20 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- İNSANSIZ

Ana Sayfa » GÜNCEL » FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- İNSANSIZ

Eklenme : 16.08.2021 - 18:11

FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- İNSANSIZ

 

Dünyada yaşanan benzer gelişmelere baktıkça  ‘’Beraber ortak kaderi paylaşıyoruz’’ diyebileceğimiz bir yığın olayın ya bizzat içine düşüp acısını çekiyor ya da bir sabır sınavından geçercesine büyük altüst oluşa tanıklık ediyoruz. Yani salgın, yangın, sel, göçmen sorunu, yoksulluk ve baskı yalnızca bize mi özgü sorusu bile, ilk anda ortak kader yaklaşımını haklı çıkarır gibi görünse de, gerçek pek de öyle değil.

Bizi ayrıksı kılan unsur tüm bu sorunlarla boğuşurken, üzerimize ayrıca binen insansızlaştırma politikalarının ağırlığı oluyor.

Hani şu dumansız hava sahası var ya, bunu da rahatlıkla insansız toprak sahası biçiminde algılamamız mümkün.

Sorun aynı düşünce çizgisinde yürüdüğümüz kişileri de kapsayacak kadar ağır bir tablo sergiliyor karşımızda. Seksen üç milyona yaklaşan nüfusuyla küçümsenmeyecek bir yoğunluğa sahip ülkemizin, nasıl olup da böylesine insansızlaştırıldığını anlamadan, bizi kuşatan sarsıntıları kavramamız pek kolay olmayacak.

Bunun için atmamız gereken ilk adım şu: Önceki yüzyıldan kalma hamaset kokan sıradan soruları, sıradan bilgileri ve sıradan yaklaşım biçimlerini derhal terk etmeliyiz. Altında ezildiğimiz sorunların hiçbirini, kökleri 1900’lü yıllarda kalmış siyasi yaklaşımlarla, toplumsal analizlerle çözemeyeceğimizi görerek söylüyorum bunları.

Dünya doğal olmayan afetlerle, salgınlarla, başta ABD ve Rusya olmak üzere zenginlikten gözü dönmüş ülkelerin pompaladığı savaşlarla, Taliban benzeri köktendinci örgütlerin damgasını vurduğu  toplumsal depremlerle çatırdıyor.

2000’li yıllarla beraber giderek azıtan, vahşileşen bu koşulların gölgesinde, hızla tükenmeye aday tuhaf bir gezegende yaşıyoruz artık.

Bu tuhaflığa sözünü ettiğimiz insansızlığı da kattığımızda ‘’Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım’’ demekten başka bir seçenek kalmıyor elimizde: Yeni şeyler söylemek, yeni düşünceler üretmek ve onların gölgesinde bu devasa sorunlara çözümler  üretmek.

O halde şimdi sondan, yani yangın ve sel felaketleri ile başlayalım hikayemize. Yerkürenin birçok noktasında iklim değişikliği nedeniyle devam eden orman yangınlarını, bizde de hemen hemen iki hafta boyunca süren yangınlardan ayıran temel bir özellik vardı. O ülkelerin yönetimleri yangınlarla boğuşurken mide bulandırıcı siyasi hesaplardan uzak, bütünüyle işbirliğine dayanan bir mücadele anlayışı sergilediler. Gelişmiş demokrasilerde olağan dışı koşullardan geçerken farklı siyasi düşüncelerin hiçbir öneminin olamayacağı noktasından hareketle, çatışma ve şiddet dilini bir kenara bırakan, kişiler ve kurumlar arasında sorunun çözümüne yönelik oluşturulan yardımlaşma anlayışı, insani dayanışmanın en temel, en doğal göstergesiydi. Peki bizde ne oldu? Yangının bedelini ağır biçimde ödemek durumunda kalan belediyeler, felaketin başladığı günden itibaren, iktidarın bakanları tarafından hiç tartışmasız yok sayılıp, neredeyse suçlu ilan edilircesine gelişmelerin dışında bırakıldılar. Yangının yerleşim alanlarını tehdit ettiği bölgelerde valilerin kurduğu kriz masalarına belediye başkanlarının kesinlikle çağrılmaması kaba, yoz, yontulmamış bir ayrımcılık örneği değilse neydi? Hatta belediye başkanını kenara iterek, onun onayı alınmadan altındaki itfaiye müdürünün, sular idaresi sorumlusunun kriz masasına çağrılması akılla bağdaşacak bir uygulama mıydı? Devletin hazırlıksız yakalandığı faciada sahadaki örgütsüzlükten kaynaklanan boşluğu ve zaman kaybını kapatmak amacıyla yardıma koşan yurttaşları birer tehdit unsuru görerek ‘’resmi görevli olmayanların dışında kimsenin sahaya alınmaması’’ kararı tek kelimeyle ürkütücüydü.

Ayrıştırarak yönetmeyi, bir yönetim biçimine dönüştüren iktidarın, kuşkusuz ilk uygulaması değildi bu. Biz dünyanın salgınla tanıştığı günlerde de ülkemizi yönetenlerin toplumu bölme politikalarına içimiz sızlayarak tanıklık ettik. Yüz yılda bir görülebilecek böylesi felaketler karşısında bile farklı siyasi görüşteki belediye yönetimlerine düşmanca tavır sergileyen devlet kurumları ve başındakiler, onların sahra hastaneleri kurma, ihtiyaç sahiplerine yardım toplama girişimlerine izin vermedikleri gibi, hastalıkla mücadeleyi örgütlü biçimde sürdürmeyi amaçlayan kriz masalarının oluşumunda da belediye başkanlarını yine sürecin dışında tuttular. Oysa kentlerde salgın tehdidi altında yaşayan milyonların oylarıyla seçilmiş başkanlarıydı o isimler.

Ülkelerin zor günleri vardır. Toplumun yetişkinleri bile çocukluk çağlarında büyüklerinden gördükleri ilgiyi, sıcaklığı yöneticilerinden bekler duruma gelirler böyle süreçlerde. Karar vericilerin ‘’Endişelenmeyin, güvendesiniz, yanınızdayız’’ mesajı bütün olumsuzluklara karşın yurttaşların direnmelerini, günlük yaşamın koşuşturması içinde ayakta kalmalarını sağlar. Hadi bunu yapmayacak kadar gözleri döndü diyelim; üstüne üstlük bir de ‘’ne haliniz varsa görün’’ tavrı da üzerine binince, o yalnızlaşma duygusunun altından kalkmak kolay mıdır? Kucaklamak yerine iten, dinlemek yerine suçlayan, azarlayan acımasızlıkların, toplumun genelinde yarattığı ruhsal bozukluk, yaşam enerjini emen kara bir deliktir aslında. Onun içini doldurmak, yaralarınızı sarmak için çabaladıkça yorgun düşersiniz. Bu ülkenin ötekileri tam yirmi yıldır içini dolduramadıkları, iyileştiremedikleri o kara deliğin yükünü taşıyorlar yüreklerinde.

Hikayemize devam edelim. Farklı kültürlerden ve yaşam biçimlerinden gelen beş milyonu aşkın göçmenin, en ufak bir önhazırlık yapılmadan kentlere dağıtılması da pratikte başka bir tür insansızlaşmayı beraberinde getirdi. Ayrışmaya, bölünmeye, bizden ve onlardan olmaya zorlanmış ve hatta alıştırılmış bir toplumun önünde şimdi, belki de böyle gerçekleşmesi şiddetle istenen yeni bir yalnızlaşma süreci var. Ülkenin en dibine itilmiş, ağır ekonomik sorunlarla boğuşan kitlelerin göçmenler karşısında kendi mahallelerine kapanmaları, yaşadıkları sıkıntıların temel nedenlerinden biri olarak dışarıdan gelenleri görmeleri, hatta onlara diş bilemeleri öteden bu yana amaçlanan bir durum muydu yoksa?

Bir insanın başka bir insana yapabileceği en büyük kötülüktür, diğerini ‘’bizden değilsiniz’’ naraları eşliğin toplumun dışına itmesi.

Ama iktidar zaten yönetime geldiği günden bu yana intikam alırcasına uygulamıyor mu, insani bağları koparma, yardımlaşma duygularını köreltme politikasını? Şimdi bu yükün üzerine göçmenler de bindi. Mahallelerin, çarşıların bölündüğü, tarafların fırsatını yakaladıklarında çektikleri sıkıntıların bedelini ödetmek üzere karşısındakini cezalandırma hakkını kendinde gördüğü bir sürece doğru ilerliyoruz.

Yaklaşan kaosa ‘’dur’’ demesi gerekenlerin sorunun doğrudan kaynağı olmaları ne büyük talihsizlik.

Başta anlattığımız hikayenin eksik kalan kısmını tamamlayarak noktalayalım iç dökmelerimizi. Selin ortadan yok ettiği, Kastamonu’nun intihar edercesine dere yatağına kurulmuş Bozkurt İlçesi’nin, 1.5 metre yüksekliğinde bir kum tabakasının altında kaldığı bildiriliyor. Son yerel seçimlerde ilçe halkının yüzde 95’i Cumhur İttifakı’na oy vermiş. Selde kağıttan kuleler gibi yıkılan apartmanların çoğu yeni. En yenisi de üç yıl önce yapılan sekiz katlı Ölçer Apartmanı. Çöken binanın altında kızı ve torunları kalan bir yurttaş, müteahhidi aranan yerin yapımında ‘’Solucan gibi demir kullanmışlar, bununla kulübe yapamazsınız.’’ diye dövünmüş. Ama yapılmış ve apartman çökmüş. Bunun inşaatına izin veren belediyenin, ilçedeki her şeyden öncelikle sorumlu olması gereken başkanı Muammer Yanık ‘’Cenab-ı Allah’ın takdiri’’ demiş.

Ülkenin giderek çığırından çıkan sorunlarına birlikte çözüm üretilecek kişilerden değil Muammer Yanık. Çünkü sorunun nedeni doğrudan kendisi. Diyelim ki yanlış kararların bedelini bir tek o ödüyor. Hayır; Ölçer Apartmanı’nın altında kalan çocuklar da, selle beraber sahile sürüklenmiş ve ulaşılmayı bekleyen cansız bedenler de, aynı bedele ortak oluyorlar.

İşte bu nedenle hızla insansızlaşıyoruz.

Ay yüzeyinde oluşmuş ıssız bir krateri andırıyor şimdi ülkemiz.

Oysa acilen yüzümüzü hayata dönmemiz gerekiyor.

Yanan ormanları yeşertmek, ateşte kavrulan kuşlara can vermek, yataklarından koparılan derelerle barışmak; ekmeği, yoksulluğu, acıyı, sevgiyi, vicdanı eskiden olduğu gibi paylaşılır kılmak için bunların önemini, değerini kavramış tomurcuğu patlamaya hazır yeni düşüncelere gereksinmemiz var. Yoksa ne yangına, ne de sele benzemeyen ve hızla yaklaşan bir başka büyük felaketle yüzleşeceğiz: İstanbul depremi.

İktidarlarının sonsuza dek devam etmesini hayal edenler belki de bunu bekliyor. Orman yangınları ve seller göz göre göre geldi. Örneğin iki haftanın sonunda yangınların kontrol altına alınmasını başarı olarak sunanlara; çünkü yanacak ormanın kalmadığı, bölgedeki canlıların artık taşa ve toprağa dönüştüğü söylense ne değişecek?

Ah aynı şeyi yapacaklar.

7.5 şiddetinde beklenen İstanbul depreminden otuz milyona yaklaşan nüfusuyla bütün Marmara Bölgesi etkilenecek. Yetmiş bin binanın yıkılacağını ve bir milyon binanın da hasar göreceğini söylüyor bilim insanları. Deprem sonrası İstanbul’da o daracık sokaklara girilemeyeceği için kurtarma çalışmaları hemen başlayamayacak. Yüz binlerce insan ölecek ve yine şunu diyecekler: ‘’Arama ve kurtarma çalışmaları bütün hızıyla devam ediyor.’’

Bu yanıtı duyduğumuz gün biraz daha insansızlaşacağımızdan kuşkunuz olmasın.

O nedenle böylesi bir suça ortak olmamak adına afyonlamış gibi çöküp oturduğumuz yerden kalkmanın zamanı.

Havadaki yanık kokusu genzimizi yaksa da, üstümüz başımız küle bulansa da, çamur ve kum ağzımıza kadar dolsa da kalkıp yürümekten başka çaremiz yok.

 

.

 

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları