25 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- EDİP CANSEVER VE ALEV EBÜZZİYA: AŞKA, İSTANBUL’A, DENİZE, YALNIZLIĞA YAZILMIŞ MEKTUPLAR

Ana Sayfa » GÜNCEL » FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- EDİP CANSEVER VE ALEV EBÜZZİYA: AŞKA, İSTANBUL’A, DENİZE, YALNIZLIĞA YAZILMIŞ MEKTUPLAR

Eklenme : 06.12.2021 - 10:42

FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- EDİP CANSEVER VE ALEV EBÜZZİYA: AŞKA, İSTANBUL’A, DENİZE, YALNIZLIĞA YAZILMIŞ MEKTUPLAR

Çoğu kişi için mektup dendiğinde sanki tarih öncesi dönemlerden söz ediliyor duygusunun uyandığı bir çağdayız artık. 80’li yılların sonuna kadar karşılıklı iletişimin bir aracı olarak varlığını sürdüren mektupla haberleşme, teknolojik gelişmelere paralel olarak önce sabit telefonların, ardından cep telefonlarının yaygınlaşması ve günlük yaşamın önemli bir parçası haline dönüşmesiyle beraber hayatımızdan silinip gitti. Bugün televizyon yayıncılığının ve internetin; Facebook, Twitter, İnstegram ve Whatsapp benzeri sosyal ağların tetiklediği önlenemez boyutlardaki dev dijital dalganın toplumları kuşatması altına aldığı bir süreçte, Edip Cansever’in 1960’larda  Alev Ebüzziya’ya yazdığı mektupların oluşturduğu kitaptan söz etmek doğrusu biraz cesaret istiyor.

Mektup aslında öğrenilmesi gereken kendine özgü farklı bir iletişim dili.

Ama bugün dijital tanrılarımızın çizdiği sınırlar, belirlediği koşullar içerisinde bu dilin bir işlevi kaldı mı acaba?

Ulaşılmak istenen kişiye örneğin Whatsapp’tan istenen saatte her gelişmeyi, her duyguyu iletmek mümkünken, bunu önce bir kağıda yazıp sonra postaya vermek ve yanıt beklemek günümüzde iletişimin baş döndüren hızıyla kıyaslandığında ne ifade ediyor? Artık postacılıktan kargoculuğa terfi etmiş görevliler, üzeri pullanmış beyaz zarflar yerine, icra dairelerinin bildirimlerini, internet üzerinden ısmarlanan alışveriş paketlerini taşıyorlar tüketim hırsıyla beslenen müşterilerine. Dolayısıyla ortadaki gerçek şu: Mektup çağımızda edebiyatın bir türü olarak dönüşüme uğramış durumda. Uzun zamandır sessizliğe gömülmüş olan mektuplar dijital dünyamızda kendilerine yeniden uzanacak o eli bekliyorlar sanki. Aylar önce okurken altını çizdiğim, notlar aldığım ama yoğunluğum nedeniyle izlenimlerimi aktaramadığım, bir şairin sevgilisine yazdığı satırların arasına da, yeniden bu duygularla dönüş yapıyorum şimdi.

YKY’dan ‘’İki Satır, İki Satırdır’’ başlığı ile çıkan kitabı yayıma hazırlayan Habil Sağlam, eldeki 123 mektuptan 83’ünün yazım aşamasında tarihlendirilmediğini belirterek, Cansever’in anlatımlarından, izlediğini söylediği filmlerden ve Noel benzeri vurgu yaptığı özel günlerden yola çıkarak kronolojik bir sıralamaya gittiğini belirtiyor. Türkiye’nin iki değerli yaratıcısı, şair Cansever’le, seramik sanatçısı Ebüzziya arasında 1962 – 1976 yılları arasında mektuplaşmaya kadar uzanan süreç, (ilişki, aşk, dostluk, paylaşım) 60’ların İstanbul’unda, bir sanatçı çevresinde tanışmayla başlıyor. Önceleri anne Vâlâ Ebüzziya’nın Şişli’deki evine postalanan mektuplar, Ebüzziya’nın Danimarka’ya bir porselen fabrikasına tasarımcı olarak gitmesinin ardından İstanbul-Kopenhag hattında tam on dört yıl, bazen kesintilere uğrasa da devam ediyor. Alev’in tatil için İstanbul’a döndüğü yaz aylarında yapılan görüşmeler dışında ikili arasındaki tek iletişim, mektuplar. Cansever birkaç kez Danimarka’ya gitmeye niyetlense de, ekonomik nedenlerden dolayı bu gerçekleşmiyor. 1963’de David Siesbye ile tanışan Alev’in onunla kurduğu birliktelik 1967’de evliliğe kadar uzanıyor. Evlilik 77’de boşanmayla sonuçlandıktan sonra, Cansever’in tanımıyla Alevci, hayatındaki değişikliklerle boğuştuğu bir aşamada yazışmaya son veriyor. Bunun o dönemlerdeki karşılığı iletişimin kesilmesi, eğer bir ilişki varsa sonlandırılması anlamına geliyor. Diğer önemli ayrıntı ise 1975’te Alev’in gönderdiği bütün mektupların şairimiz tarafından yırtılıp atılması.

‘’Evet, mektupları (bütün mektupları) yırttım. Üzülüyorum ama zorunluydu. Gene de bir avuntu kalıyor. Şöyle: Benim sana yazdıklarımda, biraz da senin bana yazdıkların yok mu?”

‘’Bir el karanfilin yanında sayılır.’’

Cansever’in 123 mektubuna adeta sinmiş bazı tekrarlar var. Alkol bunların başında geliyor. Bir romancı olarak alkol eşliğinde yazı masasına oturulamayacağını deneyimlediğimi hemen söyleyebilirim. Romanda olay örgüsünün, karakter yaratımının, kahramanların karşılıklı ilişkilerinin ilmek ilmek örüldüğü sırada dingin bir zihin yapısının gerekliliği, tartışma götürmez bir gerçek. Ama şiirde sözcüklerin, imgelerin, hayallerin biraz kışkırtılmasında sanki fayda var. ‘’İki Satır İki Satırdır’’ ı oluşturan anlatımlarda bunun epeyce aşıldığına, alkolün şairin günlük yaşamını ve sağlığını büyük ölçüde olumsuz yönde etkilediğine tanık oluyoruz.

‘’Dün dükkandan çıktım. Saat 17…Bir dolmuşa bindim. Karaköy’de indim. Ankara birahanesine girip bir köşeye çöktüm. Karşıda vapur iskelesi, daha ötede Ayasofya. Arka masadaki adam bir ara uludu; kadınsız masa bilmem neye benzer, diye bir hikmet yumurtladı. Gülüşmeler..Bir şişe şarap içip çıktım. Karaköy’deki yeraltı geçidine indim. Şarap satılan bir yer vardı, uğrayıp bir bardakta orada yuvarladım. Doğru yukarı. Canım Asmalımescit! Yaşasın valla!Bir yarım şişe de orada, tamam mı? Ver elini Balık Pazarı. Beş kişilik bir meyhane. Patronların adı: Bay ve Bayan Dostoyevski; piyazla dalak yiyiyorlar. Orda, işte tam orada, seni masaya bir çivi gibi çaktım. Kollarını duvara gerdim, öptüm, öptüm, öptüm..Neden? neden öyle yaptım? Bilmiyorum sevgilim. Ama bilmeye çalışacağım bunu. Yalnız bunu mu? Bir bardak şarap içirdim sana. Sonra bir daha, bir daha. İçmem deyinceye kadar. Şişenin geri kalan kısmını saçlarından aşağı döktüm, döktüm. Ve şaraplı saçlarınla kapadım yüzümü. Aramızda birisi ağlıyordu sanki. Ne sen, ne de ben; biri vardı ağlayan aramızda. Garip bir insanlık sesiydi bu. İnsanlık!..’’

Cansever’in meyhane masalarında çizdiği İstanbul’a ilişkin görsel tanımlamalar anlatımın bütününe öylesine sinmiş ki, bazen siyah beyaz bir filmin ortasında buluyorsunuz kendinizi. Ben belki de ilk defa İstanbul’a böylesine şiirsel bir dil eşliğinde baktım. Acaba yaratılan imgeler, kurulan hayaller, her satırından insan hikayeleri fışkıran o coşkulu anlatım romana taşınsaydı ortaya nasıl bir yapıt çıkardı, hep bunu düşündüm. Sait Faik’in İstanbul’a, Adalara, denize, balıkçılara, sıradan yaşamlara, insan ilişkilerine bakışının bir başka boyutuna tanık oluyoruz Cansever’in mektuplarında. Tabii bütün bunların ortasında varlığını hissettiren şey, alkol.

‘’Sapsarı bir yüz. Bugünün yüzü bu. Kalbim, gözlerim üşümüş gibi. Duygularım da..Bir diz bulmak, o dize başımı koymak, çocuklar gibi uyumak istiyorum. Güçsüzüm bugün. Güçlü olmak için hiçbir neden yok zaten. Sigaram bitince yenisini yakabiliyorum. Daha ne? Traş olmuş, giyinmişim de. Mektup da yazabiliyorum. Bu akşam da Çiçek pasajına gideceğim… ’Ey alkolden ölenler, büyük ölüler.’ Kim bu büyüklüğe hak kazandı şimdiye dek? Kim? O. Veli mi? Değil. C. Sıtkı mı? Değil. Ya kim? Birileri anlatmıştı; Turhan Seyfioğlu galiba…Cadı Ağacı’nda bir cenazeyi dolaştırdılar, işte o cenaze T. Seyfioğlu’ydu. Çılgın adam! Çılgın kahraman! Ölümcül yaratık!….Üç votka, üç bira, patates..14.40 hesap..Pasaj. Yalnızdım önce. Bir ara Sezer Tansuğ geldi ve gitti. Sonra Baki Süha Edipoğlu geldi. Kıyı ahlakı, balık bilgisi vb..Sonra kötü şiirler yazan biri daha. Ben? Yarım saat sonra eyvallah! Nereye? Ne bileyim nereye! Yürüdüm.Boğaz dolmuşları..Boğaz’a tabii.’’

Bu arada Cansever, Alev’in orada yaşayan annesi Vâlâ Ebüzziya ile de görüşmektedir:

‘’Konyak ve annen çok güzeldi o gece. Ben Bej Çocuk’tum. (Alev Danimarka’dan Cansever’e bej kazak gönderdiği için Vâlâ Hanım ona Bej Çocuk der) Bana votka söyledi otelde..Sonra yemeğe falan çıktık. Sonra serhoşumsu oldum. Sonra o gitti. Ben elimde yarılanmış konyakla..Nereye gittimdi? Bir gitmenin dural bilinciyle durdum muydu bir yerde? Hayır gittim. Şişeyi bitirdim. Son damlasına kadar..Ertesi gün müydü? Bilmem ertesi gün müydü, bir kız tanıdım. Akşamdı. Bana bir yerlerde resimler gösterdi. Sabahına votka içerken yanıma geldi. Ona edebiyatlar anlattım. Sonra..Bir iki gün sonra yeniden gördüm. Fişer’e gittik, (1931 yılında Tünel’de açılan Fischer Restaurant 1983’ten bu yana Gümüşsuyu’nda hizmet vermektedir.) Markiz’e gittik. (İstiklal Caddesi üstündeki Şark pasajı girişinde, Lebon’un eski yerinde, 1940’ta Avedis Ohanyan Çakır’ın kurduğu, duvarında mevsimleri gösteren Art Nouveau fayans panolarıyla ünlü pastane. Ben Ruhi Bey Nasılım? şiirinde adı geçer) Sonra? ..Bu sonra bir hafta sürdü, ‘sen çok içiyorsun’ dedi bana. Evet, dedim, bir daha konuşmayız dedim. Konuşmadık da…Önümde kavun rakı. Aylardan ekim. Yalnızım mermer masanın önünde. Ben ne zaman yalnız olmadım ki? Kalabalıkların yalnızı..’’

Şairin ‘’Bugün meyhaneye gideceğim.’’ ifadesi artık sıradanlaşmış bir cümle olarak satırlar arasında dolanırken ‘’Karaciğerim elimle tutacakleyin ağrısa da.’’ sözleri hızla yaklaşan sağlık sorunlarının habercisidir.

‘’İçkiyi bırakırsan haber ver, demiştin. Bırakmadım ama, o kadar az içiyorum ki, içki bile sayılmaz. Geçen gün doktora gittim: El titremesi, unutkanlık, vb..En önemlisi de ilgisizlik ve karamsarlık galiba. Doğduğum günden bu yana hayatımı anlattırdı, sonra tepeden tırnağa soyunmamı söyledi, gözlerime ışıklar tuttu, ayağımla yumruğunu güreştirdi, tansiyonumu ölçtü, sonunda giyin dedi…Sonuç: depression. İçki? İki duble rakı ya da iki duble rakıya karşılık başka içkiler. Mesela bir şişeye yakın şarap, iki şişe bira, vb..’’

Alkol, Cansever’in hayatındaki en büyük gel-gitlerden biri. Şöyle düşündüm: Bu bağımlılık onun yaratım gücünü gerçekten artırdı mı? Eğer içkiden uzak bir hayat sürseydi şiir yolculuğu nasıl bir aşamadan geçerdi? Tabii soruları yalnız edebiyatla değil onun çevresi, ilişkileri, Alev’le olan beraberliği bağlamında da soracak olursak, belki de bambaşka bir Edip Cansever çıkacaktı karşımıza:

‘’..bazı günler öyle dikkatli giyiniyorum ki..Beyoğlu’nda sana rastlayacakmışım, Park Otel’e gidip kanyakla kahve içecekmişiz gibi. Geçen yıl gelişinde Beyoğlu’nda rastlaşmıştık çünkü. İki günlük sakal, yüz alkolden sarkmış, üstüne üstlük işkembeciden çıkmışım..bir de uçuklar..Böyle bir adama bakmak için insanda bir hemşirelik duygusunun yer etmesi gerekirdi doğrusu. Ne dersin Alevci? Hadi tersini söyle de, o Apollonvari fiziğimi öv de, içim rahat etsin bari. Ama bak meyhane masalarında çok güzelimdir. Ellerim, ayaklarım, gözlerim- özellikle gözlerim- yerli yerindedir hep. Benim en korktuğum organım ayaklarımdır. 37 yıldır onları koyacak yer bulamadım..’’

Cansever keşke Ebüzziya’nın mektuplarını yırtmasaydı. Yazışmaları karşılıklı takip edebilseydik şairin Alev’e duyduğu aşkın tek taraflı bir saplantı mı, yoksa ayrılıklarla sürse de, birbirini besleyen güçlü bir birlikteliği mi işaret ettiğine daha rahat karar verebilecektik. Kuşkusuz Alev ilk başlarda onunla benzer duyguları paylaşıyor. Seramik tutkusundan doğan Danimarka’ya yerleşme kararı, ilerleyen süreçte sanatçının önceliklerini değiştiriyor. Cansever’in özlemle, beklemekle, büyük dalgalanmalarla çalkalanan günleri de böyle başlıyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz tekrarların zaman zaman alkolü de yenen en çarpıcı rengi aşk, umutla umutsuzluk, kavuşmakla ayrılık arasında koşturan şairimizi öyle yoruyor ki, buna hemen yanındaymışçasına tanıklık ediyoruz.

‘’Bu sabah, mektubunu Şişman Postacı getirdi. Bundan öncekini de o getirmişti ama, ben görmemiştim. El sıkıştık, biraz övdüm onu, sevinerekten gitti. Bir bilsen nasıl gururlanaraktan uzatıyor senin mektubunu. Biliyor sanki içindeki güzelliği zarfların. Ve biliyor beni de; heyecanımı, sevgimi, bekleyişi mi, her şeyi…Sevgili Alev, bir gün rüyamda seni Noel ağaçları gibi donatacağım. Saçlarına renkli ışıklar, gelin telleri, gümüş toplar asacağım. Eski Çin tiyatrosu oyuncularına benzeteceğim yüzünü. Kokulu eski Mısır yağları süreceğim vücuduna. Sonra bir tavan arasında, kullanılmaz ve garip eşyalar arasında , anıların üstünde, bilinmeyenin altında, bir Noel geçireceğiz seninle.’’

Mektup çağının son on yılına yetişmiş biri olarak postacıyı beklemenin ne anlama geldiğini iyi bilenlerdenim. Posta kutusunda bulduğum beyaz zarfların uzaklarda kalanların sıcaklığını, özlemlerini bana taşıdığını görmenin yarattığı heyecan edebiyat yolculuğumun önemli aşamalarından biridir. Ben o dönemleri yakalamış ama mektuplaşmayı becerememiş romancıları, öykücüleri edebiyatın yoksulları olarak tanımlıyorum. 1976’larda Çankaya -Nergis Sokak’taki öğrenci evimizde posta kutusuyla o süreçte kurduğum sıkı dostluk, Cansever’in dizginlemekte bazen zorlandığı mektup özlemini derinden kavramamda gerçekten yardımcı oldu. Aslında belki de özlenen mektup değildir. İlişkilerin, aşkların başka türlü yaşanmasının olanaksız olduğu yıllarda, elinde yazmak dışında çaresi bulunmayanların bir zarfın içine doldurarak yolladıkları sözcükler nasıl da değerliydi. Yazarken hayal kurmayı kaçınılmaz kılan o anlatımlara Cansever’in mektuplarında da sıkça rastlıyoruz:

‘’Sevgili Alev, bir gün rüyamda seni Noel ağaçları gibi donatacağım. Saçlarına renkli ışıklar, gelin telleri, gümüş toplar asacağım. Eski Çin tiyatrosu oyuncularına benzeteceğim yüzünü. Kokular, eski Mısır yağları süreceğim vücuduna. Sonra bir tavan arasında, kıllanılmaz ve garip eşyalar arasında, anıların üstünde, bilinmeyenin altında, bir Noel geçireceğiz seninle.’’

Cansever’in ondan aktardığı iki cümlelik alıntı aşkın henüz karşılıklı yaşandığı günlere ilişkin. O iki cümleden yola çıkarak kurulan hayaller mektuplara öyle bir sıcaklık katmış ki, paragraf bittikten sonra dönüp bir daha okuyorsunuz.

‘’Son yolladığın en çok sevdiğim mektubun oldu diyebilirim. ‘Hayır beni sevmenden korkmuyorum. Ya beni sevmezsen diye korkuyorum.’ Bu iki cümleyi hiç mi hiç unutmayacağımı biliyor musun? Onu dünyanın bütün müziklerinde gezdireceğimi, her okuduğum kitaba yerleştireceğimi; onu yazdığım her şiire kimsenin çözemediği bir kan yapacağımı, onu..Korkunçsun bugün Alevci. Dün akşam bir şişe votka içtim. Yapayalnız. Daha doğrusu seninle. Bak ne yapıyorum Alevci: Önce bir meyhaneye giriyorum. Tabak, çatal, bıçak, bir de kağıt peçete getiriyorlar. Bu işler oluncaya dek çevremi anlamaya çalışıyorum. Bazı bakış ve ses yönlerini tıkıyorum. Meyhaneyi hiç gelmediğim bir meyhane, şehri hiç yaşamadığım bir şehir yaptıktan sonra bakışlarımı kafama, beynime, beynimin kıvrımlarına yöneltiyorum. O zaman, işte tam o zaman karşıma çıkıyorsun. Çoğu zaman benim istediğim gibi. Önce yaşanmışı bir daha yaşıyoruz, sonra bu yaşanmışlığın doğurganlığını, geleceğini ve hepsini..İnan ki hiç yalnız değilim. Yüzümde ince bir gülümseme, öylece bakıyorum. Sonra korkuyorum, en ufak şeylerde kırıldığını bildiği için korkuyorum. Gülümsemeyle korku arasındaki boşluk birden bir kadeh oluyor elimde. İçiyorum. Sen saate bakıyorsun bir ara. Çıkalım mı, diyorum. Çıkalım, diyorsun. Nereye? Bilmem nereye! Yürüyoruz. Bir yerlere daha giriyoruz. Sonra o bir yerlerden çıkıyoruz. Alanlar, köşe başları, dar sokaklar, sabahçı kahveleri, eskitiyoruz durmadan. Dünyayı eskitir gibi. İnsan ancak kendine alışır gibi alışabilir bir insana. Ben güzelliğimi de, çirkinliğimi de sende görebiliyorum. Kendimi kuruyorum seninle. Ve insanın kişiliğini pekiştiriyor sevmek. Sevmek! O büyük kelime.’’

Şairin yüzlerce kilometre uzaklıktaki sevgiliyi yanıbaşındaymışçasına anlatırken içine gömüldüğü hayal dünyası acaba ona hangi şiirleri yazdırdı? Mektupların çatısını oluşturan hayaller bazen sanatçıyı öyle bir noktaya taşıyor ki, Alev o an bir yerlerden çıkıp gelse aşkın büyüsü bozulacak sanki. Tıpkı şu tutkulu öpüşme hayalinde olduğu gibi:

‘’Bu akşam seni çok az görebileceğim. (Not: O akşam şair bir yere davetlidir. Hayal kuramayacağım anlamında yazıyor bunu.) Ama eve dönüşünü, paltonu çıkarışını- seni paltoyla düşünmemiştim- üstündeki sıcaklığın yayılışını konuşacağım kendimle. Sonra..İşte..Tam o sıra öpeceğim seni. Önce saçlarını, sonra boynunu, sonra ağzının yanağınla birleşen yerini. Gözlerine bakacağım, ellerini tutacağım; seni bir koltuğa oturttuktan sonra pikaba Bach’ı koyacağım. Eline bir kadeh konyak tutuşturacağım. Sen ilk yudumu aldıktan sonra, aynı kadehten bir yudumda ben alacağım..Hiç konuşmayacağım. Kımıldamayacağım da. O sessizlik dünyasının hayalet olayı ne yaptıracaksa yaptıracak bize. Belki bir sigara yakarım. Belki o sigarayı alırsın elimden. Belki de içinde kocaman bir dünya olan bir söz söylerim. Koltuktan yanıma kayarsın. Artık her şey hiçbir şeydir. Bir karanfil uzun bir iççekiş gibi kokar. Sarışın bir çocuk başına benzer duvarımıza düşen güneş. Bir çift kırmızı yaprak gibi kalırız öyle. Saat mi kaç? Bizi gösteriyor sevgilim.’’

Mektuplaşma yıllarında uzaktaki sevgiliye duyulan tutkunun birden kıskançlığa dönüşüvermesi Cansever’in anlatımlarında da bütün ağırlığı ile ortaya çıkıyor. Üstelik şairin duygu dünyası buna öylesine elverişli ki, bilinçaltı, acılar üzerinden yazılacak şiirler için belki de onu bu yönde kışkırtıyor. Kuşkusuz Cansever sıradışı bir insan. Kıskançlık da dahil, uçlar arasında savrulmasından  daha doğal ne olabilir? Ayrıca Alev Ebüzziya’nın da sanatçı kişiliğinin yanı sıra, Türkiye’de alışılmış kadın profilinin çok ötesinde bir duruş sergilediğini görüyoruz. Seramik sanatı uğruna, kendini gerçekleştirmek adına Danimarka’ya yerleşme kararı onun kişilik yapısının bir yansıması. Bütün aydın, ilerici, özgürlükçü ve sanatçı yaklaşımlarına rağmen Cansever’in, Alev’i dizinin dibinde, yönetilebilir bir konumda görmekten mutlu olacağını seziyoruz. Peki böyle bir kadın yönetilebilir mi? Şairin kıskançlık krizlerini biraz da bu bağlamda değerlendirmek mümkün.

‘’Sana teklif edilen iş hakkında fikrimi soruyorsun. Duygularıma danışırsam, Sakın ha Alevci, Parislerde, Romalarda ne işin var? Atla bin uçağa, gel İstanbul’a demem gerekiyor. İşi mantığa vurunca, haklısın tabii. Günde 30 dolar, küçümsenmeyecek bir para. Ayrıca İstanbul’a güvenle gelmeni sağlaması bakımında da gerekli..Doğrusunu söylemek gerekirse, kıskanıyorum da seni. Gözlerini ve her şeyini. Galiba ilk defa yaşıyorum bu duyguyu Alevci, kötü bir şey midir kıskanmak?…Değil hakkında yazılan eleştirileri, sanat yapmanı bile kıskanmak istiyorum- Düpedüz ‘kıskanıyorum!’ diyemiyorum işte- çamurlara, fırınlara, fabrika müdürlerine öfkelenip duruyorum. Saçlarını falan çekmek istiyorum senin. O güzelim yüzüğünü ezmek, yılan yılan sözler söylemek; kızgınlıktan yüzünün bakırlaştığını, derinden yalap yalap yandığını seyretmek..Neden senin çevrende birikiyor herkes? Neden seni gözden kaybediyorum? Neden yırtmıyorsun o kalabalığı? Neden kaçınıyorsun? Neden oralardasın hâlâ? Neden, neden, neden?..’’

Eğer ortada bir ilişki varsa aslında bütün bunlar anlaşılabilir şeyler. Uzaklardaki sevgili özlenmez mi? O özlem yakıcı bir hale dönüştüğünde yerini kıskançlık krizlerine bırakmaz mı? Üstelik kıskanan kişi Türkiye’nin sayılı şairlerinden biriyse ve kıskanılan da hem alımlı bir kadın, hem de yetenekli bir sanatçıysa o ilişkinin düz bir çizgide ilerlemesi beklenebilir mi? Dediğimiz gibi biz Cansever’in sözleri üzerinden onları anlamaya çabalıyoruz. Alev’in mektupları yok edilmemiş olsaydı kuşkuya yer bırakmayacak şekilde konuşacaktık. ‘’İki Satır, İki Satırdır’’ başlığıyla çıkan kitabın yayımlanmasından sonra Ebüzziya’nın ‘’Bizimki platonik bir aşktı’’ açıklaması da önemli. Onun da kıskandığını Cansever’in satırlarından öğreniyoruz.

‘’Senin mektuplarının içeriği neyse, günümün rengi de o, ‘Ben seni sadece meyhanelerden kıskanıyorum, haberin var mı?’ cümlesini dikkatle okuyorum. Sonra bir daha okuyorum. Renk? Önce açık gri, sonra siyah. Neden mi? Bilmem..Sanki bir umursamazlık, bir ilgisizlik ritmi var o cümlenin anlamında. Ya da bana öyle geliyor.’’

Tabi şairimiz açısından asıl zor günler Alev’in Danimarka’da evlenmesiyle başlıyor. Yine şairin anlatımlarından hissettiğimiz kadarıyla Alev duygusallığını denetleyebilen bir kadın. Sanatını geliştirmek, kendine yeni bir hayat kurmak için Türkiye’den ayrılışı bunun en somut göstergesi. Cansever içinse geriye aşkın ayrılık acısından da beter olan kısmı kalıyor: Kıskanmak!

‘’Omuzlarınla boynunu ne yapıyorsun bugün? Hangi vitrinin, hangi çamurun, hangi düşün önünde kımıldatıyorsun onları? Yüzün neden bu kadar aydınlık? Birisini mi seviyorsun, birisi mi seviyor seni? Ne konuşuyorsun ev sahibinle? Kocaman elli bin sevgilin mi varmış yoksa?’’

Buraya kadar yapmayı amaçladığım şey, Türkiye’nin iki seçkin sanatçısının artık edebiyatın alanına giren mektupları üzerinden, anlatılanları bir romancı gözüyle yeniden değerlendirmekti. Bunun aynı zamanda yanlış anlaşılmaya eğilimli, tehlikeli bir yaklaşım olduğunun farkındayım. Yani mektuplarda yazılanların alt katmanlarında bir sis perdesinin ardında kalmış yaşanmışlıklar sorgulanırken, kişi o ilişkiyi didikliyor durumuna da düşebilir. Ama edebiyat insanları yalnız yapıtları ile değil, hayatta kaldıkları süre içerisinde yaptıkları- yapmadıkları, seçimleri, siyasi duruşları, olaylar karşısında aldıkları tavırlar, ilişkiler, aşlar ve çektikleri acılar bağlamında da artık topluma mal olmuş kişilerdir. Biz bunları okurken aslında güncelin kuşatması altında boğulan bireyler olarak, başka bir hayatın da mümkün olabileceğine ilişkin ipuçları yakalarız. Cansever’in büyük bir içtenlikle ortaya koyduğu, kendine, sevdiği kadına, yaşadığı dönemin Türkiye’sine ve edebiyata ilişkin içdöküşlerini o nedenle altın değerinde bir kaynak olarak görüyorum. Edebiyatçı sıfatıyla bugün sağda solda yazı yazanların insandan ve hayattan kopuk anlatımlarına baktıkça ‘’İki Satır İki Satırdır’’ adlı mektuplar kitabını, elime geçmiş kutsal bir emanet gibi algılıyorum.

Şimdi son bölümde Cansever’in insana, İstanbul’a, yalnızlığa ve şiire yönelik satırlarına yer vereceğiz. Çünkü onun anlatımının bütününü sarıp sarmalayan o şiirsel dil galiba en çok buralarda kendini hissettiriyor.

‘’Karaköy’de bir meyhane var, çoğun gemiciler geliyor sanki gemilerini dışarda bırakmışlar ya da bir yere bağlayıp unutmuşlar..Aynalar, eski taşlıklar, ağızları sıçraklı çay fincanları mevsimi başladı İstanbul’da. Belki de birinin bizi çağırması mevsimidir bu, kimbilir..Bütün pasajlar, bütün meyhaneler, bütün tanrılar (en çok da sıkıntı tanrısı) tırnaklarını deniyor etimizde. Tadını bilmediğimiz, renk dışı, öyküsü yarım kalmış bir et yığını bu…Çünkü..Ben çok severim bu çünküyü; bir türlü gereği gibi kullanamam. Ağzımın adı karanlık. Tütünü bol günlerde zaman zaman ışıyor. Ağzım..Ve ellerimin Yüksek Kaldırım’dan iner gibi bir hali var. Eski gramofonlar, renkli toplar, tatlıcı vitrinleri, bisikletler, kumar oynatanlar, kabuklu deniz hayvanı biçiminde şarapçılar…Bugün Boğaz’a gitsem mi Alev? Yeniköy’de bir meyhane var: Tersine çevrilmiş bir park gibi. Ya da kiliseye mi gitsem acaba? Arada gidiyorum. Oturuyorum bir köşeye; kitaplar, dualar, haçlar, İsa’lar uyanıp duruyor. Ellerinde sebze fileleriyle pazardan dönen yaşlı kadınlar bile görüyorum orada..’’

Hayatın tam içinden alıntılarla, gürül gürül akan bir nehire benziyor Cansever’in gözlemleri. Onun fileleriyle pazardan dönen yaşlı kadınlara ilişkin yakaladığı ayrıntıdaki sıcaklığı, günümüzde postmodern edebiyat üzerine yazılan sayfalar dolusu metnin soğukluğu ile kıyasladığımda içimin üşüdüğünü hissediyorum. Biz insana özgü sıcaklığı, birbirine dokunmayı, sanalın, dijitalleşmenin bütün dayatmalarına karşın sahici kalmayı beceremediğimizden bu yana, mektup çağının romanlarında, öykülerinde yaratılan karakterlerle, şiirlerindeki o büyülü dizelerle de yollarımızı ayırdık. Örneğin ‘’Yağmurdan çok, beni yağmur yağmış günlerin hatırlanması ıslatır’’ diyen bir şairle, ‘’Kirliyim, soğuğum; sanki bir ölüden ödünç almışım kendimi’’ diye yazılmış şiirlerle de, bir daha sanki hiç karşılaşamayacağız diye korkuyorum. Çünkü  ‘’İnsan ancak kendine alışır gibi alışabilir bir insana.’’ demeyi unuttuk. Çünkü işin özü insan ve biz hızla insansızlaşan hayatımızda yapayalnız yaşamaya alıştık. O nedenle Cansever bugünleri adeta görmüşçesine, bütün dikkatini tıpkı Sait Faik gibi, insana yöneltmiş.

‘’Hiç düşündün mü, bazı insanlar ancak bazı yerlerde tanınabiliyor. Bir terzi kumaş keserken, bir veznedar kasada otururken, bir gişe memuru bilet toplarken var olabiliyor ancak. Bir garsonu, evinde yemek yerken düşünebilir misin? Hayır! O ancak, lokantanın açılış saatinden biraz önce, en dipteki masada, ayayüstü bir şeyler atıştıran adamdır. Beyaz saçlı bir orkestra şefini, bir genelev sokağında tasavvur edebilir misin? İmkansız bir şey. Ve bahçıvanlar denize girmez ve şöförler tanrıevine uğramaz ve bilginler bezik oynamaz hiçbir zaman.’’

Geldik Edip Cansever’le Alev Ebüzziya’nın mektuplarla başlayan yolculuklarının son durağına. Ben bu duraktan ayrılırken yine ona ait dizlerle sesleneceğim sevgilisine hiç mektup yazmamış olanlara.

‘’Yağmurluk giymiş dikkatli bir ilkbahardın. Her şeyimi aldın götürdün, bana hiçbir şey kalmadı.’’

Biliyorum uzun bir yazı oldu bu. Kendimi hiç dizginlemeden döktüm içimde kalanları. Ona rağmen mektupların büyük bir kısmı kitapta duruyor: Sanatçı buluşmaları, yayınevleri, dergiler, İstanbul’un tarihe geçmiş mekanları, sinemalar, iç hesaplaşmaları ve tabii ki şiirler:

‘’Eskiden her sıkıntıyı bir nedene bağlamadan edemezdim. Alkol, uykusuzluk, bir önceki günün süregiden kasveti, vb..Şimdi öyle değil. Her şey kökleşti sanki gövdemde, ağaç kurtları gibi un ufak ediyorlar her yanımı. İki türlü kişiliği taşımak, bizim düşünebilen kuşağın kaderi. Hem mümkün olanı, hem de mümkün olmayanı yaşamak! Üstelik bir beyin, tek bir organ olarak yaşatmak bunu..Her şey yirmi yıldır böyle. Ve içimde sevişebileceğim tek anı yok. Korkunç bir şey! Bu kadar düz bir hayat? Yoksa ben mi yaşamadım, ben mi çekip alamadım bu hayattan? Bilmem..Üç beş şiir kitabı? Dörtte üçü yalan birtakım şiirler..Yalan yazmışım..Başkaları okusun diye, bu adam iyi yazıyor desinler..Utanmamışım hiç..Utanacağımı düşünmemişim..’’

‘’Parmak ucuyla dokunduktan sonra dikkatle bakılan masa tozu gibi bir şeyim.’’

‘’Düşünüyorum da ne kadar az gördüm seni. Sonra da müşterileri dağılmış bir kır kahvesi gibi kaldım.’’

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları