26 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- EBLEH, SIKICI VE SIĞ..İŞTE HAYATLARIMIZI KUŞATANLAR: THE BANSHEES OF İNİSHERİN

Ana Sayfa » GÜNCEL » FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- EBLEH, SIKICI VE SIĞ..İŞTE HAYATLARIMIZI KUŞATANLAR: THE BANSHEES OF İNİSHERİN

Eklenme : 24.01.2023 - 13:35

FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- EBLEH, SIKICI VE SIĞ..İŞTE HAYATLARIMIZI KUŞATANLAR: THE BANSHEES OF İNİSHERİN

 

Kişinin kendisiyle hesaplaşması, dünü ve bugünü kapsayan yolculuğu kesintisiz devam eden, kuşkusuz yarın da devam edecek olan, vazgeçilmez bir insanlık hali değil mi?

Hesaplaşma belki de en güçlü yanımız.

İşte bunu canı pahasına ve sonuç alıncaya kadar sürdüren bir İrlandalının hikayesini anlatıyor yönetmenliğini Martin McDonagh’ın yaptığı The Banshess Of İnisherin.

Bu açıdan bakıldığında altı üstü yalnızca bir film denilemeyecek kadar felsefi boyutu ve derinliği olan, hatta bazen geriye dönüp yeniden izlenmesi gereken bir yapıttan söz ediyoruz. Özellikle Türkiye’de taşların yerinden oynamasından vazgeçtik, temellerinden çatırdadığı bir aşamada politika sahnesinde birbirlerine yıllardır aynı suçlamaları yönelten, aynı düzeysizlik hattında köşe kapmaca oynayan; bütün bu dalaşmaların, sağ-sol fark etmez, tozunu toprağını şehvetle toplayıp, siyaset yazıyorum iddiasıyla okuyucusuna kakalayan ve bundan hiç bıkmayan, sığlıklarını her fırsatta topluma dayatmaktan haz duyan; dolayısıyla insan ilişkileri, medyaya ve internet ortamına yığılmış benzer yaklaşımlar ve görseller üzerinde şekillenen; yöneticilerinin aklı, vicdanı, merhamet duyguları çürümüş böyle bir ülkede yaşadığımıza göre, The Banshess Of İnisherin’de çizilen karakterlerin anlattıkları bizi gerçekten ilgilendiriyor demektir.  Aslında tüm insanlığı ilgilendiriyor. Kitle imha silahlarını, parayı, gücü ve medyayı eline geçirmiş diktatörlerin  ortalıkta cirit attığı bir dünyada kuşkusuz onlara da söylenecek sözümüz olmalı ama konuyu dağıtmamak açısından biz kendi ülkemizin sığlığa gömülmüş eblehleriyle yetinelim şimdilik.

1923’lerde İrlanda- İngiltere iç savaşının sürdüğü bir aşamada başlıyor hikayemiz. İrlanda (halk anakara diye tanımlıyor) açıklarında küçük bir adada kurulmuş olan o kasabanın sakinleri, burunlarının ucunda süren savaştan soyutlanmışçasına yaşamaktadırlar. Dört bir yanı uçurumlarla ve köpük köpüğe dalgalanan denizle çevrili adada günler iyilikle kötülüğün, sıradanlıkla sıra dışılığın, merhametle merhametsizliğin arasında sürüp gitmektedir. Colm (Brendan Gleeson) ve Padraic’in (Colin Farrell) yıllara dayanan dostlukları da o günlerde ansızın sarsılır. Müziğe düşkünlüğü ile bilinen ve kendini keman çalarak ifade etmekten hoşlanan Colm, iç hesaplaşmalarının sonunda Padraic’le ilişkilerini kesmeye karar verir. Ama kolay olmayacaktır bu.

Arkadaşına göre daha yaşlı olan Colm içinde uyanan değişim isteğini açıkladığında diğeri söylenenlerden hiçbir şey anlamaz. Colm ruhundaki köklü değişimi onun kavramakta zorlanacağını bildiğinden ilk başta ‘’Artık senden hoşlanmıyorum, çok sıkıcısın.’’ demekle yetinir. Kız kardeşi Siobhán (Kerry Condon) ile aynı evi paylaşan Padraic için o andan itibaren ızdırap dolu günler başlar. Küçük eşeği Jenny, sütlerini satarak geçimlerini sağladıkları inekleri ve alışverişe dükkana, kiliseye giderken tekerlekli arabalarını çeken atı ile mutlu bir yaşam süren Padraic’in hayatında iki önemli etkinlik vardır: Akşamları kasabanın, duvarında Public Holmes yazan birahanesinde Colm’la bira içmek, Pazar günleri de kardeşiyle kilisedeki ayine katılmak. Aslında çevredeki herkes için geçerlidir bu: Bira ve kilise.

Şimdi baharla beraber çıktığımız dağ köyü geldi aklıma. Bugün bile, filmdeki kasabanın koşullarında yaşıyor köydekiler. Tabi burada birahane falan yok. Onu yerine camiye bitişik konumda yapılmış olan köy kahvesi erkeklerin zamanlarını geçirdikleri yer olarak aynı işlevi görüyor. Özellikle kışın, hele karla beraber yol da kapanmışsa, cayır cayır yanan sobanın çevresinde toplananlar ne konuşur? Ya siyaset, ya tarlaların alım satımından kazanılan paralar, ya da  çevreye akın eden zengin Arapların ormanlık alanlarda ağaçları talan ederek diktikleri villalar. Bunların inşaat ruhsatı, yapı kullanım izni gibi karışık kuruşuk işlerinin, belediyelerde ona buna para yedirilerek nasıl çözüldüğüyle ilgili içinden dedikodu fışkıran konular da sohbetlerin ayrılmaz parçası. Bunlar milyonuncu defa konuşulsa da tazeliğinden bir şey kaybetmiyor. Ezan okunduğunda bitişik camide kılınan namazı da sürece eklediğimizde, ada sakinlerinden farkı olmayan bir hayatı sürdürdüklerini daha iyi anlıyorum şimdi. Mutluluk, mutsuzluk, acı çekmek, üzülmek, kendiyle hesaplaşmak gibi kavramları oyuna dahil etmeden akıp giden günler.

İşte öyle günlerden birinde kafası karmakarışık halde yürürken anakaradaki çatışma seslerini duyan genç adam sessizce mırıldanır: ‘’Size bol şans, ne için didişiyorsanız artık.’’ Eve girdiğinde Siobhán kitap okumaktadır. Sıra dışı bir şeydir bu. Abisinin ‘’Ne okuyorsun?’’ sorusuna ‘’üzücü bir şey’’ der. Padraic ‘’O zaman sana iyi gelecek şeyler oku’’ diye uyarılınca şaşırarak bakar ve biraz düşündükten sonra sorar:

‘’Abi hiç yalnızlık çektin mi?’’

Padraic yalnızlık kavramını ilk defa duyuyormuşçasına boş gözlerle bakar:

‘’Yalnızlık mı?’’

Dışarıya çıkmadan öncede üzerini değiştirirken ‘’Yalnızlık da neyin nesiymiş, herkes kafayı yemiş burada.’’ diye geçirir aklından.

Bunları düşünerek gittiği birahanede Colm’la karşılaşır. Eski dostu masada duran birası, kemanı ve nota kağıdı ile derin bir çalışmanın ortasındadır. Padraic karşısına oturmaya yeltendiğinde Colm ‘’Senin lak-laklarınla geçirecek zamanım yok’’ diye itiraz ederek son bestesini çalar. Kemanı masaya bırakırken bunu boş sohbetlerden uzaklaşmayı başardığında bestelediğini ve yarın şarkının ikinci kısmına çalışacağını söyler. Kendini savunmaya çalışan bir ruh hali içindedir:

‘’Zaman elimden kayıp gidiyormuş gibi muazzam bir hissim var. Bence kalan günlerimi de düşünmeye ve beste yapmaya harcamalıyım. Yani illa söylemek istediğin boş şeylerin hiçbirini artık dinlemek istemiyorum. N’olur kusuruma bakma.’’

Padraic verilebilecek en anlamsız tepkiyi verir: ‘’Yoksa ölüyor musun?’’

Colm durumu biraz daha açıklamayı dener: ‘’Seninle geçen gece iki saat boyunca lak lak ettik. Küçük eşeğinin bokunda bulduğun şeyleri anlattın. Bunların bana hiçbir yararı yok.’’

Genç adam eve ağlamaklı biçimde döndüğünde Siobhán onun eski dostuyla yine tartıştığını anlar ve hışımla birahaneye gider. Abisini üzdüğü için Colm’ü azarlar. Diğeri ‘’Eblehin teki’’ der. Siobhán ‘’Ama o hep öyleydi, ne değişti şimdi’’ diye sorar. Colm kendisinin değiştiğini ve hayatında artık eblehliye yer kalmadığını söyler. Genç kadın ‘’İrlanda açıklarında küçük bir adada yaşıyorsun, ne bekliyordun ki?’’ diye itiraz etse de aldığı yanıt onu şaşırtacak kadar sıra dışıdır:

‘’Bir parça huzur Siobhán, o kadar. Yüreğimde bir parça huzur olsun, bunu anlayabilirsin değil mi?’’

Pazar ayini için anakaradan gelen papazın kasabanın ruh hastası, acımasız polisi tarafından limanda karşılanmasının ardından kilisede toplanan halk onun defalarca yinelediği dualarını dinler. Ayin sonrası Padraic’i, dışarıda kalabalığı uğurlayan papaza bir şeyler söylerken görürüz. Sahne değişir; Colm günah çıkarma kabininde papaza içki içme, kibir ve pis fikirler konusunda duyduğu rahatsızlığı itiraf eder. Ama papaz asıl Padraic’le niçin konuşmadığını merak etmektedir. Bunu kimden duyduğuna yönelik karşı soruya da hazırlıklıdır. Burasının küçük bir ada olduğunu, dedikodunun çabuk yayıldığını, bunun yanı sıra genç adamın da kendisinden araya girmesini istediğini söyleyerek, ortalığı karıştıracak iddiasıyla onu baş başa bırakır.

‘’Kafandaki pis düşünceler Padraic’le ilgili değil mi?’’

Colm aklının ucundan geçmeyen bu ‘’arkadaşlık ötesi ilişki’’ sorusuna sinirlenir. Papaz ‘’erkekler hakkında pis düşüncesi olanlar da var’’ diye onu yatıştırmaya çalışsa da aralarında küfürleşmeye kadar uzanan bir kavga çıkar. Kilise cinsel organları tanımlayan sözcüklerle yankılanır. Yaşlı adam o öfkeyle soluğu birahanede alır. Barda içmekte olan Padraic’in yanına doğru hızlı adımlarla ilerler ve canı pahasına aldığı kararı açıklar:

‘’Benimle konuşmayı kesmezsen ve canımı sıkmaya devam edersen ya da peşimden kardeşini ve pederi bir daha yollarsan şöyle yapmaya karar verdim..’’

Tüyler ürperten bu kararın sonuçları dalga dalga yayılır. Polis memuru Peadar’ın, oğlu Dominic’i (Barry Keoghan) yıllarca döverek istismar ettiğini öğrendiğimizde o küçücük adada birbirinin hayatını merak edenlerin, birbirinin hayatına burnunu sokanların hiç de göründükleri kadar masum olmadıklarını anlarız. Açıkça dile getirilmese bile nehirde cesedi bulunan Dominic’i intihara sürükleyenler de aslında onlardır. Polis Peadar’ın birahanede kafayı bulduktan sonra ‘’Sabah anakaraya gidiyorum’’ diyerek anlattıklarıysa insanlıktan çıkmanın somut kanıtıdır:

‘’Fazladan destek kuvvet istediler birkaç idam için; taşkınlık etmesinler diye önlem alıyorlar. İşin ucunda altı şilin ve beleş öğlen yemeği var. Aslında vermeseler de giderdim, hep bir idam görmek istemişimdir. İra’dan birkaç kişiyi asacaklarmış, yoksa tam tersi miydi? Hepimiz aynı taraftayken daha kolaydı; yalnızca İngilizleri öldürüyorduk. Ama kimin kimi öldürdüğü umurumda değil, sonunda altı şilin ve öğle yemeği olduktan sonra.’’

Bu ve benzer acımasızlıklardan, abisinin bitmeyen takıntılarından, Colm’ün ondan uzaklaşmak için verdiği kararın hızla yaklaşan belirtilerinden yorulan Siobhán’ın evi ve adayı terk ederek İrlanda’ya yerleşmesi bir kurtuluş gibi görünse de, Padraic’in yalnızlığı, yalnızlık karşısındaki çaresizliği ve büyük bir bağlılıkla sevdiği küçük eşeği Jenny’i ansızın kaybetmesi, kardeşinin mutluluk arayışlarını gölgede bırakır. Genç adam Jenny’nin ölümüne, Siobhán’ın gidişinden daha çok üzülür. Yaşadığı acıların nedeni olarak gördüğü Colm’den intikam alma kararı ise bütün bunların üstüne tuz biber eker. Oysa eski dostu ortalık böylesine dağılmadan önce gününe gecesine kene gibi yapışmaktan vazgeçmeyen, çevredekilerin hep iyi insan olduğunu söyledikleri, kendisinin de bu meziyetiyle övündüğü Padraic’e işe yaramayacağını bile bile son bir çabayla şunları söyler:

‘’Elli yıl, yüz yıl sonra senin iyi insan olduğun gerçeğini kimse anımsamayacak, unutulacaksın ama, tablolar, şiirler, müzikler hep kalacak.’’

Hayatlarımızı anlamsızlaştıran eblehlerle kuşatılmış durumdayız: Siyasette, üretimde, bölüşümde, insan ilişiklerinde, medyada ve gündelik akışın her alanında eblehliği de aşıp, polis Peadar’ın merhametsizliği boyutunda kurgulanan kirli oyunlar karşısında kişinin bu ülkede kendini gerçekleştirme hayali, belki de Colm’ün, Siobhán’ın aşmaya çabaladıkları koşullardan çok daha zor görünüyor.

Aklıma kazınan iki görselle The Banshess Of İnisherin’a veda ediyorum:

Elleri kan için keman çalan Colm ve ölmüş eşeğinin başını kucağına yaslamış ağlayan Padraic.

Varlıkla yokluk arasında bir hüzünlü hikaye işte!

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları