden’i bütün mahkûmlar birlikte izlemişti.

Aynı yıl başka bir hikâyeyle kesişmişti yolları. Yılmaz Ağabey’i yazdı, o oynadı. Yaylada çektiler filmi. Göçer bir aileye konuk oldular. Filmde aşiret reislerinden birinin oğlu Şivan, gücünün yetemediği bir düzenin içinde direniyordu. Çatışmalar, kan davaları ve cehalet içinde, koyun sürüsünü büyük şehre taşıyacaktı. Düşman aşiretten barış için bir hediye gibi verilmiş zavallı Berivan. Berivan’ı da yanına alacaktı. Her şeye rağmen sevmişti kocasını Berivan, her şeye rağmen Şivan da sevmişti karısını. Berivan bir gün susacaktı. Konuş diye yalvarıyordu Şivan, konuş! Berivan’ı susturdular. Berivan hiç konuşmayacaktı.

Suskunluğun gerçek hayatta da devam ettiği yıllardı. Sıkıyönetim ilan edilmiş, insanlar içeriye çekilmişti. Sinemanın en sıkıntılı zamanlarında bir ticari taksi alıp geçimini öyle sağlamıştı. İstediği filmleri yapabilmek için bir geliri olmalıydı.

Tarık Akan’ın Almanya’da olduğu bir gün gazetede çıkan haberle hayatı değişti. Orada yaptığı bir konuşmayla suçlanmıştı. Hava alanında karşılayıp tutukladılar hemen. Yaşadıkları bir kitapla dile gelecekti.

“Evdeki yasak kitaplar ve fünyeler aklımdan çıkmıyordu. Heyecandan başka bir şey düşünemiyordum… Hiçbir yeri görmeyen hücremde gene bir başımaydım. Farelerimi doyurdum. Gözlerimi yumdum ne kadar da yorgundum. Uyumak istiyordum ama başaramıyordum. Gözlerimin önüne Bingöl’de Yol filmini çekerken kar üzerinde uyuyuşum gelmişti. Nasıl da güzel uyumuştum orada. Filmde oğlumu oynayan çocuğun kepeneğini almıştım, yere serip uyumuştum.”

Bu filmin senaryosu yazıldığında 1980 yılının Kasım ayı Tarık Akan Denizli’de askerdi. Bir telefon geldi Erden Kral arıyordu. Yılmaz Güney’in bir film projesinden bahsetmişti ona. Çok heyecanlanmıştı Tarık Akan. Askerliği biter bitmez görüştüklerinde filmi olgunlaştırdılar.

Artık sansür kurulundan geçirmek kalmıştı geriye. Tarık Akan bütün oyunculuk yeteneğinin kullanarak çıktı kurulun karşısına. Bayram iznine giden mahkûmların aşk hikâyesi olarak gözüken senaryo bunun çok ötesinde çekilecekti. Şerif Gören’le devam edildi yola. Film çoğu kez çekim iznine rağmen farklı illerin kapısından geri çevrilecek, kimi zaman minibüsün perde aralığından gizli çekimlerle, bazen de türlü oyunlarla gerçek hayatın içine girecekti. Bir belgesel gibi işlendi kimi yerleri. Her çekim sonrası negatifler bir kuryeyle İstanbul’a, oradan da yurt dışına gitti. Onları Cannes Film Festivali’nde büyük ödüle götürecek bu yol çok çetin bir yoldu.

Filmde Seyit Ali, cezası ölüm olarak kesilen karısının cezasını kendi eliyle verecekti.  Bu cezayı vermek ne zordu… Çocukluk günlerinden bahsediyordu kadın. “Sen kaval çalardın ben ağlardım” diyordu kocasına. Dona çekmiş havada duydu arkasından gelen kendi çocuğunun sesini, donuyordu annesi. Vicdanı tamamen donmadan Seyit Ali aldı sırtına karısını, karın içinde zorla adımladı.

Hücrede ayakları uyuşmuştu, çok yorgundu Tarık Akan. Uyku kara kışta kar üstünde daha tatlıydı. Uyku bir hücre odasında daha yabancıydı. Uyku tutmadı bunları düşünürken.

İki buçuk ay süren gözaltı ve tutuklanma süresince yaşadıklarıyla incinen yerinden devam edecekti hayata. Cezaevinin kapısında ağabeyi bekliyordu. Evinde bıraktığı yasak kitapları sordu önce. Fünyelerle birlikte denize atmışlardı. Özlemle geldiği evde annesi bekliyordu. “Anne kafamda bit var” dedi, uzandı annesinin dizinin dibine. Bu sözcükler bir kitabın adı oldu yıllar sonra.

Bir süre sonra Yasemin Erkut’la evlenecek, koruyup kollayacağı üç güzel çocuğu olacaktı. Önce Barış Zeki ardından ikizleri Yaşar Özgür ve Özlem. Üç yıl sonra Yasemin’le yolları ayrılsa da dostlukları daim kalacaktı.

Amaçlarının birleştiği başka insanlarla yolları kesişti. Birlikte sorgulandılar. Barış Derneği davasının sanıkları arasındaydı. Dört yıl boyunca, beraat edinceye kadar mahkemelere birçok sanatçı dostuyla birlikte gidip geldi.

Değişen değerler içinde kalıpları kıracak projelerde hep vardı. Yurt içi ve dışında en iyi oyuncu ödülleri aldı. Filmlerine  sanatını, ruhunu bedenini katıyordu. Bir film için kilo aldığı yıllarda pehlivana benzedi. Bilal pehlivan dolandı Kırkpınar’da davulların zurnaların eşliğinde. Filmin sonunda pehlivan donup kalmıştı minderde. Asıl insanın sırtını yere getiren şeyleri, hepsini sorguluyordu. Karartma Geceleri filminde şiirleri yüzünden işkence gören Mustafa öğretmenin gözleriyle bakarken derinden duydu onun acılarını.

Hayatta değer verdiklerinden hiç vazgeçmedi: Atatürk, Nazım Hikmet, bir de İlhan Selçuk. Anadolu’nun kültürünü çektiği belgesel filmlerinin gelirlerini yıllarca Nazım Hikmet Vakfı’na bağışladı.

Vefalıydı, hem de nasıl. İlkokulda Kayseri’deyken onu bir formülle kekemelikten kurtaran Ayla öğretmenini her yerde arayıp sonunda bulacak kadar. Onun da artık emekle kurduğu Taş Mekteb’i vardı. Çocukları vardı aynı kapıdan geçtiği. Aziz Nesin Vakfı’nın çocukları da bu çembere dâhildi. Dostunun ölümünden sonra bir süre vakfa başkanlık etmişti.

Başka canlılar için de atardı sevgi dolu yüreği. Sokak hayvanları vardı günün belirli zamanları onu bekleyen. Kedilerini çok severdi, dostlarıyla birlikte olmayı da. Evinin terasında kültür sohbetlerini ve en güzelinden Zülfü’nün müziklerini canlı dinlemeyi.

Üç çocuğuyla yirmi sene boyunca aynı yerde yemek yediği o mekânı da severdi. Kuzu inciğe bayılırdı. Kuru fasulye ve pilavı severdi. Çiçek Bar’da sinemacılar masasında buluşup özlem giderdiği her şeyi de. Ve denizi severdi, gözlerinin yeşili parlardı denizi görünce. Bodrum’da Akyarlar’da taş bir evi mekân tutmuştu o yüzden son yıllarda. Vazgeçemedikleri vardı, tutkuyla bağlanırdı sevdiklerine. Yıllar önce Yağmur Damlaları filminde karşısına çıkan hayat arkadaşı Acun Günay’la tam otuz yıl boyunca sevgi damlaları düştü üzerlerine.

Umutları vardı gelecekten yana.

“Bir gün, daha iyi günler göreceksiniz” dedi çocuklara.

Tıpkı filmlerinde olduğu gibi inanarak söyledi.

Öyle kocaman gülümsedi ki çocuklara, bıraktığı Taş Mekteb’in içinden duyuldu sıcaklığı.

Gökyüzünde o gülüş bir yıldız oldu sonra, asılı kaldı uzaklarda.

 

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları