26 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- ZAMAN EN İYİ YAZARDIR, HER ZAMAN MÜKEMMEL SONU YAZAR

Ana Sayfa » GÜNCEL » EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- ZAMAN EN İYİ YAZARDIR, HER ZAMAN MÜKEMMEL SONU YAZAR

Eklenme : 06.01.2023 - 11:43

EMİNE TÜRKER ÖZGEN YAZDI- ZAMAN EN İYİ YAZARDIR, HER ZAMAN MÜKEMMEL SONU YAZAR

 

Atlı bir arabanın içinden Charlie leylak dallarına uzanmaya çalışıyor. Siyah kıvırcık saçlarını okşuyor annesi, ağabeyi Sydney de var yanında. Kennington Sokağı neşeli bugün. Laternadan müzik sesleri geliyor. Bir maymun zıplıyor üzerinden. Üçü birden gülüyorlar.

Zaman zor geçecek yıllara gebe oysa.

Londra sokaklarında yoksulluk ve zenginlik bir arada…

Annesi Charlie’ye babasının uzaklara gittiğini söylüyor, onu hatırlamaya çalışıyor Charlie, kadife koltuklarla kaplı müzik salonunda bir vodvil oyununda babası şarkı söylerken.

Bin sekiz yüzlü yılların sonu, İngiltere müzikholler, tiyatrolarla dolu. Neler yok ki içinde; ateş yiyen göstericiler, ipte yürüyenler, oyuncular… Annesi Hannah da dansları, şarkılarıyla müzikhollerden birinde. Bir gece her şey değişiyor. Müzikholde sözünü esirgemeyen gençler var. Annesini çağırıyorlar, sahne adıyla Lily… Sesi kısık, çıkmıyor. Yuhalıyorlar onu, dinmiyor ıslık sesi, geri dönüyor. Sahne amirinin gözü Charlie’de, şarkıları ezberlediğini biliyor. Elinden tutup getiriyor. Annesini taklit ediyor Charlie şarkısını söylerken. Çok gülüyorlar ona, durmadan para atıyorlar. Yarıda bırakıyor şarkıyı, paraları topluyor. Annesinin avucuna bırakıyor telaşla. Devam ediyor, sahneden inmek istemiyor.

Evleri değişiyor. Odalar küçülüyor. Annesinin dikiş makinesinin sesi gecenin ayazına karışırken sabah oluyor. Yine de güzel şeyler var. Annesi pencerede, yoldan geçenleri taklit ediyor, kahkahalar yoksul odalarını dolduruyor. Eski sahne kostümleriyle Hannah, başında bir peruk, yoruluncaya kadar dans ediyor. Ağabeyi Sydney gazete satıyor o günlerde, annesinin ayakkabıları var ayağında, topuğunu kestirmiş. Bir gün bulduğu bir cüzdanla çıkıp geliyor Sydney, adres yok içinde. İlk defa birlikte denize gidiyorlar, inci gibi parlayan kum taneleri, kayıklar, Charlie’nin belleğinde hep duracak bir güzellik bırakıyor.

Aylar geçiyor, dikiş makinesinin kirasını çıkarmak çok zor. Satılmayan düzgün eşya kalmıyor. Hannah dayanılmaz baş ağrıları içinde, karanlıkta, gözünde çay yaprakları. Çaresiz yoksullar evinde alıyorlar soluğu. Hannah kadınlar koğuşunda. Bir hafta sonra yaşlanmış görüyorlar, üzerinde yoksullar evinin kıyafetleri, el işinden kazandığı bir iki peniyle aldığı şekerleri uzatıyor, kazınmış başlarını okşuyor. Üç hafta sonra yetim ve yoksul çocukların gittiği bir okuldalar. Havuz kenarında ağabeyini görüyor Charlie, “Geri gelecek annem diyor”. Görüşmek yasak, annesi “Ev tuttum” diyor bir gün kandırıyor çalışanları, tek bir günü çocuklarıyla geçirebilmek için. O gün Kennington Parkı’ndalar. Sydney’in yaptığı kâğıttan top, parkın içinde dönüp duruyor, koca bir mutluluk yuvarlanıyor çimlerin üzerinde.

Bir yıl geçiyor okulda, adını yazabiliyor artık: Charlie Chaplin.

Ona benziyor adı, tıpkı ona benziyor. “Chaplin, bu sözcük beni büyülemişti. Ve bu sözcüğün bana benzediğini düşünüyordum.”* Ağabeyi mutfakta çalışıyor. Onun gizlice verdiği tereyağlı ekmekler ödül gibi geliyor, paylaşıyor çocuklarla. Jimnastik salonunda verilen cezalar ise kâbustan farsız. Megafondan duyduğu o sesle irkiliyor bir gün. Tuvalette yangın çıkarmakla suçlanıyor, haberi yok oysa. Haykırışını duyuyor Sydney, revirde gördüğünde şefkatle tutuyor ellerini. Saçkıran hastalığının salgın olduğu günlerde çıkıp geliyor annesi. Tentürdiyotlu kafasında bir mendil var Charlie’nin. “Bütün kirine rağmen seni çok seviyorum”* diyor.

Kennnigton Parkı’nın arkasındaki ev yine yalnız. Çocuklar başka bir okula gönderiliyor. İki hemşire, annelerinin akıl hastanesinde olduğunu söylüyor. Okulun kasvetli havasıyla birleşiyor bu haber. Babasının evine doğru ekmek kamyonunun üzerinde yola çıkıyorlar. Babası onları sıcak karşılıyor. Evde babasıyla yaşayan başka bir kadın var. Charlie, her hareketini dikkatle izliyor babasının. Kalem tutar gibi bıçak tutuşunu… Evde eksik olmayan alkol, dışarıda da rahat bırakmıyor babasını. Gittikçe daha az geliyor eve. Açılmayan kapıyla sokakta kalınca Charlie,  gece gece arka sokaklarda buluyor kendisini. Camekânlı dükkânların içinde çanak çömlek yapanlar var. Müzik sesleri geliyor her yerden. Ama birisi hepsinden farklı, kör bir orgcu, bir klarnetçiyle birlikte çalıyor. Ezgiler bütün ruhuna işliyor, “The Honeysuckle and The Bee”…

Yenilmeyecek kadar güçlü annesi, yeniden üçü bir arada. Turşu fabrikasının arkasında bir ev tutuyor. Dikiş makinesinin tıkırtıları duyulmaya başlıyor yeniden evde. Sydney de çalışıyor. Annesi onlar için masanın üzerinde hep bir parça kek bulunduruyor. Hannah, gazetenin vitrininde gördüğü komik bir şiirle geliyor bir gün. Charlie çok seviyor, şiiri ezberliyor. Ertesi gün öyle güzel okuyor ki okulda, öğretmenler onu sınıf sınıf gezdiriyor. Annesi, “Senin tiyatro yeteneğin çok” diyor.

Sevinçli bir gün, babası “Sekiz Lancashire Çocuğu” oyununa Charlie’nin katılmasını sağlıyor. Tahta ayakkabılarıyla dans eden çocuklar çok seviliyorlar. Oyunun kurucusu hep gülümsemelerini istiyor. Yorgun ayaklarıyla daima gülümsüyor Charlie. Turnelerde farklı kasabalar, birer haftalık okul günleri. Geçtiği yerlerde gördükleri belleğinde birikiyor. Havuza dönüşen daire şeklindeki sahnede yüzlerce genç kız su balesi yapıyor.

Evde gittikçe daha az pişen yemekler, gaz lambasının ışığında yetişecek dikişler, tükenmeyen umutlar var. Babasının içki içmek için gittiği yerlerden birine dikkatle bakıyor Charlie. Babası görüyor, yanına çağırıyor. İlk defa sarılıp öpüyor onu.

O günlerde babası için bir gece düzenliyor sevenleri. ”Gecenin şeref konuğu olan babam soluk almada ve konuşmada güçlük çekiyordu. Sahnenin hemen yanında durmuş onu izlerken yakında ölecek biri olduğunu fark etmemiştim.”*

Babası otuz yedi yaşında hayata veda ederken ona verecek bir çiçeği olmuyor Charlie’nin, en değerli mendilini koyuyor tabutunun üzerine. Hastaneden gelen babasının portakal süslü terliklerinin üzerindeki süsü sökerken annesi, yere yarım İngiliz altını düşüyor. Babası son bir kez şaşırtıyor. Elinde nergis çiçekleri, koluna bağladığı siyah bir kumaşla Charlie yasta. Eve para getiriyor. Meyhaneleri, arka sokakları istemiyor annesi. Geçici işler buluyor sonra, bir bakkal dükkânı, matbaada kendinden büyük bir iş, bir doktor yanı. Doktorun evinde, çatı katında bulduğu gaydayı üflemeye çalışırken görülünce işinden de oluyor.

Sydney Afrika’ya giden bir gemide borazancı olarak iş buluyor. Eve ilk dönüşü muhteşem; dondurma, pasta ne varsa yiyebiliyorlar. Bir süreliğine de olsa artık paraları var. Sonra Sydney yine gemide, bu defa haber bile yok ondan. Hannah içine kapanıyor. Bir gün Charlie eve dönerken bir çocuk annen çıldırdı diyor. Çocuklara doğum günü hediyeniz diye dağıttığı kömür kırıklarından kararmış elleri. Pencere kenarında Sydney’i sayıklarken uzun sürecek hastane günleri başlıyor.

Charlie’nin yalnızlık günlerinde yardım ettiği oduncular karnını doyuruyor. Bir tiyatro ajansının önünden geçerken heyecanlanıyor. “Bana uygun rolünüz var mı” diyor. İsmini yazıyorlar. Sydney geri dönüyor o günlerde, uzun süreli yattığı bir hastaneyi anlatıyor. Annesine gidiyorlar birlikte. Bir ay sonra ajanstan gelen kartla heyecanı dorukta, “Sherlock Holmes” oyununda bir rol için çağırıyorlar. Ağabeyinin yeni aldığı kıyafetler var üstünde, rolüne birlikte çalışıyorlar. O büyülü dünyaya iki ayrı rolle adım atıyor. Daha o günlerde Times’da bir haber çıkıyor onunla ilgili. “Çok yakın bir gelecekte onun bir yıldız gibi parlayacağından eminim…”

Turneler birbiri ardına devam ederken kardeş sevgisinden bahseden mektuplar alıyor ağabeyinden. Kasaba kasaba dolaşırken kaldığı bir evde yatağının altında sakladığı tavşanı bile var. Sirkte çalışmak isteyen o ucube adamı görünce biraz şaşırıyor. Çok geçmeden Sydney de bir rol kapıyor bu kumpanyada. Annesi yeniden iyileşiyor, yanlarında kalıyor bir süre.

Annesi berber dükkânının üstünde bir ev tutuyor, çiçekli perdeler dikiyor pencerelerine. Çocuklarını bekliyor orada. Sokaklarda bilinçsiz dolaşırken buluyorlar bir gün onu. Hastane odaları şarkılarıyla çınlıyor kimi zaman. Charlie turne bitiminde yeni işler buluyor kendine. Yeni rollerde kırıldığı zamanlar oluyor. Ağabeyinin Fred Karno’nun tiyatro topluluğunda yıldızı parlıyor o günlerde. Charlie de bir rol alsın diye çabalıyor. Bir gün denemeye karar veriyorlar. Redingotu, şapkası, bastonuyla kahkahalar yaratıyor Charlie. Sözleşme imzaladığında bir köprünün üzerinde mutluluktan ağlıyor. Yeni bir ev kiralıyorlar Sydney ile piyanolu.

Hayat tiyatronun içinde akıp giderken, Paris bütün ışıklarıyla onu çağırıyor. Görkemli salonlarının, devasa avizelerin ışıltısında gezinen Hint prenseslerini, çevirmenleri, gösterişli kıyafetleriyle içkisini yudumlayan insanları gözlüyor. Toplulukla yeni sözleşme imzaladığında farklı bir dünyaya açılıyor kapılar. Sonra Sydney’e bir not bırakıyor: “Amerika’ya gidiyorum, sana mektup yazacağım. Sevgiler, Charlie.”* Gemi hareket ettiğinde yatağının altında fareler geziniyor. Umuda açılan bu kapıdaki insanları gözlüyor göç yolunda.

New York’ta büyük binaların arasında insanların hayatları daha katı, kayboluverecekmiş hissini duyduğu yerlerde içi üşüyerek dolalıyor. Oysa Broadway bambaşka… Parlak neon ışıkları, gösteri dünyasının canlı renkleri kaplamış her yeri. Günlük konuşulan dil bile farklı. Tiyatro topluluğunun İngiliz komedisi tarzındaki oyunları Amerikan seyircisinde aynı ilgiyi yaratmasa da okuduğu bir haberlere seviniyor Charlie.

“Hiç olmazsa bir tane gerçek anlamda bir komedyen var” diye yazıyor.

Son oyunlarında İngiliz asıllı seyirciler kahkahadan kırılınca yeni bir teklifle oyun uzuyor. Kovboy kenti görünümlü yerlerden geçiyor. Maden kasabalarında boynu mendilli, çizmeli, kovboy şapkalı insanlar dolaşıyor. Hapisten kaçan bir mahkûmla şerifin kovalamacasına rastlıyor. Falcı bir kadın avcunu açıp “Bir gün sen çok başarılı olacaksın” diyor, “buraya geri döneceksin”. Geri dönmeden Sydney’in evlendiğini öğreniyor. Annesini görmeye gidiyorlar. Özel bir kliniğe yatırıyorlar. Londra sokaklarında gezerken cebindeki parayı yoksullara dağıtıyor. Henüz yabancısı olduğu farklı bir hayata çağrılıyor oradan. Tagg Adası’nda patronun teknesinde kahvesini yudumlarken çocukluğunda denizi ilk defa gördüğü o tatil gününü düşünüyor.

İkinci sınıf bir gemi ve tekrar Amerika yolculuğu. Oyundan arta kalan zamanlarda sahaf dükkânlarda hayatına yön verecek kitapları keşfediyor. İlk defa operaya gidiyor. Almanca bilmediği halde etkilendiği bir sahnede etrafına aldırmadan ağlıyor.

Bir gün tiyatroya gelen o telgraf hayatının akışı değiştiriyor. Film şirketinin yönetmenlerinden biri oyunda onu beğeniyor. Sözleşmesi bittiğinde tiyatro topluluğundaki arkadaşlarına veda ederek,  büyüsüne kapılacağı o yoldan içeri giriyor Charlie Chaplin. Genç buluyorlar onu. “Makyajla pek ala yaşlı görünebilirim” diyor. İlk filmi “Making A Living” sonrasında bir karakter yaratıyor. Torba gibi bol bir pantolon, dar gelen bir ceket, ayağında büyük ayakkabılar, elinden bırakmayacağı bastonu ve onu biraz daha yaşlı gösterecek bir bıyık kondurunca, dünyayı fethedecek Şarlo doğuyor.

“Bu adamın birçok yönü var. Sırasında derbeder ve serseri, sırasında gerçek bir centilmen, bir şair, bir hayalci ve maceracı, büyük bir aşk yaşayacağı inancını hiç yitirmeyen yalnız biri ama bununla birlikte yerde gördüğü sigara izmaritini çekinmeden alabiliyor ya da bir çocuğun elindeki şekeri kapabiliyor.”*

Onlarca film çekiyor ilk yıllarında, Sydney yanında en büyük yardımcısı. Film şirketleriyle anlaşmalar yapıyor. Canlandırdığı karakterlerin oyuncakları var dükkânlarda. İlk defa bir oyuncu Time Dergisi’ne kapak oluyor. Deste deste mektuplar geliyor hayranlarından. Charlie’nin trenle yolculuk yapacağını, trenin geçeceği durakları öğreniyorlar. Her istasyonda ayrı bir kalabalık, son durak daha da kalabalık, erken indiriyorlar onu.

İndiği yerlerde kamp ateşi yanarken, dünyanın başka yerlerine başka ateşler düşüyor. Şarlo Asker, savaşan askerler için bir film yapıyor. Savaş bitti dediklerinde çıldırmış gibi sevinen insanlar henüz bilmiyorlar dünyanın diğer yüzünü. Yollar güvenliyken bir gemiyle bir dostu annesini getiriyor ona. Kendisine yakın bahçeli bir evde artık Hannah. Hayatının yedi yılı hep özlemle beklediği oğullarıyla geçiriyor. Piknik yapıyorlar, arabayla geziyorlar… Dondurma uzatıyor Hannah yoldan geçen çocuklara, aklı epeyce berrak. Bazen, onu kömürlü elleriyle pencere kenarında bulduğu zamanlara geri dönüyor Charlie, içini acıyor.

İlk aşkı dansçı kızın öldüğünü İngiltere’ye giderken yolda öğreniyor: “Chaplin zaferden dönen bir hükümdar gibi geri geliyor” diye yazıyor gazeteler.

Çocukluğunun geçtiği yerlerde oduncuları arıyor gözleri, annesinin aklını yitirdiği o çatı katına bakıyor karşıdan. Babasıyla yaşadığı evin önüne kadar geliyor. Westminster Köprüsü yine eskisi kadar güzel. Çiçekçi kızlar var etrafta ama gül kokmuyor Kennington Sokağı… Tahta ayakkabılarla dans ettiği arkadaşlarını arıyor gözleri.

Times binasının üzerinde elektrikle yazılan bir haber var: “Chaplin yılda altı yüz yetmiş bin dolar karşılığında Mutaalla ile kontrat imzaladı”.

Bu adam ben miyim diye şaşırmış gözlerle bakıyor. Birkaç oyuncu arkadaşıyla kendi film şirketini kuruncaya kadar, yazdığı, yönettiği, oynadığı, müziklerini hazırladığı, uzun karelerde paytak yürüyüşüyle epeyce yol alıyor.

Dansının güzelliğine hayran kaldığı bir küçük çocukla karşılaşıyor bir gün. 1921 yılında “The Kid” filmiyle bütün dünya tanıyor. Belki de bir parça kendi çocukluğunu sığdırıyor o filmin içine. Bir zamanlar geçtiği maden kasabaları, yaratıcı zihniyle “Altına Hücum” filmine dönüşüyor. Bir kulübenin içinde mahsur kaldıkları gün ayakkabılarını pişirerek yedikleri o komik sahne hiç unutulmuyor. Meyan kökünden yapılan ayakkabı sahnesi defalarca çekilince zehirleniyor. 1928 yılında “Sirk” adlı filmi çekiminde, ipin üzerinde hayata meydan okuyor.

Gösteri dünyasının içinde büyük bir rekabet var o yıllarda. Bir palyaço kalıyor aklında, birkaç saniyelik gösteri için tam dört yıl çalışıyor da insanlar sıradan bir şeymiş gibi alkışlıyor.

Gözden düşünce intihar eden oyuncular var o yıllarda. Charlie Chaplin’in bir bale gösterisinde başını döndüren, hüzün tanrısı gibi dediği bir adam altı ay sonra deliriyor.

İyi ve kötünün birlikte olduğu zamanlar… Evlenmekte acele ettiği kadınlar giriyor hayatına. Önce evliliği bir macera gibi gören Mildred Harris, sonra Meksika’da evlendiği Lita Grey. Ağabeyi Sydney ile babası Charles’ın ismini verdiği iki oğlu oluyor. Mahkemeler yıpratıyor ayrılmak üzereyken. Kimseye görünmemek için bir defasında hiç tanımadığı bir taksi şoförünün evinde sabahlıyor. Yeni çektiği filmin iki bin karesini bir otel odasında montajlıyor. Paulette Goddard’ın güzelliği ayaklarını yerden kesiyor ve uzak doğuya kadar gidiyor. Sekiz çocuğunun annesi Oona’O Neill ile Alplerin doruklarında sonunda huzuru bulduğu yıllar. Aşk bütün güzel ve acı duyguları dizelerine taşıyan bir şiir oluyor onda, geç gelen bir mektup. Ve şiirin “Dünyaya yollanmış bir aşk mektubu”* olduğunu söylüyor. Santa Monica’da şato görünümlü Marion Davies’in evinde sanatçılarla birlikteyken annesinin yıllar önce İngiltere’den döndüğünde söylediği o cümleler geliyor aklına: “Gerçek dışı sanat dünyasında yaşamaktansa kendin olmak istemez misin?”

1928 yılında o özel kadını kaybediyor.

Einstein Almanya’dan göçmeden önce evine Charlie’yi davet ediyor. Tam ortada salonun en değerli eşyası, siyah bir piyano duruyor. Eşi, Einstein’ın o piyanoyu çalarken hep düşündüğünü anlatıyor Charlie’ye. İzafiyet teorisiyle ilgili  ilk fikrini paylaştığı sabahı konuşuyorlar, uzun sürecek bir dostluğun başladığı günlerde.

“Şehir Işıkları” filmini ilk defa bir sinemada birlikte izliyorlar, filmin sonunda gözyaşlarını silerken görüyor bu bilim insanını.

1931 yılında “Şehir Işıkları” İngiltere’de gösterime girerken o, on sene sonra tekrar bir gemide.

Gala yemeğinde “Okyanusun karşı kıyısında bir yıldız gibi parlayan, tüm dünyanın ilgisini üzerine çeken adam” diye başlıyor Winston Churchill konuşmasına.

Kimler yok ki o günlerde  çevresinde… Bernard Shaw’ın Thames Nehri’ne bakan odasında şöminenin üzerinde duran kitaplarına göz gezdirireken, Keynes’le sohbet ediyor. Churchill‘i resim yaparken görüyor. Hint giysileri içinde Hindistan’ın bağımsızlığı için savaşan Gandi ile balkondan el sallıyorlar dışarıdakilere. Bir gece vakti Shakespeare’in geçmişte yaşadığı yoksul evinin önünden geçerken, karanlıkta bir kibrit yakmak geçiyor içinden: Titrek bir ışığın karşısında, dünya edebiyatına damgasını vurmuş bir hayal.

Avrupa yolculuğundan sonra bu defa Japon bandıralı bir gemiyle soluğu Bali’de alıyor; başının üzerinde meyve sepetleri taşıyan kızlara bakıyor şaşkınlıkla. Bir Amazon kadının fener ışığında yaptığı dans büyüleyici. Japonya’da  geleneksel giysileri ile dolaşan kadınlar, istasyondaki kalabalık onun için bekliyorlar. Yüzlerce yıldır var olan döner sahne, çiçekler, sakuralar…

Aylar çabuk geçiyor ve yeniden dönüyor ülkesine.

Sessiz sinemanın yıldızları birer birer yok olurken, onu eşsiz kılan sesli filmlere şüpheyle bakıyor. Yeni bir filmin senaryosu var dünya değişirken aklında. “Modern Zamanlar” filminin içindeki komik adamlar aslında yakın geleceğin dünyasını anlatıyorlar:  “Makineleşmeyle geliştirdiğimiz hızın içinde sıkışıp kaldık. Bereket bizi terk etti, bilgimiz bizi alaycı kıldı. Aklımız ise anlaşılmaz ve kaba. Çok düşünüp az hissettik. Teknolojiden çok insanlığa, zekâdan çok nezakete ihtiyacımız yok mu?”*

İnsanların en çok sevgiye ihtiyacı var. Yakın dostu Douglas Fairbanks 1939 yılında öldüğünde bunu daha iyi anlıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın eli kulağında. Hitler’in kişiliğine bürünerek canlandıracağı o unutulmaz karakteri hayal ediyor; aynı filmde iki ayrı kişilik ve Charlie Chaplin “Büyük Diktatör”ü oynuyor.

Savaşı- sırasında Rusya için yardım konuşmaları bazıları tarafından olumsuz yorumlanıyor. Charlie, politika çıkmazının içine o aşamadan sonra istemeden sokuluyor. Üstelik geçmişte beraber olduğu bir kadının babalık davası da buna eklenince sorunlarla dolu günler başlıyor.

Yine de aklı alışılmadık bir filmde.

Bu Orson Welles’in önerisiyle yıllar içinde olgunlaşırken ortaya Fransız katil Mavi Sakal’ın öyküsü çıkıyor. İçindeki bazı konuşmalar kiliseyi rahatsız edince gösterimden kalkıyor “Mösyö Verdoux”.

Sonra her şeyi değiştireceğine inandığı yeni bir film daha yapıyor. Hayatı boyunca biriktirdiği tüm ışıkları yakıyor, on iki dakikalık bale müziği için aylarca çalışıyor, elli kişilik orkestra eşliğinde “Sahne Işıkları”…Oysa O’Nell ile Beverly Hills’de kırk pencereli bir evin içinde çocuklarıyla mutlu bir yaşam öylesine yakınken yeni filminin gösterimi için İngiltere’de gidiyorlar. Yola çıktıklarında bir telgrafla, Amerika’ya girişlerinin yasaklandığını öğreniyor. ”Sahne Işıkları” ülke ülke gezerken, dünya sinemasında unutulmaz filmler arasında alıyor yerini. Elysee Sarayı’na davet ediliyor. Fransız hükümeti bir nişanla ödüllendiriyor. Aragon, Jean Paul Sartre ve Picasso ile bir araya geliyorlar.

Sekiz çocuğuyla beraber yaşamak için İsviçre’de karar kıldıklarında o eşsiz güzellikteki dağların arasında buluyor masal ülkesini. Bir zamanlar yasaklı olduğu ülkeye, 1972 yılında kahramanlar gibi giriyor. Akademi töreninde o güne kadar hiçbir yıldızın göremediği kadar alkışlarla karşılanıyor; dakikalarca dinmek bilmeyen bir hayranlık gösterisi, herkes ayakta ve o ağlıyor. Ünlüler sokağına ayak izini bırakıyor. “Dünya Barış Konseyi” ödülünü alırken gülümsüyor, Kraliçe Elizabeth’in sunduğu “Sir” unvanıyla gururlanıyor.

Alp dağlarında, o masal ülkesinden kanatlanıp giderken bir yılbaşı gecesinde, hasretini duyduğu kızı Geraldine’ye dünyanın en güzel mektuplarından birini bırakıyor.

Ve bir filmin içinden daha iyi bir dünya için insanlara son bir dilekte bulunuyor: Hey! Kimler var orada, siz misiniz benim sevenlerim? Yanıp sönen yıldızlar göz kırparken bana, bastonumu en parlak yıldızın ışığında çeviriyorum. Ben filmlerin içindeyken dünya kaç kere döndü böyle… Bunca şey değişmişken yine acı çeken insanlar var görüyorum. İyiliğe set koyan her şey için geriye doğru bir tekme savuruyorum. Şimdi sahnedeyim gözlerim kamaşıyor aydınlıktan. Gün doğuyor yeni baştan, bir sirkin içinde yaşam denilen o ipte yürüyorum, insanlığımın yüküyle dengede durmak için çabalıyorum. Tavandan bir gökyüzü açılıyor. Mavi gözlerimin derinliğinden bulutlara doğru bakıyorum. Eğmeyin başınızı.

“Sizler birer makine değilsiniz! Sizler hayvan da değilsiniz! İnsansınız. Kalbiniz insanlık sevgisiyle dolup taşıyor. Nefret etmeyin! Yalnızca sevilmeyenler nefret eder. Sevilmeyenler ve doğaya aykırı olanlar.”*

“Hayat dar alanda trajedi, geniş açıda komedidir. Hayat ön provası yapılmamış bir tiyatro gösterisidir. Bu, alkışı olmayan tiyatronun perdesi kapanmadan; gülün, şarkı söyleyin, dans edin, âşık olun… Hayatınızın her anını değerlendirin.”*

Bir Noel vakti o bilinmeyen yerde bulutların arasından sevgili oğluna Hannah elini uzatıyor. Charlie kendi çektiği filmden bir sahneyi anımsıyor… “Hannah, beni duyabiliyor musun? Her neredeysen, yukarıya bak. Yukarıya bak, Hannah! Bulutlar çekiliyor! Bak, güneş çıktı. Karanlıktan ışığa çıkıyoruz. İnsanların nefret, zulüm ve açgözlülüklerinden arınacağı, daha şefkatli yeni bir dünyaya adım atıyoruz. Yukarıya bak Hannah! Artık insan ruhunun kanatları var ve işte nihayet uçmaya başladı. Gökkuşağına doğru uçuyor, umut ışığına doğru. Yukarıya bak, Hannah. Yukarıya bak.”*

Emine Türker Özgen

(“*” işaretiyle belirtilen cümleler Charlie Chaplin’in kendi cümleleridir.)

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları