1930’ların İstanbul’unda, bir rivayete göre Balıkpazarı Cumhuriyet Lokanta’sında çekilmiş bir fotoğraf bu. (*)
Gördüğünüz üzere meyhanedekilerin hepsi erkek.
Masalara bira şişesi kıvamında dizilmiş eski zaman adamlarımızı üşenmedim tek tek saydım; tam kırk üç kişiler.
Yine üşenmedim yüzlerini inceledim, içlerinden yalnızca üçü gülümsüyor.
Diğerlerinin alkole rağmen üstlerinden mutsuzluk akıyor.
Hele arkada aynaya yakın ikinci sıradaki masada oturan, sağdan üçüncü kişinin (yanındaki sağ eliyle onun sağ kolunu tutmuş; takım elbiseli, beyaz gömlekli, kravatlı, badem bıyıklı olan) kaşlarına dikkat edin, sanki meyhanede değil de, çok gergin geçen bir toplantıdaymışçasına sinirli, püskürmeye hazır.
Bu kadar mutsuzluk ve ciddiyet bünyeye zarar.
Bıyık biçimleri değişse de değişmeyen bir gerçekten söz ediyoruz: Badem bıyık, dudak üstü ince, kaytan bıyık, pos bıyık, dudak kenarlarından aşağıya sarkan bıyık hiç fark etmiyor. Hepsi de kıldan, tüyden adamlar işte.
Şimdi burada niyetim toplumsal analizler falan yapmak değil.
Dün öyleydi de bugün değişti mi, erkek erkeğe süren kıllı hayatımız?
Cenaze namazlarında bile erkeklerin arasına kabul edilmeyen, dini inanışının bir gereği olarak istese de camide ibadet etmesi sakıncalı görülen kadınlardan yoksun günlerimiz şimdilerde daha da kuraklaştı. Ama buralara geçmeden önce, şu fotoğraftaki siyah beyazın tek düzeliği de aşan durağanlığına, biraz daha bakmakta fayda var.
‘’O zamanlar sosyal yaşam böyleymiş’’ savunmasını duyar gibi olsam da, önemi yok.
Derdim, kadından arındırılmış mekandaki bu erkeklerin omuz omuza oturdukları masalarda kendi iç dünyalarında neler hissettikleri.
Fotoğraftaki görüntüyü haklı kılan bütün toplumsal yaptırımları, bunları ‘’oy’’a devşiren siyasal oluşumları, insanların üzerine çullanmış ahlak anlayışını falan bir kenara koyarak oradakilerin iflah olmaz yalnızlıklarını düşünüyorum.
Erkek erkeğe sürdürülen yaşamların insanın ruhunu, duygularını çoraklaştırabileceğine ilişkin somut bir kanıt adeta, resimdeki kırk üç adamın yüz ifadeleri.
Gün içerisinde işyerinde, meyhanede, pazarda aynı ifadelerle dolaşan erkeklerin ancak evlerine gittiklerinde eşlerine gülümseyebilecekleri düşüncesi de bana hiç inandırıcı gelmiyor.
Kadından arındırılmış toplumlarda, adamların evlerine döndüklerinde süt dökmüş kediye dönüştükleri tezinin, pratikte ilişkilere nasıl yansıyabileceği sorusu kafamda küçük turlar atıyor.
Mesela o meyhanede yediniz içtiniz, sohbet ettiniz ve zil zurna eve döndünüz.
Gece boyunca içinizde birikmiş özlemi sular seller gibi ortaya mı dökeceksiniz şimdi?
Kadınsız toplumların erkekleri, yalnızlıklarını, giderek büyüyen bir ur gibi taşırlar içlerinde.
Mesafeli ilişkilerden beslenen ur o kadar büyür ki, zaman gelir başka hiçbir şey sığmaz oraya.
Şu İstanbul Sözleşmesi’ni bütün günahlarımızın nedeni olarak gösterenlerin yüzlerinde de, Cumhuriyet Lokantası’ndaki yalnızların ruh haline benzer çizgiler görüyorum.
Kadınsız yaşam önermesine tutunanların doğru kararlar alamayacaklarına ilişkin belirtilerin ortalığı istila ettiği günlerden geçiyoruz. Dikkat edin, karar alıcılarımız gülümsediklerinde bile fazlasıyla eksik kalan bir şeyler duruyor yüzlerinde. Bir türlü inanamıyorsunuz içten gülümsediklerine.
Sonra soruyorsunuz kendinize:
Çok mu fazla erkek erkeğeyiz?
(*) Bu fotoğraf yazar Levent Cantek’in sayfasından alınmıştır.
Benzer Haberler
Facebook'ta Biz
YAYIN İLKELERİ
———————-
YURTSEVERLİK.COM sitesi Türkiye’nin birlik ve beraberliğinden, hiçbir ayrım gözetmeksizin toplumsal barışın korunmasından, insanın en yüce varlık ve emeğin en yüce değer olduğu savından, demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden, sosyal adaletin hakim kılınması düşüncesinden hareketle yayıncılık yapar. Sınırları bu noktalardan geçen ilkeler çerçevesinde sitede yazılarına yer verilen herkesten aynı sorumluluğu eksiksiz göstermelerini bekler. Dolayısıyla YAYIMLANAN YAZILARIN HUKUKİ SORUMLULUĞU TAMAMEN YAZARLARINA AİTTİR.
İLETİŞİM
———————-
f.sayliman@gmail.com