Atatürk Milliyetçiliği ile ilgili olarak, ipe sapa gelmez kimi yorumların hala yapılmakta olduğuna üzüntüyle tanık olmaktayız.
Bu arada Sayın Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan’ın, etnik temelde siyaset yapan partileri eleştirirken “Biz tüm Milliyetçilikleri ayaklarının altına almış bir iktidarız.” demesi, üzüntümüzü daha da artırmaktadır. Çünkü Sayın Cumhurbaşkanı bu açıklamasıyla Atatürk Milliyetçiliğini de ayaklar altına almış olmaktadır.
Öte yandan, Büyük Ortadoğu Projesinin siyasal İslam anlayışı, Atatürk Milliyetçiliği yerine ümmetçiliği çağrıştıran uygulamaları ön plana çıkarmıştır. Merkezi Hükümet ve yerel yönetim kurumları, tarikat ve cemaatler tarafından parsellenmiştir. AKP’nin, kendi bekasını giderek söz konusu uygulamalara bağlamakta olduğu gözlenmektedir. Milletimizin çimentosundaki/harcındaki başlıca ögeleri oluşturan Türkiye Müslümanlık yorumunda, eğitim-kültür-sanat-eğlence-dinlence gibi ortak paydalarımızda, demokrasi ve siyaset anlayışlarımızda ciddi farklılaşmalar, hatta kamplaşmalar gözlenmektedir.
Türkiye genelinde ümmetçiliği çağrıştıran uygulamalar ön plana çıkarılmıştır. Cumhuriyetin ve demokrasinin teminatı olan laiklik, özünden saptırılmış ve adeta mahkum edilmiştir. Merkezi Hükümet ve yerel yönetim kurumları, tarikat ve cemaatler tarafından parsellenmiştir.
Söz konusu olumsuz tablonun ana nedeni, Türkiye’nin kurtuluş ve kuruluş mücadelesi ile Atatürk’teki insanın yüceliği anlayışının ve yurt/toprak sevgisinin yeterince anlaşılamamış olmasıdır.
Kurucu Babamız Atatürk, Osmanlı coğrafyasının esasen bir zenginliğini oluşturan din, mezhep, etnik ve kültür farklılıklarının, emperyalist güç odaklarınca nasıl istismar edildiğini görmüş ve bunun feci sonuçlarını da bizzat yaşamıştır.
Bu nedenle O, Türk Milleti tanımlamasında, 13. Yüzyıl Anadolu Felsefesi ve Hümanizması akımının “insan, sevgi, hoşgörü, barış ve dayanışma bütünselliğini” esas almıştır. Bu bütünselliği, Milli Mücadele ruhu ve “yurt/toprak sevgisiyle” harmanlamış, kendi el yazısı ile, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Halkına, Türk Milleti denir” diyerek dünya tarihine not düşmüştür.
Bu itibarla, “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünün etnisite ile bir ilgisinin olmadığını, bu sözün, “Ne Mutlu İnsanı Bilene ve Yurdunu Sevene” anlamına geldiğine inanmaktayız.
Yeniden Milliyetçilik/İnsan odaklı yurtseverlik anlayışı, başlıca dört dayanağa sahiptir.
Bu bütünsellik temel dayanaktır.Burada “Önce İnsan ve Sevgi” tezi geliştirilmiş, ayrımsız tüm insanların birlik, kardeşlik ve dayanışma içinde olmaları öngörülmüştür.
İnsanlar arasında, din ve etnik faklılıklara göre ayrımcılık yapılmasının, Tanrısal varlıkla bağdaşmayacağı (Mevlana) savunulmuştur.
İnsandaki mutluluk, esenlik ve sevinç yolunun, Tanrı sevgisi ile insan sevgisinin bütünleştirilmesinden geçtiğine inanılmıştır. Bu itibarla Tanrı’da korkmak yerine Tanrı’yı sevmek esas alınmıştır.
“Benim Kabem insandır” (Hacı Bektaş Veli)
“Ey, Tanrıyı arayan! Aradığın Sensin!” (Mevlana)
“Hiçbir milleti ve insanı ayıplamayınız.” (Hacı Bektaş Veli)
“Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız” (Hacı Bektaş Veli)
“Gönlümdeki iç ve dış O’ dur. Bende can O.
Gövdem, damarım, ruhum O’ dur. Bende kan O.
Tek Tanrıya, çok tanrıya tapmak bir mi?
Bak, benzeri yok varlığımın: Var olan O.” (Mevlana)
“Nefsine ağır geleni kimseye tatbik etme.” (Hacı Bektaş Veli)
“Bir kez gönül yıktın ise,
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi,
Elin, yüzün yumaz değil” (Yunus Emre)
“Ey Oğul, insanı yaşat ki devlet yaşasın.” (Şeyh Edebali )”
Atatürk, insanı Evren’de yaratılmış en yüce varlık olarak insanı görmüş, insan ve sevgiyi ön planda tutmuştur. Bu anlayış esasen Atatürk’ün, Anadolu ve Rumeli’nin tarihsel ve felsefi birikimini tamamiyle özümsemiş olduğunu yansıtmaktadır.
Atatürk’ün, Dumlupınar savaş alanını gezerken karşılaştığı feci manzara karşısında gözlerinden yaşlar, dudaklarından şu sözler dökülmüştür:
-Böyle mi olmalıydı…? Ne gerek vardı buna…? Zavallı insanlık!… Dumlupınar, 31 Ağustos 1922
Öte yandan Atatürk’ün kimi arkadaşları, T.C. Devleti’nin bir armaya sahip olması gereğini aralarında uzun süre tartışmışlar ve bunu Atatürk’e taşımışlardır. Böylece başlatılan çalışmalardan seçilmiş örnekler Atatürk’ün önüne konulduğunda O, hepsini dikkatle incelemiş ve düşüncesini şöyle ifade etmiştir:
– Bunlardan hiçbiri, bugünkü dünyamızın içinde kurulan bir devletin arması olamaz. Devlet armasını, sembolik bir insan başı ile temsil etmeli.
– Her şeyin kaynağı insan zekasıdır. Siz bana bir zeka sembolü arayınız…! Sembol… sembol… sembol, insan zekasıdır sembol…!
– Ben bu toprakları seviyorum, yurdumun topraklarını, dağlarını, taşlarını… Göğünü havasını seviyorum memleketimin… Köylüsünü, çiftçisini, ırgatını, işçisini, balıkçısını, çobanını, sanatçısını, askerini, gencini, ihtiyarını, bütün insanlarını seviyorum memleketimin…’’ (Ankara,1937; Gökçen, Sabiha)
– Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir soyun evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır. Bizim yeni işimiz budur: Bu damarlar birbirini duysun ve birbirini tanısın. Bu dediğim şey gerçek olacak; çünkü gerçektir. Bu dediğim şey olduğu zaman, başka bir alem görülecek ve bu alem dünyaya hayret verecek, ışığı ve feyzi insanlığa saçacaktır…” (26 Eylül 1932, Diyarbekir Gazetesi)
Özellikle son örnekteki “hep bir soyun evlatları, aynı cevherin damarları” ibaresinde, bir bütünsellik söz konusudur. Buradaki soy, cevher ve damar tanımlamaları her hangi bir etnik yapıyı değil, kendiliğinden (bizatihi) insan soyunu, yani insan varlığını ifade etmektedir. Atatürk’ün “insanı evrende yaratılmış en yüce varlık” olarak gördüğünü anlatmaktadır.
Ne var ki emperyalizm, söz konusu damarların birbirini duymasını ve birbirini tanımasını sürekli engellemeye çalışmıştır. Kimi zaman din ve mezhep, kimi zaman etnik farklılıkları, milleti çözmek, ayrıştırmak için kullanmıştır. Zamanımızda da bunları nasıl acımasızca kullandığına hemen her gün tanık olmaktayız.
Amasya tamiminde ilan edildikten sonra Erzurum ve Sivas Kongrelerinde kurul kararları olarak kabul edilen “Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” (22 Haziran 1919) mesajı ile, Milli mücadelede gerçek irade ve gücün, bizatihi (kendiliğinden) Millet olduğuna işaret edilmiştir.
Bu yaşamsal mesaj, Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı günde (23 Nisan 1920) ise, Atatürk’ün önerisiyle, temel ilkeye dönüştürülüp kabul edilmiştir:
“Meclis’te beliren milli iradeyi, gerçekten vatan alın yazısına hakim kılmak esas ilkedir. Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir kuvvet mevcut değildir.
Bu temel ilke, Türkiye’nin kurtuluşunun ve kuruluşunun ana dayanağı olmuş; hem 1921 Anayasasında (1’inci mad.), hem de 1924 Anayasasında (2’nci mad.) yer almıştır.
“HakimiyetBilakaydüşart/Kayıtsız Şatsız Milletindir.”
Barışın temel İlkesi, insan sevgisidir. Genel anlamda tüm insanları, insanlığı sevebilmektir, tüm insanların eşitliğine inanmaktır.
İnsan olmanın olmazsa olmaz koşulu, sevgi, barış, eşitlik ve dayanışma birlikteliğidir.
Sosyal demokrasinin toplum ve insan anlayışında, sorumluluk ortaktır, dayanışma bu sorumluluk anlayışının gereğidir.
Dayanışma; yaygın, örgütlü sivil toplum yapısıyla, halkın yönetime katılımı ile güç kazanır, kamusal hizmet kuruluşlarıyla, gönüllü sivil toplum örgütleriyle etkinliğe ulaşır.
YAYIN İLKELERİ
———————-
YURTSEVERLİK.COM sitesi Türkiye’nin birlik ve beraberliğinden, hiçbir ayrım gözetmeksizin toplumsal barışın korunmasından, insanın en yüce varlık ve emeğin en yüce değer olduğu savından, demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden, sosyal adaletin hakim kılınması düşüncesinden hareketle yayıncılık yapar. Sınırları bu noktalardan geçen ilkeler çerçevesinde sitede yazılarına yer verilen herkesten aynı sorumluluğu eksiksiz göstermelerini bekler. Dolayısıyla YAYIMLANAN YAZILARIN HUKUKİ SORUMLULUĞU TAMAMEN YAZARLARINA AİTTİR.
İLETİŞİM
———————-
f.sayliman@gmail.com