19 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

ENİS TÜTÜNCÜ YAZDI- ULUSAL EGEMENLİK HAFTASI BİTERKEN…

Ana Sayfa » GÜNCEL » ENİS TÜTÜNCÜ YAZDI- ULUSAL EGEMENLİK HAFTASI BİTERKEN…

Eklenme : 25.04.2020 - 15:19

ENİS TÜTÜNCÜ YAZDI- ULUSAL EGEMENLİK HAFTASI BİTERKEN…

 

Öncelikle, Corona salgını nedeniyle yaşamlarını yitiren çok sayıda sağlık elemanı ve yurttaşımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına ve Milletimize başsağlığı diliyorum. Öte yandan salgın nedeniyle  yurttaşlarımız çok ağır bir ekonomik ve sosyal kriz içine düştü. Hükümet’ten, bir yandan salgın ile mücadele ederken diğer yandan krizin ekonomi ve toplumsal yaşamda yarattığı tahribatı en kısa sürede giderecek daha  etkin önlemler almasını diliyorum. Çünkü açıklanan mali destek paketinin çok yetersiz olduğu açıkça görülmektedir.

23 Nisan 2020, TBMM kuruluşunun 100. Yıldönümü, buruk duygular içinde yaşadım. Meclis’in 100. Yıl dönümünün; Milli egemenliğin tek kişinin elinde değil de, Millet’in elinde olduğu, ekonomik ve sosyal açıdan kalkınmış ve demokrasiyi bir yaşam biçimine dönüştürmüş bir Türkiye’de kutlanmasını isterdim.

100 yıl önce, Padişah Sarayı’nın elinden alınarak, Millet’e verilen egemenlik hakkının, bugün başka bir Saray’ın eline geçmiş olmasını kabul etmek mümkün değildir.

Bu nedenle, Ulusal Egemenlik Haftası biterken, “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” anlayışının Türkiye’deki geçmişine kısaca bir göz atılmasını yararlı bulmaktayım.

 Egemenliğin nasıl kullanılacağı ile ilgili ilk mesaj 22 Haziran 1919 Amasya Genelgesi’nde verilmiştir:

“Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.

Bu mesaj, daha sonra toplanan Erzurum  ve Sivas Kongrelerinde kurul kararıyla, ana mesaj şeklinde benimsenmiştir.

23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılışında, söz konusu ana mesaj, bizzat Atatürk’ün önerisiyle yeniden düzenlenmiş ve temel ilke olarak şöyle kabul edilmiştir:

Meclis’te beliren milli iradeyi, gerçekten vatan alın yazısına hakim kılmak esas ilkedir. Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir kuvvet mevcut değildir.”

Bu temel ilke, Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nin ana dayanağı, yani esası olmuştur. Bu esas, gerek 1921 Anayasasında, gerekse 1924 Anayasasında daha özlü ve net bir ifadeyle yer almıştır:

“Hakimiyet Bilakaydüşart Milletindir.” Yani, günümüz ifadesiyle “Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir.”

Bize göre Cumhuriyet Devrimi’nin özü, Atatürk’ün çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma hedefidir. Atatürk bu hedefe ulaşma yolunun gerçek demokrasiden geçtiğini açıkça vurgulamıştır:

“Gerçek demokrasi ile bu memleketin kurtulabileceği inancında samimi olduğuma inanmanız ve bana güvenmeniz gerekir.”

Atatürk’ün işaret ettiği gerçek demokrasinin yönetim  biçimi, çoğulcu parlamenter hükümet sistemidir. Bu nedenle O, muhalefet partisi kurulması için biri kendisinin başlattığı iki çabayı da içtenlikle desteklemiştir. Ancak yurt içi ve yurt dışında yaşanan olumsuz koşullar buna olanak sağlamamıştır.

Söz konusu temel ilkeye, hem 1961 Anayasasında (4’üncü mad.), hem de 1982 Anayasasında (6’ncı mad.) yer verilmiştir. Bu anayasalarda ayrıca, “Milletin Egemenlik Hakkının” yürütme, yasama ve yargı güçleri arasında nasıl kullanılacağı konusuna da açıklık getirilmiş, böylece çoğulcu demokratik parlamenter sistemin geliştirilmesinde çok ileri adamlar atılmıştır.

Türkiye uyguladığı parlamenter  sistemle, düşe  düşe kalka da olsa, yoluna devam etmekteydi.

Neden düşe kalka da olsa diyorum? Çünkü uygulanan parlamenter sistemde kimi kesintiler yaşanmış ve ayrıca sistemin bazı eksikleri ortaya çıkmıştı. Kesin inancım odur ki, eğer bu kesintiler yaşanmamış olsaydı, Türkiye’de Parlamenter sistemin aksayan yönleri, mutlaka giderilecek, çağdaş uygarlık düzeyini aşma hedefine, çoğulcu parlamenter  sistemle ulaşılacaktı.

Bilindiği üzere, Cumhuriyetin ve parlamenter demokrasinin sağladığı olanaklarla, 2002 yılında iktidara gelen AKP, Cumhuriyet değerlerine ve parlamenter sisteme karşı sistemli bir karalama kampanyası başlattı. Nihayet 2017 Anayasa referandumu çoğulcu parlamenter sistem kaldırdı, yerine dünyada eşi menendi olmayan çoğunlukçu ve Militan Partili  Başkanlık Hükümet Sistemini getirdi Böylece, Türkiye’nin kurtuluşunun, kuruluşunun ve demokrasinin temel dayanağı olan Millet Egemenliğinin kullanılması yetkisi, Atatürk’ten dahi esirgenen Meclis’in fesih yetkisiyle birlikte, Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan’ın eline teslim edilmiş oldu.

Türkiye adım adım, tek adam diktatörlüğüne sürüklenmektedir. Yargı bağımsızlığı kaldırılmış, Meclis temel konularda simgesel konuma düşürülmüştür. Bu durum Türkiye’yi, demokrasiden ve çağdaş dünyadan giderek koparmaktadır.

Corona salgını, dünyada çok ağır bir ekonomik krizin alarm zillerini çaldırmıştır. Dünya’nın önde gelen çevreleri ve ünlü ekonomistler, küresel ekonominin, salgın sonrasında ağır bir ekonomik krizden paçasını sıyıramayacağını ileri sürmektedirler. Çünkü tüm ülkelerin 2020 yılı bütçeleri şimdiden anlamını yitirmiştir. Ekonomik büyüme tahminleri, yerini ekonomik daralma beklentilerine bırakmıştır. Bu bağlamda örneğin IMF, küresel ekonominin 2020 yılında yüzde 6 dolayına büyümesini öngörmüştü,  Şimdi ise, en iyimser senaryosuna göre, eğer salgın 2020’nin ikinci yarısında inişe geçerse, dünya ekonomisinin 2020’de %3 dolayında küçüleceğini açıklamıştır.

Corona sonrası Dünyada, bir çok açıdan önemli değişimlerin yaşanması, farklı bir dünya manzarasının oluşması kaçınılmazdır. Neo-liberal ekonomi politika anlayışı yerine, Devletin hem ekonomik ve hem de sosyal hayata müdahalesinin arttığı, yeni düzenleme ve kontrol mekanizmalarının devreye girdiği, dayanışmanın ve sosyal devlet anlayışının egemen olduğu bir dünya özlemi başlamıştır.

Corona salgınından Dünya’da en fazla etkilenecek ülkelerden birinin Türkiye olacağını tahmin etmekteyim.

Bunu neye dayanarak söylüyorum? Çünkü Militan Partili Başkanlık Hükümet Sistemi ile Türkiye ekonomisi, esasen Corona salgını öncesinde, ciddi bir sosyo- ekonomik kriz eşiğine sürüklenmiş durumdaydı.

Bakınız! 2019 yılı Temmuz ayı itibariyle dünyada; yüksek enflasyon, zayıf büyüme, yüksek dış açık ve sıcak dövize aşırı bağımlılık açısından durumu en kötü  olan 5  ülke (Kırılgan 5’li: Brezilya-Endonezya-Hindistan-G.Afrika-Türkiye) tespit edilmişti. Bunların arasında, en kırılgan olanı Türkiye idi.

Bu bağlamda, bu yazının sınırlarını fazla zorlamamak adına, çok dar bir durum tespiti yapmak durumundayım:

2019 yılında kişi başı milli gelir, 9.100 dolara kadar gerilemişti. Şimdi ise 8 bin dolara doğru bir düşme trendi içindedir.

Krizden en fazla etkilenenler, Türkiye’nin gerçek omurgasını oluşturan, üretici toplum kesimi; yani çiftçi, işçi, memur, küçük esnaf ve sanatkarla  KOBİ’lerdir. Küçük esnaf ve sanatkarlar yok olma tehlikesi içindedir.

Bu arada özel kesimin, dış borca girmiş her ölçekte sanayi ve ticari işletmelerinin, çok şiddetli yıkım depremi yaşama olasılığı da hızla artmaktadır.

Çünkü, 2019 yılı sonu itibariyle 450 milyar dolara çıkmış brüt dış borç stokunun yaklaşık yüzde 70’i özel sektöre aittir ve 90 milyar doları da  kısa vadelidir. Yani, özel sektör çok ağır bir kur riski altındadır. Önceden dış borcu devlet yapardı ve kur riski de devletin üzerinde olurdu. Şimdi dolar almış başını gidiyor; bu durumda, özel sektör işletmelerinin yabancıların eline geçme tehlikesi, hızla büyümektedir. İşin asıl endişe verici yanı ise şurasıdır; AKP Kamu’nun elindeki üretici iktisadi kuruluşları yok pahasına elden çıkarmıştı. Şimdi korkarım ki sıra, üretici özel sektör işletmelerine geliyor.

Tarım çökertilmiştir. Türkiye hem bitkisel üretim ve tarımsal hammaddelerde, hem de hayvancılıkta ciddi açık veren ve dışa bağımlı bir ülke konumuna düşürülmüştür. Dünya’da tarım ve gıda maddeleri kıtlığı başlamıştır. Türkiye’de de gıda fiyatları hızla artmaktadır.

Asgari ücret açlık sınırlarının altına düşmüştür. 2019 yılı haziran ayı itibariyle yoksulluk sınırı 6.733 TL’dir. Bugün Türkiye’de 18 milyon kişi açlık sınırlarında yaşamaktadır.

Gerçek İşsiz sayısı, 2020 yalı Ocak ayı sonunda 6.5 milyona çıkmıştır. Taşı sıksa suyunu çıkaracak gençlerimiz, kendi geleceklerini kendi elleriyle yoğurmak yerine, ana babanın verdiği cep harçlığına bakar durumdadırlar. Bunun ezikliği herkesi perişan etmektedir.

Gelir dağılımındaki adaletsizlik açısından Türkiye, esasen 34 Avrupa ülkesi arasında en adaletsiz ikinci ülke konumundadır. Nüfusun yarısına yakı bölümü (yüzde 47,4), toplam gelirin yüzde 20’sini paylaşırken, Çoğu AKP yandaşı olan yüzde 20’lik nüfus grubu ise milli gelirin yüzde 50’sini almaktadır. Corona günleri sonrasında, gelir adaletsizliği daha da büyümüş bir Türkiye tablosuna hazır olunmalıdır.

Öte yandan, AKP toplumsal açıdan da Türkiye’ye çok ciddi zararlar vermiştir. Büyük Ortadoğu Projesi’ne sahip çıkılmış ve bunun siyasal İslam anlayışı ile, ümmetçiliği çağrıştıran uygulamaların önü açılmıştır. Merkezi Hükümet ve yerel yönetim kurumları, tarikat ve cemaatler arasında parsellenmiştir. Cumhuriyetin ve demokrasinin teminatı olan Laiklik, özünden saptırılmış ve adeta dinsizlik olarak mahkum edilmiştir. Milletimizin çimentosundaki/harcındaki başlıca ögeleri oluşturan Türkiye Müslümanlık yorumunda, eğitim-kültür-sanat-eğlence-dinlence gibi kimi ortak paydalarımızda, demokrasi ve siyaset anlayışlarımızda ciddi farklılaşmalar, hatta kamplaşmalar gözlenmektedir.

Sonuç itibariyle; burada başlıcalarına değindiğimiz temel sorunlar Corona virüs salgınından sonra çok daha büyümüş olacaktır.

Ne yapılması lazım:

Büyük Millet Meclisinin ilk açıldığı gün, Atatürk’ün önerisiyle kabul edilen Temel ilkenin, günümüz koşullarında, daha da değer kazandığını görmeliyiz.

“Meclis’te beliren milli iradeyi, gerçekten vatan alın yazısına hakim kılmak esas ilkedir. Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir kuvvet mevcut değildir.”

Bu itibarla, “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” temel ilkesi uyarınca; katılımcı çoğulcu demokrasiyi, güçlü parlamenter hükümet sistemini, insan ve üretim odaklı yeni bir sosyal devlet anlayışını öngören yeni bir Anayasaya, Türkiye’nin ivedilikle ihtiyaç duyduğuna halkımızı inandırmalıyız.

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları