27 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- YEŞİL MÜREKKEP SON KEZ YAZARKEN: BEN SABAHATTİN ALİ, ALİ’NİN OĞLU..

Ana Sayfa » GÜNCEL » EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- YEŞİL MÜREKKEP SON KEZ YAZARKEN: BEN SABAHATTİN ALİ, ALİ’NİN OĞLU..

Eklenme : 17.03.2024 - 14:05

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- YEŞİL MÜREKKEP SON KEZ YAZARKEN: BEN SABAHATTİN ALİ, ALİ’NİN OĞLU..

 

“Dünyada irademi bütün şiddetiyle kullandığım bir tek saha vardır. Yazı yazmak. Bu hususta benden şiddetli adam azdır. Nerede olursa olsun ne zaman olursa olsun yazı yazabilirim. Ne soğuk ne sıcak, ne rahat, ne sıkıntı, ne keder, ne sevinç, ne sükûnet, ne gürültü, hiçbir şey benim yazı yazmama tesir edemez.”

Şimdi başka bir hayatın sınırında yazıyorum. Sınırı geçersem yeşil mürekkebimle işaretlediğim bu kartı dostuma göndereceğim. Yanımda fotoğraf makinem, fötr şapkam, kırmızı yeşil kravatım, yeşil mürekkepli çift taraflı dolma kalemim, deri çantam var. Lüzumlu her şeyim tamam.

Önümden bir dere akıp gidiyor. Etrafım fundalıklarla çevrili. Farklı zamanların içinden geçiyorum. Yaşadıklarım, düşüncelerimle birlikte suyun  içine karışıyor. Çıkış bulacak bir yol arıyor. Önce çocukluğum canlanıyor gözümde. Savaş yorgunu babam, Balkan Savaşları’nın yaralı askeri Yüzbaşı Ali Selahattin, görev yeri Çanakkale’ye getiriyor bizi, Üsküdar’daki ilk mektebimden ayrılıyorum.

Evimizin içinden denize bakıyorum. Gemilere bombalar atılıyor, askerler kaçmaya çalışıyorlar. Etraflarına düşen mermilerle birlikte sular sürekli yükseliyor, beni de içine alacakmış gibi korkuyorum, anneme biraz daha sokuluyorum. Elimde bırakamadığım  bir mektup var. Hangi zamana ait bilemiyorum…

Kapanıp açılan okullar geliyor gözümün önüne. Babamın Çanakkale İdadisini tekrar açtırmak için çabası, köşe başında titreyen fener ışığında okuduğum kitaplar…   Hafızamdan silemediklerim. Günlerce düşmandan kaçıp komşu köylere sığınmalarımız.

Gezgin ruhum beni şimdi  doğduğum  yere geri  getirdi. Hayatımı sorguluyorum. Beni buraya sürükleyen, bir zamanlar bizim olan bu topraklara kaçıran şey ne? Anlaşılamamak!

“Ağlama Ey dere! Gürültüsüz ak. Kader bu: Ne yapsan suyun akacak! Çok zordur çırpınıp tutunamamak: Fakat bir kere de bize sor dere!”

En çok istediğim şey anlaşılmaktı. Babamla, coşkuyla okuduğumuz şiirlerin içinde anlaştık önce. Mandolin ve flüt sesleriyle birlikte  onun parmaklarının arasından çocukluğuma üflenmiş namelerle anlaştık. Savaş sonrası, aç kalmamak için pazarda, tuhafiye tezgâhlarında anladık birbirimizi.

“Akşamüzeri benim boynumdan işportayı çıkarır, yaşaran gözlerini göstermemek isteyerek benim küçücük yanaklarımdan öper ve hesap görürdü.”

Edremit’te okuduğum yıllarda bir anlayanım daha vardı. “Kuyucaklı Yusuf” kitabımda kahramanım olan Ali. Teneffüste, sokakta, her yerde korurdu beni.

O günlerde babamın çırpınışlarını anlamazdı annem. İlk defa  babam Gümülcine’de zabitken tanışmışlar.Şiir kadar güzelmiş annem o zamanlar. Uzun süren savaşlarla hüzünlü bir şiire dönüşmüştü sonrasında.1907’de ben doğmuşum, arkadan Tevfik, sonra da Süheyla. Annemin savaşlarla birlikte iyice yıpranan sinirleri hayatla bağlarını kopartma noktasına gelince İstanbul’da bir hastanede noktalanmış, o günden sonra hayat babam için iki kat güçleşmişti.

Babamı görmeyi iple çektiğim  bir gün sarsıldım. “Ben bugün öğrendim babamın öldüğünü. Kalbim oyuldu yer yer, aman yarabbi meğer ne acıklı imiş ölüm.”

Annemin tamamen iyileşip eve döneceği gündü üstelik o gün..Babam artık görevini tamamlamış, göç etmişti bu dünyadan. Ben ise hayata yazılarımla sımsıkı tutunacaktım bundan sonra.

Balıkesir Muallim Mektebi okul gazetesinde, dergilerde, edebiyat hayatımın başlangıcını yaparken çocukluğumun o sessiz tarafını üzerimden atmış, yeni keşiflerle dolu yolculuklara da başlamıştım. Kız Muallim Mektebi hocalarından birine âşık olmuştum. Henüz 16 yaşındaydım ama bende aşk 11 yaşından beri hiç ara vermeden devam eder. Balıkesir’den sonra İstanbul’da devam ettim Muallim Mektebi’ne. Edebiyat öğretmenim Ali Canip Yöntem ’in büyük desteğini aldım. Dergilerde yazılarım çıktı. Fırsat bulduğum her yerde okurdum. Gün ışımadan okulun damında bile hatta. Bu da benim okuma aşkım. Uyurgezer sandılar bu yüzden beni.

Okul bittiğinde memleket meselelerine daldım. “İnsan dünyaya sadece yemek içmek için gelmiş olamazdı. Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı.” Yozgat Cumhuriyet Okulu’na atanmıştım. Gözünün alabildiği  kadar uzanan çıplak dağların olduğu bir yerdi burası. Ben orada, o dağlar kadar yalnızdım. Karar vermiştim başka yerlere gidecektim.

Maarif Vekâleti tarafından açılan sınavı kazandığımda başka bir dünyanın kapısını açtım. Almanya yolcusuydum. Beni geçirdiler. Yolcu eden arkadaşlarımdan biriyle iki davalı olacağımızı, gittikçe yabancılaşacağımızı bilemezdim o gün.

Ama bir can dostum oldu yolda, ismi Melahat. Cumartesileri koltuk altına sıkıştırdığım kitaplar ve kalın bir sözlükle soluğu onun yanında alırdım. Dil kursu, okul, dünya edebiyatı, Almanya çok şey kazandırsa da bana,faşizmin yüksek sesini duymaya başladığımda, iki yıl sonra geri dönecektim. Orada anılarımı bırakarak…

Almanya’da Florayn Puder isminde bir kadına âşıktım. “Kürk Mantolu” kadın odur derler ya…O hakikat, kahramanım Raif Efendi’nin içinde sakladığı gerçekle hayal arasında bir yerde sır olup durur şimdi. Romanı tefrika ederken asker çadırında, çatlak kolumun ağrısıyla, kolumu sıcak suya daldırıp yazacak kadar tutkundum yazmaya.

Aslında ben “aşk”ın kendisine âşıktım. Yazdıklarımla içinde buldum kendimi. Sevdiği kadın uğruna diyar diyar gezerken bir şaheser yaratan şairin birden yabancılaşan aşkında, Değirmen’de sevdiğine yakın olmak adına kolunu kaybeden Çingene’nin aşkında… Kuyucaklı Yusuf’un o hüzünlü aşkında çoğaldım. Ve hayatımdan geçip gidenler oldu… Yıllarca mektuplaştığım; Melahat, Ayşe, Sevgi… Kimine ansızın vuruldum. İnsandan, insanca yaşamaktan söz ettim onlara. Hepsini çok sevdim.

“Sevmek… İnsanları, vatanı, çocukları, kadını… Görmek… Fakirleri, âcizi, garibanı, haksızlığı, en derinden, en içten, en samimi duyguları… Umut etmek… İyiyi güzeli, adaleti, hakça paylaşımı…”

“Herkes beni keyfi yerinde, daima gülen biri sanır. İşte bunun için yazılarım çok dertlidir. Hayatımda gösteremediğim teessürü yazılarımda gösteriyorum”.

Anadolu’nun kasabalarında, köylerinde, sokaklarında öykülerimin peşime takılıp gittiniz mi hiç? Oralarda uzun zaman oturmak, akışa katılarak yaşamak lazımdır. Birkaç büyük şehrimizi dolduran ve dünyası oradan ibaret sananlar bu kasabalara geldikleri zaman, ne kadar ayrı bir âlemin insanları olduklarını anlarlar. Kimi gün bir kağnıyla geçip giderler öykülerimde, kimi zaman da bir ormanın derinliklerine dalarlar.

Almanya dönüşü Resimli Ay Dergisi’ne cebimde kitaplarla geldiğim bir gün, Bir Orman Hikâyesi öykümü bırakırken karşılaştık Nazım Hikmet’le. Edebiyat ve siyaset hakkında sohbetlerimiz uzun süreler devam etti. Romanım çıkmasını herkesten fazla sabırsızlıkla bekliyordu.

Dil sınavını kazanınca yeniden atandım. Aydın, Konya okullarını sonra da hapishaneleri tanıdım bir bir. Kuyucaklı Yusuf’u, Cavit’i tanıdım hapishanede. Bitmeyen davalarım hapisliğimden uzun sürdü. Değiştirilmiş bir şiir yüzünden, demediklerim için yargılandım, 14 ay verdiler. Konya’da, Sinop’ta yattım.

“Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. ”Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı.”

Onuncu yıl affıyla ceza sürem kısaldı. Artık özgürdüm. Tekrar öğretmenliğe dönmek için çabaladım. Samimiyetimi belirttiğim “Benim Aşkım” şiirini Atatürk için yazdım. Bir süre Sıhhat Yurdu’nun üst katında dayımların evinde kaldım. Yengem Müfide ile çok iyi anlaşırdık. Hayatımı düzene sokmamın zamanı gelmişti. Maarif Vekâletindeki görevim, Ankara İkinci Ortaokulu’nda Almanca öğretmenliği, hepsi ardı ardına oldu.

Aliye, seni gördüm bir dost meclisinde, bu ak saçlı, altın gözlüklü, adamı sevecek miydin? “Çok sevgili Aliye, sen bu karanlık ömrümün içine bir sevinç ışığı gibi, kurumaya yüz tutan ekinlere can veren bir nisan yağmuru gibi birdenbire geldin.” Tarih 16 Mayıs 1935’i gösteriyordu.

Ulus’ta bir çatı katının kapısını çalan dostlarımız da gittikçe çoğalıyordu. Pazar günleri Atatürk Orman Çiftliği’ne uzun yürüyüşler Göl Gazinosu’nda noktalanıyordu. Bazen de Kutlu Pastanesi’nde sohbetlere dalıyorduk.

Teğmen olarak askerliğimi Eskişehir’de tamamladığımda artık üç kişilik bir aileydik. Filiz’in yiyeceği mamadan kıyafetine kadar her şeyiyle yakından ilgileniyordum. Filiz daha okuma yazma bilmeden benim okuduğum kitaplardan dünya edebiyatını öğrenmeye başlamıştı.

Dönüşte, Akba kitap evi uğrak yerimiz olmuştu. 1938 yılında Ankara Musiki Muallim Mektebi’nde Carl Ebert’in çevirmeni öğretmen ve dramaturg olarak çalışmaya başlamıştım. Sahne ekibiyle gittiğim yolculuklarda, doğanın, insanın fotoğraflarını çekiyor, gerçek öyküler yaratıyordum. Çok sevdiğim şarkı “Lili Marleen” eşlik ediyordu yazılarıma. Bazen de yolculuklarıma başka ezgiler giriyordu.

Dağları hep sevdim. Tek başıma dağa çıktığım bir gün, Edremit’te casuslar polisin elinden kaçmışlar. Paşadağ’daki Yörük köylerinde gezinirken beni onlardan biri sanıp yakaladılar. Telefonu olan bir köye rastladık da Kaymakamı aradım. Öyle bıraktılar beni. “Başım dağ saçlarım kardır/ Deli rüzgârlarım vardır/Ovalar bana çok dardır/Benim meskenim dağlardır dağlar/ dağlardır dağlar…”

Kitaplarım yayınlanmaya başlamıştı. Bazı yazdıklarım da toplatılıyor, davaların ardı arkası kesilmiyordu. Bütün görevlerime son verdiler. 1946 yılında Aziz Nesin ile İstanbul’da Markopaşa mizah dergisini çıkardık biz de.Çok beğenildi “Toplatılmadığı zaman çıkar” veya “Yazarları hapishanede olmadığı zaman çıkar” ibaresiyle yayınlanan dergimiz de kapatılınca derginin devamı niteliğinde Paşa adıyla birçok dergi yayınlandı, vazgeçmemiştim.

Yazılarım birer birer gözden geçiyor, kısa sürelerle hapishaneye girip çıkıyordum. Yeni bir dava daha açıldı. Beraat edeceğimi bilsem de o süreyi hapiste  geçirmek istemedim.

Mahkemeye kadar İzmir’de bekleyecektim… Bu defa da “Sırça Köşk” adlı öykü kitabım bir kararla toplatıldı. Çok geçmedi yeni bir soruşturma daha…

Çok yoruldum, bir kamyon alıp nakliyecilik işine başlamıştım.  “Çok sevgili karıcığım, bin bela ile bir haftada İstanbul’a gelebildim. Kara saplanıp gece dağ başlarında şoför mahallinde uyuduk, az daha donuyorduk.”

Kamyon işi zor gidiyordu, hapislerde de çürümek istemiyordum.

Uzun zaman düşündüm, tek çarem var, bu memleketten gitmek. Her şeyi ayarladım. Şimdi uzaklardan  bir kart daha atacağım. Eğer sınırı geçebilirsem yeşil mürekkebimle işaretlediğim kart bir yere ulaşacak. Dostum da bıraktığım mektupları  Aliye ve kızıma  ulaştıracak.

“İnsan alıştığı, güzel bulduğu, kendine yakın bulduğu yerlerden ayrılırken sanki vücudunun bir kısmını orada bırakıyormuş gibi üzülür.

Şimdi bu dere kenarında, hayatın zehrini, akan sulara bırakıyorum. Yanı başımda akşamdan kalan ateşin külleri uçuşuyor. Bir zamanlar hepsinin canlı birer ağaç olduklarını düşününce içimi tuhaf bir his kaplıyor. Arkam dönük, bir ses var yavaş yavaş yaklaşıyor.

Kalemimdeki yeşil mürekkep tükenmek üzere, tam arkamdan kafama sinsice bir darbe iniyor! Kalemime kan damladı. Yüzünü göstermeyecek kadar korkakça vuruyor, vuruyor! Katilim kim? Göremiyorum… LEYLİM, LEY

Not: İşaretlenmiş cümleler Sabahattin Ali’ye  aittirler.

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları