19 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- DAĞ GÜNLÜĞÜ:  BÜYÜK HAYATLAR

Ana Sayfa » GÜNCEL » FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- DAĞ GÜNLÜĞÜ:  BÜYÜK HAYATLAR

Eklenme : 05.11.2021 - 11:12

FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- DAĞ GÜNLÜĞÜ:  BÜYÜK HAYATLAR

 

 

 

Dağdan kasabaya alışverişe indiğimiz günlerde yumurta alma bahanesiyle denk getirip muhakkak yanına uğrardık. Küçük sohbetlere daldığımız o kısa zaman dilimlerinde kendimizi nasıl da iyi hissederdik.

Böyle bir dönemde insanların birbirlerine iyi gelmesinin ne anlam taşıdığına ilişkin somut bir örnektin sen Kemal.

Köyden kıvrılarak aşağıya sarkan yolun, iki yıl önce yanan çamlık kesimine yakın bir noktadaydı barakan. Tabii asıl önemlisi para yağmasa da damlar düşüncesiyle hemen arkada kurduğun, iki küçük kümesten oluşan gezen tavuk çiftliğindi. Hali vakti yerinde olan bir dostunundu o yer. ‘’Şimdilik  kullan’’ diyerek emanet etmişti sana. Tarlanın kasabaya uzanan yola yakın kısmında oluşturduğun bu yaşam alanında, görünürdeki amacın moda deyimiyle gezen tavuk yumurtası satmak gibi algılansa da, asıl derdin para değil, insandı.

Bizi de sayarsan misafirin hiç eksik olmazdı.

Çevrendekileri sana yönelten bir şeyler vardı halinde. Koşullar ne olursa olsun hayata dönük yüzünü hiç asmadığın ya da en sıradan konuları bile heyecanla, istekle anlatabildiğin için miydi bu ilgi, bilemiyorum. Kışın orada nasıl kaldığını sorduğumuzda dermeçatma, tek göz odadan ibaret barınağın ortasındaki sobayı gösterirdin hep. Sonradan ön tarafa eklediğin, verandayı andıran boşluğun üzerini teneke ve hasır, yanlarını da kalın, şeffaf naylonla kaplayarak ikinci bir yer daha edinmiştin. Bir somya ve yüzleri yıpranmış eski koltuklardan oluşan bu bölümde ağırlıyordun sohbetini paylaşmaya  gelenleri. Öyle ki, yakından geçen her araba ya durur, ya da korna çalardı sana.

Peri ile o koltuklarda dağdan esen rüzgarın serinliğinde seni dinlerken kim bilir kaç kez çay içtik.

Neredeyse beş ay oldu, öldüğünü hâlâ söyleyemedim ona.

Hastanede tedavi sürecinin devam ettiğini sanıyor.

Belki ruh halinin uygun olduğu bir gün denerim. Önceki gün arabayla oradan geçerken sessizliğe bürünmüş barakaya bakıp ‘’içim sızlıyor’’ dediğinde yine düşündüm anlatmayı ama beceremedim. Tuhaf bir şey bu Kemal. Onun seni yaşıyor sanması benim de işime geliyor. Böylelikle kendimi de kandırıyorum sanki. Tedavinin sonunda iyileşip toparlanma; tavuk çiftliğine ve hayata dönme ihtimalin uydurma bile olsa, kıyısından köşesinden ben de tutunuyorum bu yalanla, suskunluk arasındaki hikayeye.

Havaların soğuduğu günlerde dağdan kente döndüğümüzü söylediğimizde ‘’Benim gibi yakın sobanızı oturun aşağıya, odundan bol ne var, buralar bırakılıp da gidilir mi?’’ demiştin ya; haklı olarak temel savunman doğanın artık pek benzeri kalmamış sessiz, dingin, baş döndüren temiz havasıydı.

Sonra sen buna rağmen hastalandın.

Aylar önce sigarayı bıraktığını söylediğin gün, artık çok geç kaldığından habersiz, yüreklendirmeye çalışmıştık seni. Birden üzerine çöken halsizlik, yorgunluk ve iştahsızlık gibi belirtiler nedeniyle doğru bir karar vermiştin ama sağlığının düzelmeyeceğini sonradan öğrenecektik.

Artık kış iyiden iyiye hissettiriyordu kendini. Kar yoksa ve köye çıkan yol açıksa, bahçede komşuların bizim hatırımıza besledikleri anne adayı yavru kediye bakmaya geldiğimizde sana da uğruyorduk. Sigarayı bırakınca toparladığını söylemiştin, görünürde keyifliydin. Salgının azdığı, hafta sonları sokağa çıkma kısıtlamalarının olduğu günlerdi ve haklı olarak aynı soruyu yineliyordun: Ne işiniz var kentte?

Oysa konuşmuştuk. Kış çok ağır geçiyordu dağda. Tamam, yazın her şey kusursuzdu. Aşağıları yanarken, çok önceleri bahçeye babamın diktiği Tahsin Çınarı’nın gölgesinde miskin miskin oturmak tartışmasız bir ayrıcalıktı. Ama sonbaharla beraber koşullar değişiyordu. Güneşsiz, yağmurlu günlerde, ceviz ve çınarın dallarından camlara vuran koyu gölgeler de eklenince, evin bahçeye bakan odalarında gün ışığına ulaşmak imkansızlaşıyordu. Sonuçta bahanelere gerek yok. Biz dağın yağmurla ve karla beraber üstümüze çöken havasına uyum sağlayamamıştık.

Bunu hiçbir zaman bilemeyeceksin Kemal: Bahçemizdeki kedinin başına gelenlerle hemen hemen aynı gün benzer kaderi paylaştınız.

Geçen yıl henüz salgının patlamadığı yaz günlerinde onunla ilk karşılaşmamızı, şimdilerde anne kedi mertebesine yükselmiş avuç kadar bir yavrunun sokaktan miyavlama sesleri eşliğinde bahçeye girişini anlattığımızı anımsıyorum. Kuşkusuz senin barakanın çevresinde oluşturduğun canlı çeşitliliğine ulaşmamız mümkün değildi. Tavukların yanı sıra civciv, tavşan, kedi, köpek ve bir de sıpa besliyordun o yaşam alanında. Hadi hepsini anladık da sıpa neyin nesiydi? Onu bir köylüden on beş tavuk karşılığında almıştın. Anırmasının hoşuna gittiğini söylediğinde çok gülmüştük. Deli tarafların vardı böyle. ‘’Gazetecisin, benden iyi anlarsın, her gün sesini duymaktan içimin kalktığı şu adamı dinlemektense bunun anırmasıyla oyalanmak daha hoşuma gidiyor.’’ demiştin. Şimdiye kadar duyduğum en yaratıcı tepkilerden biriydi. Üstelik pek siyaset konuşmazdık. Uydurma bir jenaratöre bağladığın, canı isterse çalışan o televizyonun karşısına oturacak zamanın da yoktu. Günün olmadık saatlerinde kayıntısını bir market torbasına dolduran soluğu barakada alıyordu. Zaman başka bir hızla işliyordu gezen tavukların çiftliğinde: Akışkansız, sorunlardan uzak, sonsuza kadar hep böyle gidecekmiş hissi veren. Şunu anlamıştım: En büyük açmazımız kendimizi kandırmaya yarayacak, severek yapabileceğimiz uğraşlarımızı, masallarımızı, ilişkilerimizi kaybetmiştik biz. Sen bunların yokluğundan kaynaklanan o derin boşluğu uyduruktan hikayelerle, güle oynaya kapatıveriyordun.

Bu arada dağın kendine özgü iniş çıkışları arasında yavruya kışın bakacak köyden birini arıyorduk biz. ‘’Niye yanınızda götürmüyorsunuz?’’ diye sormuştun. Evde zaten Fırfır isminde bir kedimizin olduğunu, onun da bahçeye tıpkı diğeri gibi daha iki, üç haftalıkken geldiğini ve sahiplendiğimizi söylediğimizde ‘’Kedi kontenjanınız dolduysa buraya getirin, bakarım.’’ demiştin. Bize sığınanı kapı dışarı etme duygusunun ezikliği daha ağır basmıştı o an. Ama yine de önerini çok çaresiz kalırsak değerlendirmek üzere aklımızın bir köşesine yazmıştık.

İşte bunları konuştuğumuz günlerde farklı bir hazırlık başladı bizim bahçede. Zaten bütün yazı dipdibe geçirmiştik. Verandada ben masa başında çalışırken o ayak ucumda uyuklamıştı. Çok güzel sürmeli gözleri vardı. Geceleri sessizlik çöktükten sonra ve tabii ki içerde onu kıskanarak homur homur camlarda dolanan Fırfır da evin bilinmeyen bir köşesinde kıvırılıp yatınca, meydan ikimize kalıyordu. Kafamda sürekli plan yapıyordum. Önceliğim kışın ısının eksi on beşlere düştüğü bu yerde verandanın en korunaklı bölümünde ona küçük bir sığınak kurmaktı ve kurdum da. Ekim ayına girdiğimizde kedi sepetini, içerdeki ısıyı sertleşen havaya paralel olarak arttırmak için her hafta iki kat naylon ve kazakla sarmaya başladım. Böylelikle sıcağı bol bulamaç değil yavaş yavaş arttırdım. Her sabah elimi yuvaya uzatıp ısıyı kontrol ediyordum. Giderek irileşen yavrunun kendi vücut sıcaklığı da eklenince o küçücük yerde soğuktan etkilenmeden kalabileceği bir ortam oluşuyordu. Kasıma girdiğimizde sepeti yine karton ve naylonlarla sardığım daha büyük bir kutunun içine yerleştirdim. Yuvanın ağzına yukarıdan sabitleyerek, aşağı doğru bir kazak sallandırdım. Şimdi tek eksik bizim olamayacağımız kışın sert günlerinde mama verecek birisinin yardımıydı. Arka komşumuz Ahmet Bey imdadımıza yetişti. Her gün sabah akşam uğrayıp besliyordu. Tabi beslenme deyince onu yaz boyunca kuru mama ile değil peynir, yumurta, haşlanmış tavuk ve ciğerle doyurduğumu da belirtmeliyim. Derdim kışa girmeden semizlemesiydi. Sonunda öyle çabuk etlenip butlanmıştı ki eski zayıf halini çoktan unutmuştuk.

Kasımın ortalarından sonra köye kışın ilk karı düştüğünde içim sızladı. Ya bir şey olursa? Ama olmadı. Komşunun o günlerde gösterdiği çabanın hakkını ödeyemem. Onunla sık sık haberleşiyorduk. Adam bizim eve ulaşmak için karı metrelerce kürüyerek yol açmıştı. Cep telefonuyla çektiği fotoğraflarını yolluyordu bahçedeki can parçasının. Besiliydi, sağlıklı görünüyordu. Eğer karla beraber çöken olumsuz koşulları kazasız belasız atlatırsa, baharda yine biz bakacaktık ona.

Soğukların hafiften etkisini yitirdiği, yolların açıldığı mart sonuna doğru köye giderken tuhaf biçimde heyecanlıydım. Uzun bir aradan sonra yine karşılaşacaktık. Bizimki arabanın motor sesini duyduğu anda yola açılan tel kapının önüne fırlamıştı. Ayaklarımıza dolanmasını; kuyruğuyla, sırtıyla sürtünerek çevremizde yuvarlanmasını izlerken, kışı üzüntüsüz atlatmanın rahatlığı sarmıştı içimi. Dokunmama hiç izin vermemişti şimdiye kadar. Ancak o isterse yaklaşabiliyorduk birbirimize. Çok sevdiği kuzu etli ıslak mamadan koymuştum kabına. Adeta kendinden geçmişti yerken.

Kullanılmayan ev bir yığın sorunla karşılar sahiplerini. İçeriye girdiğimizde bunlarla uğraşırken dışardakini unutmuştuk. Verandanın sürgülü camla ayırdığımız bölümüne geçtiğimde gözlerime inanamadım. Bizimki bahçe duvarında, üzerine binmiş bir erkek kediyle beraberdi. Evden gelen bütün sesleri duyduğunu biliyordum. Kafasını çevirmemişti bile. Sonra aşağıda bir erkek kedinin daha beklediğini gördüm. Hafiften sinirlenmiştim. Peri ‘’Demek senin kızın olsa burnundan getirirmişsin.’’ dediğinde küçük bir tartışma bile çıkmıştı aramızda.

İşte Kemal o gün dönüşte senin oraya uğramıştık. Daha zayıflamıştın, öksürüyordun. Aklımıza ilk gelen salgındı. Gecikmeden test yaptırman gerekiyordu ama umursamamıştın. Az önce kasabaya uğradığını, fırının yanındaki lokantada bol sirkeli, sarımsaklı kelle paça içtiğini söyledin. ‘’Annemden babamdan böyle gördüm, halsiz düştüğünde vücudu fişek gibi yapıyor.’’ dedin.

Mayısa yaklaştığımız günlerde köydeki komşumuz, bizimkinin doğurduğunu haber verdi. Kaç yavru olduğunu bilmiyordu.  Zaten baharla beraber dönmeyi düşünüyorduk. En azından yavruların ilk günlerinde anneye destek olmak amacıyla dönüşümüzü erkene çektik. O gün giderken de garip biçimde tedirgindim. Neredeyse elimizde doğmuş bir canlının aslında kendisi daha yavruyken anneliğe soyunması ne acayipti. Geçen hazirandan bu yana hızla büyümüş, olgunlaşmış ve doğuracak duruma ulaşmıştı demek ya da kısa bir zaman sonra tanık olacağımız üzere dişilik hormonu bolca verilmiş bir canlıydı bizimki. Onu anne kedi olarak adlandırdık. Başından beri sürme gözlüm isimsizdi. Şimdi artık rahatlıkla anne diyebilirdik.

Eve ulaştığımızda heyecanlı adımlarla bahçeyi geçip verandanın kuytu köşesindeki yuvaya doğru yaklaşırken şaşkındım. Canımdan birisinin yavrularını görecek olmamın yarattığı duyguydu bu. Yuvanın ağzındaki kazağı kaldırdığımda hemen göz göze geldik. İlk tepkisini ‘’Daha fazla yaklaşma’’ dercesine kesik, kısa bir miyavlamayla verdi. İçerisi karanlıktı. Bebeklerden ancak birini görebildim. Meme emiyordu. Dikkatli bakınca yanında bir karaltı daha fark ettim. Başka var mıydı bilemedim. Bu karanlık küçük sığınakta onu tek başına, sancılar çekerek yavrularını doğurmaya çabalarken hayal ettim, içim ezildi. Sonra ‘’en azından güvenli, korunaklı, kendini ait hissettiği bir yerde doğurmanın rahatlığıyla yatıyor’’ diyerek sakinlemeye çalıştım.

İşte tam bu süreçte sana kanser teşhisi konduğu için kemoterapiye gidiyordun Kemal. Barakada soba yansa da çabuk üşüyordun ve hastane dışında daha çok kasabada yaşayan eşinin, çocuklarının yanında geçiyordu zamanın. Bazen sağlıklı günlerini anımsayıp moral bulmak amacıyla tavukların yanına uğradığında orada karşılaşsak bile, seni yormadan ayaküstü konuşuyorduk. Zayıflamış halini kabullenmek çok zordu. Eşinle o günlerde tanışmıştık. Güler yüzlü, insan canlısı bir kadındı. Yokluğunda yeğenlerinle beraber işleri onlar yürütüyordu. Barakada varlığını hissetmeye öylesine alışmıştık ki başka yüzler, başka sesler yabancıydı bize. Ayağımız sana ait bir dünyadan kesilmek üzereydi. Sonradan yani gerçekten yok olup gittiğinde bu durumu çok mu abarttım diye hep sordum kendime. Söylediklerimi durumunu önemsememek hatta acımasızlık olarak değerlendirmeni istemem. Hayatımızda sevdiğimiz birçok insanı kaybettik ve her ne hikmetse yakın zamanda bu giderek artan biçimde devam ediyor. Ama galiba şöyle: Biz dağın, kent yaşamının vahşiliği ile kıyaslandığında el değmemişliğini seninle öylesine bütünleştirmiştik ki, başına gelenler haksızlıktan başka bir şey değildi. Evet çocukça bir yaklaşımdı ama böyle düşünmekten kendimizi alamıyorduk.

Bahar ardı arkası kesilmeyen yağmurlarla başlamıştı. Yaz hiç gelmeyecekti sanki. Bir ara havalar düzelinceye kadar yeniden kente dönmeyi düşündük ama yuvadakilerin iyi beslenmeleri gerekiyordu. Geçen yaz anneyi kışa nasıl hazırladıysam aynı yöntemi kullandım: Ezilmiş yumurta ve peynir, çalkalanmış yoğurt ve haşlanmış tavuk ciğeri. Müthiş bir ziyafet şöleniydi. Ah onun yavrulara gösterdiği sevgi. Emzirmeyi kesmemek için neredeyse yanlarından hiç ayrılmıyordu. Mama kabını önüne kadar götürüp bırakıyordum. Biri beyaz sarı, diğeri beyaz kahverengi olan iki erkek yavru çabuk toparlandılar. Anne mart boyunca sıklığını bilemediğimiz çiftleşmenin yorgunluğu ve emzirme sürecinden dolayı epey zayıflamıştı. O cılız vücut iki yavruyu besleyecek kadar sütü nasıl üretiyordu, çözemiyorduk. Sonra yavruların yuvadan ilk çıkışlarına tanık olduk; önce bir iki adım ve geriye dönüş. Bunun sıklığını ve süresini anne belirliyordu. Dışarı çıktıklarında  gözlerini ayırmıyordu üzerlerinden. Yavruları hayata hazırlama çabasını bu kadar yakından gözlemlemek müthiş bir deneyimdi. Üç basamaklık verandadan toprağa adım atmaları günler sonra gerçekleşti. Yavrular ilk başta bizden de kaçıyorlardı. Yaklaştığımızı hissettikleri anda hızla o küçük sığınağa dalıp kayboluyorlardı dipte. Sarı olan biraz daha tedirgindi. Kahverenginin arkasına saklanıyordu hep. Öndekinin cesaretli olduğu anlamına gelmiyordu bu, ağır basan diğerinin ürkekliğiydi.

Annenin bize iyice güvenerek bahçenin dışına çıkmaya başladığı günlerde, artık o iki karış yüksekliğindeki sepete tırmanmayı başaran kardeşler, arka arkaya kurulup dünyayı hayretler içinde seyrederlerken, sıralama yine aynıydı: Sarı, gerektiğinde hemen kaybolacak kadar arkasındaydı kahverenginin.

Kardeşlerin tuhaf biçimde söz dinlediklerini fark ettik. Anne o kısa ayrılışlarında tembihliyordu: Ben dönünceye kadar kesinlikle verandadan aşağıya inmek yok. Miyavlamanın ötesinde, gırtlaktan gelen mırıldanma benzeri bir sesle sürekli yönlendiriyordu onları.

Sonra kısa kayboluşlarından birinde anneyi komşunun bahçesinde sırtüstü yatmış toprağa sürtünürken gördüm. İzlediklerim kızışma belirtisiydi. Henüz daha yavrularını emzirme aşamasındayken böyle davranması sıradışıydı. Kafam karışmıştı. Umarım beklediğim gibi olmazdı. O gün sürmeli gözlüm akşama doğru arkasında köyün bütün erkek kedileri dizilmiş halde geri döndü. Bahçe bir anda karıştı. Beraber olmak isteyenler hem kendi aralarında, hem de onunla mücadele ediyorlardı. Hırslı olan kazanıyordu. Önce engellemeye çalıştım. Korkutursam vazgeçeklerini düşündüm. Yavrular sepetin üstünde köşeye sinmiş, karşılarında devam eden gösteriyi biraz korkuyla, biraz da merakla hiç kıpırdamadan izliyorlardı. Hatta bunu annelerinin düzenlediği büyük bir oyun sanıp ‘’hadi biz de katılalım’’ hevesiyle aşağıya doğru hareketlenmişlerdi. O anda paylaşım savaşından sinirleri gerilen erkeklerin yavrulara saldırması bardağı taşıran damla olmuştu. Terlik, süpürge ne bulursam atıyordum üzerlerine. Yavrular korkuyla sepete kaçmışlardı. Erkeklerin umurunda değildi. Yalnızca şimdiye kadar benden gelen her hareketi önemseyen annenin, birden geriye çekilip yavruların peşinden koşması önemliydi. Ardından gelen erkek kediye hırlayarak öyle bir pençe sallamıştı ki, umutlanmıştım. Yavruların hayatını tehlikeye sokan bu gösteri sanki bitmek üzereydi. Ah, ne büyük yanılgıydı. İçerdekileri korumak için yuvanın üzerine kurulmuş oturan anne, durumu sakinleştirmemi istercesine bana bakıyordu. Sanki bu kadar kediyi peşine takan bendim. Erkekler direncime rağmen verandaya ulaşmak için bütün yeteneklerini sergiliyorlardı. Gece kimbilir saat kaç olmuştu. Köyü ayağa kaldırdığımızı sonradan fark ettim. Peri bu kadar müdahale etmemin doğru olmadığını, doğanın yasalarına terlik ve süpürgeyle karşı koyamayacağımı veciz bir dille anlatıp yatmaya gitmişti. Derdimin karşı koymak değil yavruları korumak olduğunu söylerken, içimdeki ses sürmelinin bu kadar erkekle içli dışlı olmasına sinirlendiğimi fısıldıyordu.

Gerçekten yorulmuştum. Mücadelenin en anlamlı aşamasına yaklaştığımızdan habersiz yuvanın önünde dikilirken, annenin yeniden aşağıdaki kalabalığın arasına döndüğünü gördüm. Hayretler içindeydim. Beklediğimin aksine, sürmeli, kavgaya gürültüye yol açmadan bahçedekilerle beraber gecenin karanlığında kaybolmuştu. Artık adım gibi emindim; anne, yavruların güvende olduğunu bilmenin rahatlığıyla hayatını yaşamaya gitmişti. Bir daha geri dönmeyeceğini umuyordum. Zaten dişi kediler yeteri kadar emzirdikten sonra yuvadakileri kendi hallerine bırakmıyorlar mıydı? Bu da doğanın bir yasasıydı. Öte yandan mücadele öyle şiddetli geçmişti ki, bahçeye salgılanan kokular kalabalık gitse de, durumun farkına yeni varanları buraya çekiyordu. Cep telefonunun ışığını açıp yuvanın içine doğru tutmuştum. Kahverengi önde sarı onun arkasında, irileşmiş gözlerle bana bakıyorlardı. Sepetin ağzını tahtayla kapatmaktan başka çare yoktu.

Sabah bahçenin geceden kalma dağınıklığını toplamakla başladı. Yuvanın ağzını açtığımda içerdekiler nasıl korktularsa, uzun süre dışarı çıkmadılar. Peri ile kahvaltı ederken olanları konuşuyorduk. Annenin geriye dönmeme ihtimali giderek güç kazanıyordu. Yavruların sorumluluğu bütünüyle üstümüze kalmıştı. En önemlisi can güvenlikleriydi. Daha konuşmamız bitmemişti ki birden bahçe duvarında belirmişti anne. Çok perişan görünüyordu. Tüyleri ıslak ve kirliydi. Boynunda taze bir yara izi vardı. Güzelim gözleri uykusuz geçen gecenin yorgunluğu ile kızarmış, çapak içindeydi. Hızlı adımlarla yuvaya yaklaşırken çevreyi kokluyordu. Açılımını bilemediğimiz mırıltılar eşliğinde içeriye  girdiğinde dakikalarca yalamıştı onu bekleyenleri. Yavrular meme emmeye geçtiklerinde, aşağıda dünkünden farkı olmayan bir erkekler ordusu belirmişti yeniden. Sonu gelmeyecek bu kargaşayla yarışmamın mümkün değildi. Fırfır’ı ilk bulduğumuzdan bu yana güvenerek götürdüğümüz veterineri Hüseyin Bey’i aradım hemen. Durumu anlattım. Yavrularla anneyi ortalık sakinleşinceye kadar onun orada bakabilir miydik? Ücreti neyse verecektim. Hüseyin Bey dar zamanda Hızır gibi yetişti imdadımıza. Yarım saat sonra arabasıyla geldi. Anneyi kısırlaştırmadan sorunun çözülemeyeceğini söylediğinde hemen kabul ettim. Sürmelim o kadar yorgun, uykusuz ve çaresizdi ki, yavrularla beraber sepete kapatılırken hiç itiraz etmedi.

Dağda bunları anlatabileceğimiz senden başka kimse yoktu Kemal. Ama konuşamadık. Canınla uğraşıyordun çünkü. Sürmelimin kedi ordusuyla bahçeye geldiğini duysan kim bilir ne gülerdin, ne eğlenirdin bizimle. Hafife alıp gırgıra vuracağın, tam senlik işlerdi bunlar: Küçük hikayelere saklamış bana göre büyük, sana göre sıradan hayatlar.

Peki sonunu öğrenemeden gittiğin bu hikayenin devamında yaşananlar için aynı şeyleri söyleyebilir miydin?

Sanmıyorum.

Hüseyin Bey’in muayenehanede benzer durumlar için ayırdığı odadaki büyük kafeslerden birinde, adlarını Uğurlugil ailesi koyduğu anne ile yavruları hiç sıkıntı çıkarmadan koşullara uyum sağlamıştı: Yavrular mutluydu, çünkü dilediklerince meme emiyorlardı; anne de mutluydu, çünkü kızışma döneminde koku salgılayarak onu zıvanadan çıkaran köydeki azgınların epeyce uzağındaydı. Veterinerin yer bulamadığı için  aynı kafese koyduğu yabancı bir yavruya diğer yavrular saldırınca, onları pençelerini tokat gibi kullanarak azarlayan, ‘’Hayır yapmayın’’ diyen yufka yürekli bir melekti sürmelim. Hüseyin Bey kısırlaştırma ameliyatı için bir hafta onun kendini toparlamasını beklemişti. Anne, ameliyat sonrası başka bir kafeste serum verildiği için, yalnızca bir gün ayrı kalmıştı bebeklerinden. Memeden kopanlar yırtmışlardı ortalığı. Ziyarete gittiğimiz gün hepsi bir aradaydı. Yavrular yumulmuş gözlerle meme emiyordu. Ameliyat yeri tıraşlanarak bantla sarılmış olan anne, bizi gördüğünde tepki vermemişti. Belki de kızgındı, bilmiyorum. Uğurlugillerin veteriner macerası  üç haftadan fazla sürdü. Annenin ameliyat yarası kapandıktan sonra gidip aldık onları.

Üç hafta az bir zaman değil: Geçmişin kokuları, izler, yaşanmışlıklar ve artık tamamen değişen bir duygu dünyası. Bizimki, bahçede sepetin ağzını açtığımda tıpkı yavruları gibi ilk defa görüyormuşçasına küçük pembe burnunu titreterek çevresine bakınmıştı. Giderken ardında bıraktığı bir dünya değildi bu. Kokular aynı etkiyi yaratmayacaktı. Erkek kediler artık yalnızca oyun arkadaşı olabilirdi. O boşluğu yavrularına daha çok özen göstererek kapatıyordu. Sonsuz bir sabırla yalıyordu onların tüylerini. Dilediklerince meme emmelerine ses çıkarmıyordu. Eğer hava yağmurlu değilse oyun saatlerinde birbirleriyle boğuşmalarını izlemek doyumsuz bir güzellikti. Gerçekten Hüseyin Bey’in Uğurlugil ailesi tanımı üzerlerine cuk oturmuştu.

Kemal nazara inanır mıydın?

Bunu öğrenmem olanaksız ama yaşadıklarımızı düşündüğümde nazar demekten başka bir şey gelmiyor elden. Kendimizi kandırmak için uydurduğumuz bu hikayelerin çaresizlikten doğduğunu, o yağmurlu günde bir kez daha öğrendim. Anne her nedense yavruların arkadaki tel kapının dışına çıkmalarına izin vermiyordu. Gerçi hayatın bahçeden ibaret olmadığının farkındaydı. Akla hayale gelmeyecek tehlikelere karşı onların deneyim kazanmalarının zamanıydı. Sonsuza kadar böyle koruyamazdı. Oysa dağ koşulları düşünüldüğünde büyük bir şans olarak kabul edilmesi gereken, bizim anne sıcaklığı ile büyümüş şımarıklarımız, dünyaya yalnızca bir oyun algısıyla bakıyorlardı. Tehlikelerden habersizdiler.

Verandanın camla kapatılmış bölümünde kahvaltı ettiğimiz sabahın o erken saatlerinde yağmuru izlerken içimde tanımlayamadığım bir sıkıntı vardı. Havadandır deyip geçiştirdiğim sırada, yavruların telden dışarıya kaçtıklarını gördüm. Anne de peşlerinden koşmuştu. Kime ait olduğunu bilmediğim bir araba duruyordu yakında. Altına sığınmışlardı. O kadar uğraşıp yaptığım yuva dururken orayı seçmeleri de bir oyundu aslında, hem de tehlikeli bir oyun.

Her şey bir anda olup bitmişti.

Ailesini ziyarete gelen ve aşağıda yer bulamadığı için gece arabasını bizim oraya park eden komşunun oğlu, hızla arabaya doğru yürüyordu. Yerimden fırlamıştım. Sokak kapısına koşup elimi kolumu salladığım sırada artık çok geçti. Motoru çalıştıran genç ya beni gördüğü için, ya da duyduğu seslerden dolayı hemen durmuştu. Arabanın altından önce anne fırlamıştı, ardından da sarı yavru. Bir bacağını sürüyerek koşuyordu arkadaki. Onlar telin arasından bahçeye dalıp gözden kaybolduklarında, kahverenginin de alttan çıkmasını boşuna bekledim. ‘’Kedilerden biri içerde kalmış olabilir.’’ dediğimde yüzünde gergin bir ifade vardı gencin. Arabanın altına eğilip beraber bakmıştık. Bir şey görünmüyordu. ‘’Öyle olsa kesin duyardım ya da şimdi görmemiz gerekirdi.’’ diye savunmuştu kendini. Ona göre motor sesinden korkan yavru bahçelerden birine kaçmıştı çoktan. Kahverengi doğduğu bahçeden başka bir yer tanımasa da, umut bu ya, inanmak istemiştim. Araba gittikten sonra Peri ile beraber otların arasında bir kan lekesi ya da başka izler aradığımız sırada anne gelmişti yanımıza. Çıkardığı sesi ilk defa duyuyordum: Ağlamayla karılık bir çağrıydı bu. Sürekli sağa sola bakarak yerleri kokluyordu. Hayır hiçbir iz yoktu. Neden sonra diğer yavruyu anımsadım. Yuvaya değil yağmur almayan daha kuytu bir köşeye saklanmıştı. Titriyordu. Kucağıma almak istedim, izin vermedi. Korkunç bir şeymişim gibi bakıyordu bana. Doğduğu günden bu yana ilk defa şimdi yalnızdı. Arkasına saklanabileceği kahverengi kardeşi hiç dönmemek üzere gitmişti.

Kemal artık beni daha iyi anlayacağını umuyorum.

Peri ‘’Yağmurda hiçbir şey bulamazsın.’’ diye itiraz etse de komşu bahçeleri tek tek aradığım, hatta yavrunun cılız bacaklarıyla ulaşması mümkün olmayan yerlere kadar indiğim sırada köyün camisinde sela okunuyordu. Uzun duanın ardından imam senin adını vermişti, ‘’Hakkın rahmetine kavuştu’’ diye. Kasaba mezarlığında öğlene doğru toprağa verilecektin. Eve sırsıklam döndüğümde bunu paylaşacak gücü bulamamıştım. Onun yerine yavrudan hiçbir iz olmadığını söylemiştim.

Aslında Peri de, ben de biliyorduk kahverenginin bir daha geriye dönmeyeceğini.

Bir acı şimdilik yeter deyip seni susarak yaşatmaya çalıştığım ilk  gündü o.

Zaten içimizdeki büyük boşlukları doldurmak için anlatacak hikayelerimiz de yoksa, susmaktan başka çare kalmıyor öyle değil mi?

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları