27 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- SINIRI GEÇENLERİN HİKÂYESİ

Ana Sayfa » GÜNCEL » FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- SINIRI GEÇENLERİN HİKÂYESİ

Eklenme : 18.09.2022 - 22:48

FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- SINIRI GEÇENLERİN HİKÂYESİ

 

İsabelle Allende’nin Denizin Uzun Taçyaprağı adlı kitabı İspanya içsavaşı sırasında genç doktor Victor Dalmau ile piyanist Roser Bruguera’nın faşistlere karşı uzun bir mücadelenin ardından Franco’nun ‘’tek adam’’ olarak iktidara yürüdüğü bir aşamada Barselona’dan kaçarak Şili’ye iltica etmelerini konu alan muhteşem bir romandır.

Kitabın her bölümünde ölümü göze alarak bir sınırdan başka bir sınıra kaçışı anlatan İsabelle Allende bunun dip örgüsünde, her şeye rağmen hayatta kalmaya yönelik o büyük mücadeleyi ilmek ilmek örer. Eğer başarılırsa ödülü özgürlük ve insanca yaşam olan bu sınır boylarında savruluşlarda bir döneme tanıklık ederiz. Aslında Denizin Uzun Taçyaprağı da bir dönem romanıdır. Türkiye’den, saygısızlık etmek istemediğim dört-beş yazar dışında hiçbir şekilde, birbirinin kopyası; çok satışı, medya desteği, imza günleri ve ödül törenleri baştan belirlenmiş bizden ‘’roman’’lar okumadığım için daha duru bir hafızayla değerlendirdim anlatılanları. Hele bu kaçış hikâyelerinin içine sindirilmiş insanlık hallerini kısmen de olsa günümüzde çekilen acılarla, sınırı geçme umuduyla birleştirince ortaya bambaşka bir gerçek çıktı.

Peki kim bu sınırı geçenler?

Eylülün ilk haftası paylaştığımız haberde şu ifadeler yer alıyordu:

‘’AB’nin en prestijli öğrenci değişim uygulaması Erasmus başta olmak üzere, Türkiye’den eğitim ve staj amaçlı yurt dışına giden öğrenci ve öğretmenlerin uluslararası projeleri yarıda terk edip, Almanya başta olmak üzere AB ülkelerine iltica ettiği ortaya çıktı. Dışişleri Bakanlığı AB Başkanlığı ‘Erasmus ve Staj Programları’ konulu resmi bir yazıyla, proje gruplarını terk eden öğrenci ve öğretmenlerle ilgili olarak Milli Eğitim Bakanlığını uyardı.’’

Tabi bu noktada ilk akla gelen, okulların yeni eğitim ve öğretim yılı nedeniyle Cumhurbaşkanı ile beraber bir etkinliğe katılan Milli Eğitim Bakanı Özer’in atanamayan öğretmenlerin şikâyetleri karşısında söyledikleri: ‘’Mühendisler de atanamıyor ama böyle ağlamıyorlar.’’

Ekmeklerini kazanmaktan başka amaçları olmayan işsiz öğretmenlerimizin bundan daha ağır başka nasıl aşağılanabileceklerini soruyorum kendime, bir yanıt bulamıyorum. Yine ondan önceki hafta çalışma koşullarının iyileştirilmesini talep eden özel okul öğretmenlerinin Ankara Kızılay’da açıklama yaptıkları sırada polis şiddetiyle dağıtılmaları, bir kadın öğretmenin kolundan ve saçlarından tutularak, sürükle sürüklene götürülmesi, Cumhurbaşkanının haklarını arayan eğitimcileri çapulculukla suçlaması artık olağanlaşmış Türkiye manzaralarından biriydi.

Şiddet ve aşağılama, toplumun bütün kesimlerine yönelik sıradanlaşmış bir ilişki biçimi olarak hayatımızın her alanına bütün görkemiyle kurulmuş durumda. Ama biz bugün Z kuşağı olarak tanımladığımız genç ve çoğu işsiz,  umudu başka yerlerde arayan bir kitlenin arasına karışarak, o cephede neler olduğuna daha yakından bakmaya çalışacağız.

Çoğumuz aynı aşamalardan geçtik. 1970’li yılların sonunda sağ iktidarların yönetimindeki ülkenin teröre teslim edildiği bir süreçte, üniversiteyi kazanmanın yarattığı heyecanın ölüm korkusuyla törpülenmesine tanıklık etmiştik. Ankara Cebeci’de, Siteler Öğrenci Yurdu’nun yakınında üzerinde Siyasal Bilgiler Fakültesi kimliğiyle yakalanmak ağız burun kırılmacasına dövülmenin gerekçelerinden biriydi. Bizim de barınma ve beslenme sorunlarımız, iş bulma ve gelecek kaygılarımız oldu. Milliyetçi Cephe Hükümetleri’nde yaş ortalaması yetmişlere ulaşan liderlerin üniversiteye gidenleri toptan terörist, vatan haini ilan ettiği bir dönemdi. Sonra zaman baş döndürücü bir hızla aktı. Dünyada ve Türkiye’de çok şey değişti, tek bir şey dışında: Sağ iktidarlardan yakamızı kurtaramadık.

Bazıları yürümekte bile zorlanan, saçı sakalı ağarmış genel başkanların hiç genç olmamışçasına bizim kuşağımıza besledikleri düşmanlığın o günlerde kurumsallaşmış adları Akıncılar, Milli Türk Talebe Birliği, Ülkü Ocakları gibi yapılanmalardı. Bugünlerde ise siyasal İslam düşüncesiyle yoğrulmuş, adları değişse de amaçları değişmemiş vakıfların, tarikatların ve cemaatlerin çok daha örgütlenmiş, güçlenmiş, toplumun ve devletin her yanına sızmış olarak karşımıza çıktıklarını görüyoruz. Tabi burada ilk hedefin Z kuşağı olması hiç de şaşırtıcı değil. Türkiye nüfusunun yüzde 15’ten fazlasını oluşturan, 13 milyona yakın bir kitleden söz ediyoruz.

Doğru; iktidarın gençlere yönelik kuşatmada özellikle son yirmi yılda küçümsenmeyecek ölçüde bir yol aldığını söylemek mümkün. Örneğin üniversitelerde ekonomik sıkıntılar nedeniyle bırakın eğitimi, barınacak yeri, karnını doyuracak parası bile olmayan, bulunduğu kentten ailesinin yanına dönmeye gücü yetmeyen öğrencilerin, devletin desteğini arkasına almış söz konusu dinci yapılanmalar tarafından ele geçirildiklerini apaçık görüyoruz. Geçmişte Fethullahçı örgütlenmenin özellikle yoksul aile çocuklarına yönelik uyguladığı yöntemler ne ise, bunun şimdilerde  daha yaygın biçimde kullanıldığını söylemeye gerek var mı? Üniversiteye giriş sınavlarından, kamu personeli alımına kadar daha yakın dönemde tanık olduğumuz yolsuzlukların boyutlarını öğrendikçe nasıl bir çeteleşmeye teslim olduğumuza yaşayarak, ürkerek tanıklık ediyoruz.

Bütün bunlar belki de bir ölçüde bilinenin tekrarından öteye anlam taşımıyor olabilir. Oysa bilineni ters yüz eden fırtına da tam bu noktada başlıyor. Hem de ne fırtına. Seçimler yaklaştıkça gençlerin oy tercihlerine ilişkin yapılan anketlerde bambaşka sonuçlar çıkıyor ortaya. İktidarın güdümündeki medyanın ‘‘her şey çok iyi gidiyor’’ yönünde yarattığı bütün bilgi kirliliğine, bazı devlet kurumlarının bir parti örgütü gibi çalıştırılmasına rağmen yolunda gitmeyen şeyler var. Ekonomik çöküntü derinleştikçe iktidarın ‘’Maalesef ülkemizde kimi kesimlerde bir şükürsüzlük, tatminsizlik hali aldı başını gidiyor. Halbuki önce elimizdekilere şükredeceğiz.’’ tarzındaki açıklamaları öylesine sıklaştı ki, Diyanet İşleri Başkanlığı 81 il için hazırlanan son Cuma hutbesini bu konu üzerine oluşturdu:

‘’Kıymetli Müslümanlar! Şükür sadece dildeki hamd ü sena değildir. Şükür kalpte iman ve teslimiyet, akılda tefekkür ve ibret, uzuvlarda ibadet ve itaattir. Bütün nimetlerin Allah’tan geldiğini bilmek ve nimetlerin en küçüğüne bile rıza göstermek şükürdür.’’

Cumhurbaşkanının gençleri hedef alan ‘’Kindar ve dindar bir nesil yetiştireceğiz’’ açıklamasının üzerinden epey zaman geçti. Bu proje yoksullaşmanın çığırından çıktığı bir aşamada, beklenen sonucu verebilecek mi acaba? Çünkü sabır ve şükür dinin en temel kurallarından biri olmasına karşın enflasyonun yüzde 180’lere fırladığı bir aşamada hızla yoksullaşan, açlık sınırına itilen ailelerin ve onların çocuklarının Diyanet’in şükür çağrısını ciddiye almaları pek mümkün görünmüyor. Özellikle gençlerin farklı anketlerde çıkan sonuçlarda muhalefet partilerinden yana tercihlerini belirlemeleri önemli bir gösterge. Ama son yapılan bir araştırmada çok daha çarpıcı sonuçlara ulaşıldı:

Z kuşağının yüzde 90’ı gelecek kaygısı yaşıyor. Yüzde 97’si siyasi partilere güvenmiyor. Sosyal medya ile ilgilenen gençlerin yüzde 65’i hiçbir siyasiyi takip etmiyor ve siyasi figürlerin gençlerin potansiyelini ön plana çıkarmasına engel olduğunu düşünüyor. Türkiye’nin sorunları nelerdir sorusuna gençlerin yüzde 71’i ekonomi, zamlar, doların yükselmesi, yüzde 12’si eğitim sistemi, yüzde 7.5’i adaletsizlik diyor. Araştırmaya katılan gençlerin yüzde 81’i yoksulluk ve açlık sınırı altındaki hanelerde yaşıyor ve yüzde 72’si fırsatım olsa başka bir ülkede üniversiteye giderdim diyor.

Tabi burada asıl altı çizilmesi gereken nokta genç kuşağın sosyal medya noktasındaki hassasiyeti. Dünyada sınırları aşan gelişmelerin başında yer alan bu konu örneğin Çin’de yasaklarla dizginlenmeye çalışılırken gençlerin Facebook, Whatsapp, Instagram ve Youtube gibi ABD orjinli servislere erişmeleri engelleniyor. Kuşkusuz bunu Çin’de demokrasi yok adı altında açıklamak mümkün ama ya Türkiye’de? Yandaş medyayı sirk maymununa çeviren iktidarın aynı emir-komuta ilişkisini sosyal medyaya da uygulamak amacıyla Dezenformasyon Yasası’nı Meclis’ten geçirme çabasını nasıl açıklayacağız? 2002’den bu yana bilgi kirliliğinin, haberi çarpıtmanın, muhalif düşüncedeki kişileri hedef göstererek etkisizleştirmeye çabalamanın şahını yapan yandaş takımının yarattığı kirlilik ortada dururken, Dezenformasyon Yasası’nı gündeme taşımak fazlasıyla komik değil mi? Zaten sahada dolaşan milletvekillerinin gençlerden aldıkları mesajlar ve genel eğilimi yansıtan anket sonuçları şimdilik geri adım atmalarını kaçınılmaz kıldı.

Dünyaya ve Türkiye’ye sosyal medya üzerinden bakan; arkadaşlıklarını, dostluklarını, ilişkilerini ve algılarını bu çerçevede canlı tutan, çevresiyle iletişimini medya ağlarını kullanarak yürüten Z kuşağı, hayatlarını büyük ölçüde kısıtlayacak, toplumu deli bağlar gibi bağlamayı amaçlayan yasaklar zincirinin kuşkusuz farkında. Onların baskı altında yaşamayı, en ufak kıpırtıda şiddete uğramayı, değersizleştirilmeyi sevmediklerini kanıtlayan o kadar çok örnek var ki, bunun son aşaması yasaklanan müzik festivalleri. İktidar burada da kendi ayağına sıktı. Tarikat ve cemaatlerin ahlâk elden gidiyor haykırışları eşliğinde, binlerce gencin bir araya geldiği, mutlu olduğu, kendini yüksek sesle ifade ettiği, coştuğu, eğlendiği festivaller birer birer yasaklanırken bunun yol açtığı nefreti öngöremeyenler bir kez daha ciddi biçimde hesap hatası yaptılar. Gezi Direnişi’nden bu yana kitlelerin ortak hedefler çizgisinde buluşmasından, meydanlarda toplanmasından, özlemlerini ve umutlarını hep bir ağızdan haykırmasından korkan ve korkuları adeta travmaya dönüşenlerin, festivalleri de böyle değerlendirdiklerinden kuşkumuz yok.

Benzer yasaklamaların Z kuşağında hayata karşı işlenen bir suç gibi algılanması, öğrenilmesi gereken en önemli hayat derslerinden biri.

Üstelik işlenen kaçıncı suç bu?

Burada suçlu son yirmi yılın yöneticileri mi sadece? Hayır; önceki Türkiye’nin karar vericileri de geçmişten bu yana alev alev yanan, şimdilerdeyse iyice kavrulduğumuz o kaosun ateşine öyle çok odun attılar ki, 2002’de yönetime gelenler bunun verdiği cesaretle pervasızlaştılar.

Dolayısıyla gençlerin siyaset kurumuna güvensizlikleri daha uzun bir süreci kapsıyor.

Düşünme, anlama, günün koşullarına uyum sağlama, ileriyi görme, sorunlara çözüm üretme yeteneklerini çoktan yitirmiş, toplumun üzerine çöreklenmiş bu siyasetçi ordusu yerlerini gençlere bırakmadıkları sürece acılarımız son bulmayacak.

Gençler gidiyor.

Kimisi Erasmus’u, kimisi eğitim ve staj amaçlı uluslararası başka projeleri bahane edip sınırı geçmenin yollarını arıyor.

Devletin bunun nedenlerini araştırmak yerine resmi yazışmalarla bakanlıkları ve kurumları, gidenler ve dönmeyenler konusunda uyarması tanımını yaptığımız siyasetçi ordusunun tipik davranış biçimi.

Oysa herkesin yeri geldiğinde yaşanası bir ülke için sınırı geçebilme umudu olmalı.

Dünyada sınırları kuş kanadı hafifliğinde aşabilecek güce sahip şeylerden biridir umut.

Tıpkı İsabelle Allende’nin Denizin Uzun Taçyaprağı adlı romanında anlattığı faşist Franco rejiminden kaçan ve yakalanırlarsa kurşuna dizileceklerini bilen genç doktor Victor Dalmau ile piyanist Roser Bruguer’ın umuda yolculukları gibi.

Ya bizim gençlerimizin yolculuğu?

Tek tek anlatılsa romanlara sığmayacak hikâyeleri?

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları