28 Mart 2024 - Hoş geldiniz

FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- FAZIL SAY’IN SEÇİMİ

Ana Sayfa » Köşe Yazarları » FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- FAZIL SAY’IN SEÇİMİ

Eklenme : 19.02.2019 - 12:36

FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- FAZIL SAY’IN SEÇİMİ

 

Herkes eteğindeki taşları döksün diye bekledim.

Ülkede gündem o kadar çabuk değişiyor ki, o taşlar çoktan döküldü hatta unutuldu bile.

Fazıl Say ve konserine davet ettiği Cumhurbaşkanı Erdoğan’la ilgili tartışmada ille de taraf durumunda kalarak sorunu ideolojik platformda suçlamak ya da alkışlamak mantığıyla değerlendirenlerin estirdiği şiddetli rüzgar şimdilik dindi. Derdim rüzgar değil zaten. Tribünlere oynamanın bıktırıcı unsurlarını izlemekten midesi bulanan birisi olarak, içi boş tartışmaların ardından asıl sorulması gereken sorulara yanıt aramayı hedefliyorum:

Türkiye’de aydın, sanatçı olmanın kişilere yüklediği sorumluklar neler? Böyle bir sorumluk gerçekten var mı? Varsa buna ilişkin başlayan ve biten bir sınır çizilebilir mi? Bu sorulara yanıt aradıkça onun yaşadıklarını üzerinde durulması gereken örnek bir gelişme olarak algılamaya başladım.

Öncelikle Erdoğan’ın siyasi duruşunu çok iyi bildiği sanatçının annesinin vefatında başsağlığı dileğinde bulunması ve ardından davetini kabul edip konserine gitmesi kuşkusuz olumlu bir adımdı. Ama bu adımı 17 yıldır sürdürülen ötekileştirme politikalarını hasıraltı edip, Türkiye’nin kucaklaşmaya ihtiyacı var manşetleriyle gören havuz medyasının tetikçileri gibi yorumlamak da olanaksız. Tam seçim arifesinde dünyaca ünlü piyanistin şahsında atılan demokratlık adımının samimiyetini, yapılanları unutmadan sorgulamak kaçınılmaz görünüyor.

Ama bunu da geçelim.

Asıl tartışılması gereken nokta sanatçının eleştirdiği bir sistemle nereye kadar yakınlaşabileceği, düşünce dünyası ile bağdaşmayan bir yönetimi hayatından, ilişkilerinden, ürettiği yapıtlardan nasıl uzak tutabileceği ya da bunları yapıp yapmamasının bir öneminin olup olmadığı konusudur.

Çok zor, bıçak sırtında giden tercihlerden söz ediyoruz.

Bir yandan iktidarın uygulamalarını açık yüreklilikle eleştirip diğer yandan yaratıcılığını geniş kitlelerle paylaşma kaygısı ne yazık ki birbirine paralel giden olgular değil. Özellikle Türkiye gibi muhalif düşünceye baskının ayyuka çıktığı ülkelerde, iktidarı sert biçimde eleştirmenin bir bedeli oluyor kuşkusuz. Yine Fazıl Say’dan hareketle sorunu irdelediğimizde, dünyanın yaratıcılığını taktirle izlediği sanatçının, başka ülkeye çekip gitmesi mümkünken kendi topraklarında müziğiyle, piyanosuyla, besteleriyle direnme çabası, böylesine karanlık günlerde topluma umut aşılayan örnek bir tavır olmuştur.

İşte burada yapıtlarını geniş kitlelere duyurma hedefinin ancak etliye sütlüye karışmadan mümkün olabileceği gerçeği ortaya çıkıyor ki, bu da Türkiye’de yaşamanın bir bedeli olsa gerek.

Fazıl Say’ın geçen yıl günü ve yeri çok önceden belirlenmiş konserlerinin organizasyon şirketleri tarafından iptal edildiğini, nedeninin de iktidar korkusu olduğunu herkes biliyordu. Say baskılara haklı olarak tepki göstermiş ve Erdoğan’a doğrudan seslendiği yazılarıyla köşeye nasıl sıkıştırıldığını anlatmaya çalışmıştı. Kısacası o hiçbir zaman sıradan bir sanatçı olmadı. Etliye sütlüye karışmamanın yükünü, utancını vicdanında hep hissetti. Söylemesi gerekenleri açık yüreklilikle dile getirmekten çekinmedi. Örneğin 2017’de yayımlanan bir yazısında Macar piyanisti György Cziffra’dan yola çıkarak Türkiye’de tutuklanan bir başka piyanisti, Dengin Ceyhan’ı şöyle savundu:

“György Cziffra.

Ve Dengin Ceyhan…

Bu akşam Budapeste’de György Cziffra festivalinde çaldım.

Hikayeyi anlatalım;

Macar piyanist Zciffra 1930-40’ların piyano dahisiydi. En büyüğüydü.

Aynı zamanda besteci ve emprovizasyoncuydu. ( Doğaçlama müzik yapardı.)

Bende pek çok kaydı var. Gerçekten öyledir. Hikaye şöyle devam ediyor; Cziffra baskı rejiminden kurtulmak için 1950’lerde Macaristan’dan batıya kaçmayı dener. Başaramaz. Yakalanır. 3 yıl hapis yatar. İşkence görür. Parmaklarını ve bileklerini kırarlar. Sonra 3 yıl taş kırma işine sürerler. Cziffra’nın piyano hayatı bir daha asla eskisi gibi olamayacak şekilde bitirilir. Hapisten çıkınca yine kaçar. Bu sefer başarır. Fransa’ya yerleşir. Müzik okulu kurar. Onunla idare eder. Bugün Cziffra’nın dehasını unutturmamak için Macarlar festival yapıyor. Dünyanın en büyük müzisyenleri davet ediliyor. Bu utanç ile yüzleşiyorlar. Cziffra’yı yaşatıyorlar. Ben de bu akşam tamamı hıncahınç dolu Liszt Akademisi Salonu’nda, hayranı olduğum Cziffra için çaldım.

UTANÇ ölümden ağır bir histir…

Fotoğraftaki kelepçeli eller ve o insan Cziffra değil.

Dengin Ceyhan.

Türk piyanisti.

1992 doğumlu.

Suçu ne anlaşılmadı.

Tutuklandı. Hapiste.

Bu fotoğraf yılın fotoğrafıdır.

2017 Türkiye’si.

Tarihin acımasız gerçeğinin nasıl vuracağını yukarıdaki Cziffra-Macaristan örneği ile hatırlatayım istedim.

Ünlü bir söz var, onu söyleyeyim.

Şöyle diyor gerçekler;

Bir piyanist;

1 gün çalışmazsa kendi anlar.

1 hafta çalışmazsa, meslektaşları anlar…

1 ay çalışmazsa bütün dünya anlar ….

Saat işliyor beyler…yürek sizin.”

İşte böyle bir şey hem sanatçı olmak, bunun gereklerini yerine getirmek; hem de bir aydın olarak aklının, vicdanının kabul etmediği haksızlıklara karşı sesini yükseltmek, yani etliye sütleye karışmak.

Fazıl Say Erdoğan’ı konserine ısrarla davet ederken çevresinde giderek daralan çemberi kırmayı hedefliyordu. Cumhurbaşkanı o konsere gitti, ona ilgi gösterdi, Saray’a davet etti, orada çalmasını istedi hatta bestelemesini arzuladığı kimi tarihi olaylarla ilgili oratoryolar önerdi. Say Erdoğan’ın istediği oratoryoları besteler mi, bunları çalmak için Saray’a gider mi bilmiyorum. Gitmeli mi, giderse ne olur onu bilmiyorum.

Şimdi başka bir parantez açıyorum.

Yukarda sorduğum soruların daha iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla son romanım Ruhu Terbiyesiz Adam’dan yapacağım bir alıntıya geldi sıra. Böylece Fazıl Say bağlamındaki tartışmalara başka bir pencereden bakmayı deneyeceğim. Romanın kahramanlarından biri olan Buket, 12 Eylül döneminde TRT’deki işinden atılmış bir radyo programcısıdır. Uzun hukuk mücadelesinin sonunda görevine geri döndüğünde ‘’Notalara Yolculuk’’ adlı programında Berlin Filarmoni Orkestrası’nın iki ünlü şefi Herbert von Karajan ve Wilhelm Furtwangler arasındaki düşmanlığı ayrıntılarıyla işlerken asıl amacı başkadır. Anlattığı olay bir sanatçının toplumsal çalkantılar karşısındaki duruşunu sorgulamayı gerektiren ipuçlarıyla doludur.

‘’Sevgili dinleyenler Notalara Yolculuk’un geride kalan programlarını anımsayacak olursak Herbert von Karajan’ın bu sıralamada taşıdığı ağırlık önemini hemen belli eder. Müzik dünyasında sanatçı kişiliği kadar yaşamıyla da akıllardan silinmeyecek izler bırakan Karajan’ın, Hitler Almanya’sıyla olan uyumlu birlikteliğinin yansımaları daha sonra karşısına farklı biçimlerde çıkacaktır. Burada akla gelen ilk soru şu: Ne kadar yetenekli, yaratıcı olurlarsa olsunlar sanatçıların acaba topluma karşı sorumlulukları var mıdır? Eğer varsa bu sorumluluğun ölçüsü nedir? Sanat mı, toplum mu ikilemi yanıltıcı bir yaklaşım mıdır? Bunu size Karajan’dan önce orkestrayı otuz iki yıl yönetmiş dâhi şef Wilhelm Furtwangler’i savaş suçlusu sıfatıyla sorgulayan komitenin çalışmalarından yola çıkarak yanıtlayacağız. Aynı konunun Macar yönetmen İstvan Szabo tarafından sinemaya aktarıldığını da hemen belirtelim. Savaş sonrası Almanya’da Nazi ideolojisinin kalıntılarını temizlemeyi amaçlayan komitenin öncelikleri arasında Berlin Filarmoni’nin neredeyse tanrısallaşmış şefi Wilhelm Furtwangler vardır. Soruşturmayı yürütenler işe önce orkestra elemanlarından başlarlar. Temel soru şudur: ‘Sizce böyle bir ortamda sanat ve politika birbirinden nasıl ayrılır? Sanatçıların çoğu savaşta ülkeyi terk etmişken Furtwangler niçin Almanya’da kalmayı tercih etti? Furtwangler Hitler’in yaş gününde ona çok sevdiği Broucker’in 7. Senfonisi’ni çalarken baskı altında mıydı?’ Soruşturma derinleştikçe şefin görünmeyen etkisi müzisyenlerin her konuşmasında ağırlığını hissettirir. Onlara göre Furtwangler sanat ve politikayı birbirinden ayırmasını bilen, birçok Yahudi sanatçının yurt dışına kaçmasına yardım etmiş olağanüstü bir yetenektir. Orkestra elemanlarından istedikleri bilgiyi alamayan komite sonunda Wilhelm Furtwangler’i çağırır. İlk soru çok açıktır: ‘Kültür Bakanlığı’nda sizin iyi tanıdığınız Hans Hinkel adındaki kişinin muhalif konumdaki iki yüz elli bin aydını, sanatçıyı fişlediğini, haklarında dosyalar oluşturduğunu biliyordunuz. Çoğu müzisyen ülkeden kaçarken siz niçin kalmayı seçtiniz?’ İşte sevgili dinleyiciler programın girişinde altını çizdiğimiz, sanatçıların topluma karşı sorumlulukları var mıdır sorusu burada tartışmalı bir konuma bürünüyor. Şefin yanıtı çarpıcıdır: ‘Ben Almanım, kötü durumda olan ülkemi terk edemezdim, sanatı korumak adına kalmaya karar verdim. Sanatla politikanın hep birbirinden ayrılması gerektiğini düşündüm.’ Ardından gelen soru daha vurucudur:  ‘Berlin Filarmoni ile işgal edilen ülkelerde birçok konserler verdiniz. Sonuçta orkestranız rejimin resmi temsilcisi görünümündeydi. Bu şekilde Hitler’in propagandasını yaptığınızı hiç düşünmediniz mi?’’

Ruhu Terbiyesiz Adam yalnızca bu sorular üzerine ilerleyen bir roman değil. Alıntı yaptığım paragraf kurgunun içinde, kısaltarak verdiğim bir bölüm. Ama olayın bütününe bakıldığında Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu çağrıştıran o kadar çok benzerlik var ki, Fazıl Say gerçeği tam burada ister istemez kendini hissettiriyor. Romanda Wilhelm Furtwangler’in yerine kurgunun içine bir an onu yerleştirseydik ve komite aynı soruları sorsaydı acaba Fazıl Say hangi yanıtları verirdi?

Kesinlikle haksızlık etmek istemiyorum.

Onun aynı vicdan muhasebesini belki de fazlasıyla yaptığını az çok görüyorum:

Bir yanda yaratıcılığını ülkedeki abuk subuk tartışmaların içine itmeden sürdürme kaygısı, diğer yanda insan onuruyla bağdaşmayan akıl dışı uygulamalara karşı sesini yükseltme sorumluluğundan doğan baskı.

Peki sizce Fazıl Say hangisini seçsin?

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları