19 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- İNSANIN ANLAM ARAYIŞI

Ana Sayfa » GÜNCEL » FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- İNSANIN ANLAM ARAYIŞI

Eklenme : 01.09.2021 - 22:28

FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- İNSANIN ANLAM ARAYIŞI

 

Yirminci yüzyılın önce gelen psikiyatrlarından Victor E. Frankl’ın ‘’İnsanın Anlam Arayışı’’ adlı yapıtı, onun İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarında sürekli ölüm korkusu ile geçen günlerini anlatarak başlıyor. Kitapta insana ve hayata ilişkin yapılan gözlemler bir araya getirildiğinde ortaya çıkan tablo şu: Ruh ve zihin dünyasında en çözümsüz görünen kilitlenmiş sorunlar bile istenirse aşılabilir. Ama daha da çarpıcı olansa, yazarın somut örnekler üzerinden anlattığı kamplarındaki tüyler ürpertici hikayeler, Türkiye’nin içine sürüklendiği koşullarla da tuhaf paralellikler kurduruyor insana. Kuşkusuz Victor Frankl’ın 1945’lerde yazdığı bu kitabın hiçbir satırında ne Türkiye’den ne de benzer bir ülkeden söz ediliyor. Ama baskının yarattığı insan psikolojisi tanımlanırken ister istemez çağrışımlar üşüşüyor kafanıza ve ürperdiğinizi hissediyorsunuz.

Frankl, Nietzsche’nin ‘’Yaşamak için bir nedeni olan insan her türlü nasıla katlanabilir.’’ sözüne büyük değer veriyor. Çünkü ‘’Toplama kamplarındaki tüm şartlar, kişinin dayanma gücünü sınamak için sözleşmiş gibidir. Hayatın olağan hedefleri tutsakların elinden alınmıştır.’’ O nedenle Frankl yalnızca kampın üzerine elektirik verilmiş dikenli telleri arasında değil, hayatın her alanında ayakta kalabilmenin temel koşulunun yaşamak için bazı nedenlere sıkı sıkıya bağlanmakla ilişkili olduğu gerçeğini hikayenin bütününe adeta nakış gibi örerek ilerliyor ve anlatımını da öyle noktalıyor.

Yazar kitabın 1984’te yapılan yeni basımına hazırladığı önsözde ‘’Amerika’daki öğrencilerimi tekrar tekrar aynı şekilde uyarıyorum’’ diyerek yaşadıklarından sonra damıtılmış bir bilgi kıvamında ortaya çıkan yol haritasını şöyle çiziyor:

‘’Başarıyı amaçlamayın; bunu ne kadar amaçlayıp hedef haline getirirseniz, elinizden o kadar kolay kaçırırsınız. Mutluluk gibi başarı da kovalanamaz: Kendisi ortaya çıkmalı ve bu sadece insanın kendisinden daha büyük bir davaya bağlanmasıyla veya insanın kendisi dışında bir insana teslimiyetinin yan etkisi olarak gerçekleşebilir. Mutluluk kendiliğinden ortaya çıkmalıdır ve aynısı başarı için de geçerlidir; onu önemsemeyerek ortaya çıkmasına izin vermelisiniz. Vicdanınızın size dikte ettiğini dinlemenizi ve bunu bilginizi en yüksek seviyede kullanarak takip etmenizi istiyorum. Uzun vadede başarı sizi takip edecektir çünkü onu düşünmeyi unuttunuz.’’

Hikayenin sonunda yeniden dönülmek üzere en tepeye çakılan bu sevgi odaklı amentünün ardından ‘’Toplama Kampı Deneyimleri’’nin ilk sayfası ‘’Bu masal yeterince anlatılmış (ancak daha az inanılmış) büyük dehşetler değil, küçük eziyetlerden oluşan birikimlerle ilgilidir.’’ cümleleriyle başlıyor. Yani artık yıllarca kamptan kampa sürülen ve ayakta kalma mücadelesinde tüm erdemlerini kaybeden tutsakların nasıl olup da hayatlarını sürdürebildiklerini, bu ‘’küçük’’ eziyetlerle tanıştırıldıkça öğreniyoruz.

Bütün bunları açıklayabilecek temel yaklaşımsa ‘’alışmak’’ kavramı üzerine geliştiriliyor.

Dostoyevski’den yapılan bir alıntıyla daha iyi öğreniyoruz bunu :

‘’Biri bize Dostoyevski’nin insanı hemen her şeye alışabilen bir varlık olarak tanımlamasının anlamını sorsaydı derdik ki: Evet, insan neredeyse her şeye alışır ama bunun nasıl olduğunu bize sormayın.’’

Peki neden?

Kampın deneyimli tutsaklarından biri yeni gelenlere şu öğüdü veriyor:

‘’Her gün traş olun, bunu bir cam parçasıyla yapmanız gerekse bile yapın, bunun için son ekmeğinizi vermeniz gerekse bile..Daha genç görüneceksiniz ve cildinizdeki tahriş, yanaklarınızı daha kanlı canlı gösterecek. Hayatta kalmak istiyorsanız tek bir yol var: Çalışacak kadar sağlam görünün. Topallıyorsanız bile, mesela topuğunuzda küçük bir yara varsa ve bir SS bunu fark ederse sizi kenara ayıracak ve sonraki gün gaz odasına gönderileceksiniz.’’

İşte yıllarca insanın dayanma gücünü aşan koşulların yarattığı ortamlarda aslında ölmeye zorlananların hikayeleri böyle somut olaylar üzerinden anlatılırken bunun yol açtığı sonuçları da öğreniyoruz:

‘’Umarsızlık (apati) yani duyguların körleşmesi ve kişinin kendini artık hiçbir şey umurunda değilmiş gibi hissetmesi tutsağın psikolojik tepkilerinin ikinci evresinde ortaya çıkan bir belirtiydi ve onu günlük ve saatlik dayaklara karşı duyarsızlaştırıyordu. Bu duyarsızlık sayesinde tutsak kendine çok faydalı bir muhafaza kabuğu örebiliyordu.’’

Victor Frankl’ın ‘’İnsanın Anlam Arayışı’’nda gerçeği aramak üzere çıkılan yolculuğun önemli bir dönemeç noktasındayız şimdi. İtiraf etmeliyim ki ben bu noktadan itibaren hem onun anlattıklarına kulak verip hem de Türkiye’ye ilişkin çağrışımları beraber yoğurarak düşünmeye çalıştım. Kitabın ilerleyen sayfalarında bunu daha güçlü biçimde hissettim.

O halde merdivenin ilk basamağına adımımızı atalım: Ülkemizde bazen ortalığın ayağa kalkması gereken durumlarda bile toplumun sergilediği tepkisizliğe bakıp şaşırmıyor muyuz? Tabii ki doktor Frankl’ın Auschwitz ve diğer toplama kamplarındaki tutsakların belli bir aşamadan sonra kendilerini korumak adına duyarsızlaşmalarını bizdeki genel havayla birebir örtüştürmek doğru değil. Sonuçta bu coğrafyada yirmi yıldır devam eden çok kuvvetli bir beyin yıkama, olayları çarpıtma sürecine yakından tanıklık ediyoruz. Sürekli pompalanan gerçek dışı verilere bir aşamadan sonra inanmamak, etkilenmemek çok zor. Ama yinede de şunu söyleyebiliriz: Tepkisizliğin, duyarsızlığın nedeni ne olursa olsun haksızlıklar karşısında susmak hiç de insani bir durum değil. Tepkisizlik beraberinde sürüleşmeyi getiriyor ve en tehlikelisi de bu:

‘’İnsan yaşamı ve onurunu artık tanımayan ve insanı iradesinden soyutlayarak onu (fiziksel kaynaklarını son damlasına kadar sömürdükten sonra) yok etmeyi planlayan bir dünyada, kişisel benlik en sonunda değerini kaybedebiliyordu. Toplama kampındaki bir kişi kendisine saygısını korumak için son bir mücadele vermediği takdirde birey olma; aklı, iç özgürlüğü ve kişisel değerlerini oluşturan bir varlık olma hissini kaybediyordu. Bu durumda varlığını sadece korkunç bir insan kitlesinin  parçası olarak görmeye başlıyor ve varoluşu, hayvan yaşamı seviyesine iniyordu. Sürekli olarak sürünün ortasında ürkekçe kümelenen koyunlar gibi, her birimiz kendi gruplarımızın ortasında durmaya çalışıyorduk. Bu bize kalabalığın yanında, arkasında veya önünde yürüyen gardiyanların darbelerinden kaçma şansı veriyordu.’’

Faşizan baskılarla, şeriat yasalarıyla yönetilen ülkelerde toplumların sürüleşmesi artık neredeyse kanıksadığımız bir durum. Bakın Afganistan’a, bakın Suudi Arabistan’a, oralarda ortaya çıkan insan gerçeği, Victor Frankl’ın toplama kamplarındaki sürüleşmeye örnek verdiği tutsaklardan farklı mı? Ama madem gündem sürüleşme, o halde ‘’her koyun kendi bacağından asılır’’ diyerek asıl kendi ülkemize dönelim. Türkiye’de 1923’lerde dünyanın birçok başkentini geride bırakarak girişilen ve başarıyla hedefe doğru hızla taşınan çağdaşlaşma süreci, ne yazık ki 1980 askeri darbesiyle askıya alındı. Ardından Fethullah benzeri cemaat ve tarikatların da içinde yer aldığı sağ siyasetin toplumda yurttaşlık bilincini köreltmeyi amaçlayan laiklik ve demokrasi karşıtı uygulamaları yeterli olgunluğa ulaştıktan sonra altın vuruşu yapma görevi 2002’de iktidara gelen kadrolara devredildi. Şimdi hiç hakkını yemeyelim; Evren cuntasına 80 darbesini yaptırtan ABD’nin, Ortadoğu’daki ‘’yeşil kuşak’’ projesi çerçevesinde Türkiye’de de kurmayı planladığı ılımlı İslam yönetimi, ardımızda kalan dönemde bu kadrolar tarafından harfiyen uygulamaya geçirildi. Kuşkusuz hiç kimsenin alnında ‘’sürünün üyesidir’’ diye yazmıyor. Ama ekonomik çöküntünün günlük hayatı yerle bir ettiği, gelecek beklentisini sıfıra indirdiği bir aşamada toplumdaki genel suskunluk ve tepkisizlik başka neyle açıklanır?

Ama biraz durun, Doktor Frankl’ın anlatacakları henüz bitmedi:

‘’Biz hepimiz, bir zamanlar ‘birisiydik’ veya kendimizi öyle sanıyorduk. Şimdi ise bize tamamen hiçmişiz gibi davranılıyordu…Her zaman bir seçim yaparız. Her gün, her saat bizi özvarlığımızdan, içsel özgürlüğümüzden  soyutlamakla tehdit eden güçlere boyun eğmeye ya da eğmemeye yönelik bir tercih sunulur bize ve bu da özgürlük ve onurumuzdan vazgeçerek, tipik bir kamp sakinine dönüşüp koşulların oyuncağı olup olmayacağımızı belirler. Dostoyevski bir zamanlar ‘Beni korkutan tek şey çektiklerime değmeyecek olmasıdır’’ demişti. Bu sözcükler, kamptaki ıstırapları ve ölümleri ve içsel özgürlüğün asla kaybedilemeyeceğini kanıtlayan şehitleri  tanıdıktan sonra sık sık aklıma geldi. Onların çektiklerine değdikleri açıktı; ıstıraplarına katlanma biçimleri gerçek bir içsel kazanımdı. Hayata anlamını ve amacını veren ve insandan asla alınamayacak olan da bu ruhsal özgürlüktür.’’

Frankl’ın ‘’Biz hepimiz bir zamanlar birisiydik..’’ cümlesindeki o ‘’birisine’’ yapılan vurgu çok önemli. Kitlelerin tepelerine vurularak yönetildiği toplumlarda sürüleşme aşaması tamamlandıktan sonra, yani yurttaşlık bilinci, birey olmanın onuru etkisizleştirildiğinde artık ortada ‘’birisi’’ kalmaz. Düşünme, soru sorma, eleştirme hakkını kendinde gören kişidir o ‘’birisi’’ ve tek adamlar, şeyhler, veliahtlar için potansiyel tehlike taşırlar. Onların toplama kamplarındaki tutsaklara yapıldığı gibi hiçleştirilmeleri gerekir. Türkiye’de de yargıdan medyaya, sivil toplum kuruluşlarından üniversitelere kadar her alanda varlığını hissettiren hiçleştirme politikaları yukardaki alıntının birçok noktasıyla örtüşüyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde Melih Bulu kıvamındaki kişiliksiz bir profilin öğrenci ve akademisyenlerin tepkileri yok sayılarak rektörlüğe atanması buna çok somut bir örnek. Bulu’ya karşı verilen mücadele hiçleştirilmeyi kabul etmeyenlerin başarısıyla sonuçlansa da, farklı noktalardaki diğer uygulamalar bütün sertliği ve pervasızlığıyla devam ediyor. Son orman yangınlarında iktidarın facianın yaşandığı yerleşim alanlarındaki belediye başkanlarına yönelik, onları yok sayan tavırları da, hiçleştirmenin dik alasıydı. Yalnızca başkanları değil muhalif partilere oy veren, kendileri gibi düşünmeyen milyonlarca yurttaşı aşağılayan, adeta cezalandıran benzer yaklaşımlar 2002’den beri toplumu ayrıştırarak, ötekileştirerek, kimliksizleştirerek devam ediyor.

Sonuçta yalnız Türkiye değil dünyamızın bir çok bölgesi artık büyük bir toplama kampına dönüştü. O nedenle Victor Frankl’ın ‘’İnsanın Anlam Arayışı’’ bugün her zamankinden daha çok önemsenmesi gereken bir yol gösterici olarak duruyor karşımızda. Örneğin Frankl sürüleşen, o sürünün içinde birisi olma yeteneğini kaybedenlerin gelecekten umutlarını kestiklerini anlatırken bile günümüze uzanan mesajlar veriyor okuyucusuna.

‘’Kendi  ‘geçici varoluşunun’ sonunu göremeyen insan, hayatta nihai bir hedefi de amaçlamıyordu. Yaşamayı, normal bir hayat süren insanın aksine, geleceğe ertelemişti. Bu yüzden de iç yaşantısının tüm yapısı değişmiş ve hayatın diğer alanlarından bildiğimiz çürüme işaretleri ortaya çıkmıştı. Örneğin işsiz bir işçi de benzer durumdadır. Varoluşu geçici bir hale gelmiştir ve gelecek veya bir amaç için yaşayamaz: Geleceksiz ve hedefsizdir… Tutsaklardan biri, kampta yürürken kendi cenazesine doğru yürüyor gibi bir hisse kapıldığını söylemişti. Hayatı ona tamamen geleceksiz görünmüştü. Halihazırda ölüymüşçesine hayatını bitmiş ve geride kalmış olarak görüyordu…oysa.. Hayatı içsel galibiyetlere dönüştüren deneyimlerden bir zafer çıkarılabilir veya insan mücadeleyi görmezden  gelip tamamen bir ot gibi yaşayabilir; tıpkı tutsakların çoğunun yaptığı gibi..Hayatında bir anlam, bir amaç bulunmadığını, bu yüzden de devam etmesine gerek olmadığını söyleyen kişiye acıyın; yakında kaybolacaktır.’’

Yine döndük kendimize.

Frankl burada tam anlamıyla bizi anlatıyor. Ülkemizdeki genç işsizliğinin yüzde otuzlara ulaştığını, gelecekten umudunu kesen bu kitlenin bir daha geriye dönmemek üzere yurt dışına kaçmak için çareler aradığını bizzat kendi deneyimlerimizden, yaşanmışlıklarımızdan biliyoruz. Gelecekle ilgili beklentilerini neredeyse sıfırlamış bir kuşak var karşımızda. Onların yalnızca ekonomik nedenlerden değil, iktidarın hayata bakış açısı nedeniyle de hedeflerini yitirdiklerini biliyoruz. Ülkesinden umudunu kesmiş yoksul kitlelere sürekli olarak öteki dünyayı kurtuluş olarak  gösteren, dindar ve kindar bir nesil yetiştirmekten söz edenlerin çizdikleri sınırlar içerisinde ayakta durmak gerçekten zor.

Peki her şey bu kadar kötü mü?

Kuşkusuz hayır!

Victor Frankl’ın öncelikle bir psikiyatr olduğunu, hem savaş öncesi hem de savaş sonrasında sayısız danışanın (hasta ifadesini kullanmıyor) ruhuna şifa dağıttığını düşünecek olursak sorunlara çözüm odaklı yaklaşması işin alfabesini oluşturuyor. Özellikle kampların ölüm kokan ortamında tedavi ettiği, çıldırma ya da intihar aşamasına gelmiş tutsaklarla ilgili anekdotların her biri ders niteliğinde.

‘’İntihara dönüşebilecek iki durumun birbirine olan şaşırtıcı benzerliğini hatırlıyorum. Her ikisi de intihar etmeyi düşündüklerini söylüyordu. Bekleyecek hiçbir şeyleri kalmamıştı. Hayatın gelecekte onlardan bir şeyler bekleyeceğine ikna etmem gerekiyordu. Birinin taptığı bir çocuğu olduğunu ve onu yabancı bir ülkede beklediğini öğrendik. Diğer adam bir bilim insanıydı ve hala bitmemiş olan bir kitap dizisi yazmıştı. Çalışmalarını başka kimse devralamazdı. Bu biriciklik ve teklik, her bir bireyi birbirinden farklı kılıyor ve varlığına insan sevgisi veya yaratıcı çalışma gibi anlamlar katıyordu. Kendisini özlemle bekleyen bir insana veya bitmemiş bir çalışmaya  karşı sorumluluğunu fark eden kişi yaşamını asla çöpe atamıyordu. Varoluşunun ‘neden’ini bildiği için tüm ‘nasıl’lara katlanabilir hale geliyordu.’’

Savaşın bitmesinin ardından yeniden ve daha güçlenerek mesleğine dönen Frankl, muayenehanesine gelen bir vakayı da şöyle anlatıyor:

‘’Bir gün yaşlı bir hekim şiddetli depresyonu yüzünden başvurdu. Her şeyden çok sevdiği karısının iki yıl önceki ölümünü atlatamamıştı. Şimdi ben ona nasıl yardımcı olabilirdim? Bir şey söylemek yerine karşısına şu soruyu çıkardım: Siz önce ölseydiniz ve eşiniz sizin ardınızdan hayatta kalmak zorunda olsaydı ne olurdu doktor? ‘Onun için korkunç olurdu, kimbilir ne kadar acı çekerdi’ diye yanıtladı. Ardından ben de ‘Görüyorsunuz ya doktor, o bu acıdan kurtuldu ve onu bundan kurtaran sizsiniz. Elbette hayatta kalanın siz olması ve onun ardından yas tutmanız pahasına.’ Tek kelime etmeden elimi sıktı ve sakin bir şekilde ayrıldı. Bazen ıstırap bir anlam, örneğin özveri gibi bir anlam bulduğu anda ıstırap olmaktan çıkar.’’

Doktor Frankl toplama kampında geçen günleri dahil sonrasında da,  bir psikiyatrist olarak karşılaştığı sayısız vakaya hep hayatın penceresinden bakarak çözüm arıyor. Tabii ki bu kaçınılmaz olarak şu soruyu beraberinde getiriyor: Hayat nedir?

‘’…umutsuz insanlara hayattan ne beklediğimizin önemi olmadığını, önemli olanın hayatın bizden ne beklediği olduğunu öğretmemiz gerekir. Hayatın anlamını sorup durmak yerine, kendimizi her gün her saat yaşam tarafından sınanan insanlar olarak düşünmeliyiz. Cevabımız sözle ve meditasyonla değil, doğru eylem ve doğru tavırla olmalıdır. Hayatın anlamını genel olarak tanımlamak imkansızdır. Hayatın anlamına ilişkin sorular asla topyekün ifadelerle cevaplanamaz. Hayat belirsiz değil, çok gerçek ve somut bir şeydir. Hiçbir insan ve hiçbir yazgı, başka bir insan ve yazgıyla kıyaslanamaz. Hiçbir durum kendini tekrar etmez ve her durum farklı bir cevap gerektirir.’’

Frankl hayatı iki kaynaktan beslemenin kaçınılmazlığını her defasında vurguluyor: Bunlardan ilki umut diğeri sevgi.

Umudu ‘’Her kim ki hâlâ yaşıyordur, o halde umutlanmak için sebebi vardır’’ cümlesiyle özetleyen yazar için ‘’sevmek’’ aslında işin özünü oluşturuyor.

‘’İnsan kendini , ister bir davaya hizmet ederek ister başka bir insanı severek unutursa o kadar insanlaşır ve kendini o kadar gerçekleştirir. Kendini gerçekleştirme denilen şey, ulaşılabilir bir hedef değildir çünkü çok basit olarak insan bunun için ne kadar çaba gösterirse o kadar uzağında kalır. Sevgi, bir insanı kişiliğinin en derinlerine kadar kavramanın tek yoludur. Kimse başka bir insanın derinliklerini onu sevmediği sürece kavrayamaz. Sevgisi aracılığıyla sevilen kişinin önemli yanlarını ve özelliklerini anlama becerisi kazanır ve hatta ondaki henüz açığa çıkmamış ama gerçekleşmesi gereken potansiyeli görebilir.’’

Doktor Frankl’ın insana ve hayata yolculuk hikayesi burada bitiyor. Her bir cümlesi bedeli ödenerek yazılmış bu kitap ülkemiz ve dünya koşulları düşünüldüğünde karanlığa fırlatılmış bir işaret fişeği gibi boşlukta yanıp sönmeye devam edecekmiş gibi görünüyor.

Ve şimdi son söz, tabii ki yine kitaptan:

‘’Hem psikiyatri hem nöroloji profesörü olarak insanın biyolojik, psikolojik, sosyolojik koşullara ne kadar teşne olduğunu biliyorum ancak iki alanda profesör olmanın yanı sıra dört toplama kampından sağ çıktım ve insanın akla gelebilecek  en korkunç koşullara karşı cesaretinin ve dayanma gücünün ne kadar beklenmedik güçte olabileceğine de tanıklık ettim…Dünya kötü bir durumdadır ve her birimiz elimizden gelenin en iyisini yapmazsak daha da kötüsü olacaktır. Bu yüzden uyanık olalım. İki şekilde uyanık olalım: Auschwitz’ten beridir insanın neler yapabileceğini biliyoruz. Hiroşima’dan bu yana ise neyin tehlikede olduğunu.’’

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları