16 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- ÜRPERMEK

Ana Sayfa » GÜNCEL » FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- ÜRPERMEK

Eklenme : 21.08.2022 - 23:33

FERHAN ŞAYLIMAN YAZDI- ÜRPERMEK

 

 

Mayıs ve haziran boyunca bize nerdeyse göz açtırmayan yağmurların ardından şimdi kavurucu sıcakların zamanı. Az önce sabahın ilk çayıyla beraber verandada ürpererek otururken yaşadığım anı düşündüm. Bir süredir anlara tutunarak ayakta kalmayı başarmanın keyfini sürüyorum. Konuşmasını pek beceremediğim yabancı bir dil sanki bu. Sözcüklerin üzerinde ısrarla çalıştıkça bilinmezi öğrenmeye başladığımı görmek bambaşka bir duygu.

Bilinmez, dağdaki evin önünde taraça biçiminde uzanan, on beş yıldır adam etmeye uğraştığım bir avuç toprak.

Köylünün tek bir domates, tek bir dal salatalık ya da sivri biber için nasıl emek verdiğini sanırım şimdi daha iyi kavradım. Hani şu kent yaşamında boğulanların ‘’Ah emekli olsam da, Ege’de bir sahil kasabasına yerleşip  evimin küçücük bahçesinde domates patlıcan yetiştirsem.’’ hayalleriyle beslenen özlemleri var ya, durum hiç de öyle göründüğü gibi değil. İki nedenden dolayı: Birincisi zaten artık emekli olduğunuzda başınızı sokacak ev alma beklentisi çoktan sıfırlandı. Bunlara kalsa bir lokma bir hırka, otur oturduğun yerde sesini çıkarma vaziyetini sonsuza kadar sürdürebilirler. Ne diyor iktidardan nemalanan İsmailağa cemaatinin fıkıhçısı: ‘’Yoksulluğun nedeni günahlarımızdır.’’ Düşünsenize nüfusun yarısından fazlası yoksulluk sınırında debelendiğine göre demek ülke olarak toptan günahkarız. O nedenle büyük hayal kırıklıkları yaşamamak için beklentileri günümüz koşullarına göre yeniden süzgeçten geçirmek doğru bir tercih gibi görünüyor.

İkincisi toprakla uğraşmanın yazılmamış kurallarını pek göz ardı etmemeli. Bunu hata yaptıkça, deneye yanıla öğreniyorsunuz. Kısacası kent tutsakları için şimdilik baharla beraber balkonda  (eğer varsa ne büyük şans) bir iki saksı fesleğen, sardunya ve begonya yetiştirmenin masumiyetine teslim olmaktan başka çare yok.

Önce Ankara’yı ardından İstanbul’u terk eyleyip kapağı buralara attığımızda tabi ki yakın zamanda patlayacak fırtınadan habersizdik. Şimdi bunu yeniden denemenin olanaksız olduğunun farkındayım. Yer fiyatları öylesine uçtu ki ağızlarını açtıklarında petrol fışkıran, paraya para demeyen Kuveytliler başta olmak üzere, iktidarın yarattığı, muhafazakar kimliğinin ardına gizlenmiş dönemin türedi zenginleri köyün çevresinde onlarca, yüzlerce dönüm araziyi kapata kapata dağda zırnık bırakmadılar

Ben mendil büyüklüğündeki toprağımla mutluyum.

Ondan öğrendiklerimi düşündükçe, ömrümün bundan sonrasını bana aktardıklarını hayata katarak, çoğaltarak ve deneyimlerimi yazarak geçirebileceğimi öngörüyorum.

Mucize diyebileceğim bir tanıklığın verdiği heyecanla ilk derse başlayalım: Toprak azıcık ilgilendiğinizde, onlarca katını geriye sunacak kadar eli açık bir varlık. Varlık diyorum çünkü, etki tepki ilişkisine baktığımda bu kavramı kullanmazsam ona haksızlık etmiş olurum. Toprağın yaşayan, kıpır kıpır bir canlı varlık olduğunu, sebzeleri ektiğim ikinci sette güneşi yakalamak için hızla boy atan ve suya ulaşmak için köklenen domates fidelerinin, taşıdıkları ağırlıktan boyunları kırılmasın diye yanlarına çakarak hafifçe bağladığım kazıklardan öğrendim.

Yanlış okumadınız, bildiğiniz kazık işte!

Üzeri henüz yeşil olan salkım domateslerle dolu fideleri, önceden kestiğim uzun, kurumuş ağaç dallarına tutturdum. Aşağıdaki sette bu sene çılgınca meyve veren erikten kestiğim dallar da vardı onların arasında.

Kurumuş bir dalı toprağa sapladığınızda yeşerip yaprak vereceğini ummak akılla pek bağdaşmaz. Bundan o kadar emindim ki, geçenlerde fideleri tutan o kazıklardan birine dikkatle baktığımda gözlerime inanamadım. Kazığın üstündeki körpe sürgünü, sebzelerin yemyeşil yaprakları arasında algılamam çok zor oldu. Hiç ihtimal vermediğim için yanından geçip gidecekken zınk diye durdum. Özsuyunu çoktan yitirmiş o kupkuru dal, toprak sulana sulana önce hafiften köklenmiş sonra ucundan yeşermişti. Benim canım erik ağacımın gövdesinden bambaşka amaçla kestiğim parça, toprağa tutununca dayanamamış aslına dönmek istemişti.

Kazık, içinden yükselen yemyeşil sürgünle yaprak yaprak bana bakıyordu.

Ne yalan söyleyeyim, toprağı, ağacı, suyu, güneşi, özetle şu kısacık dersin içine giren her şeyi hafife aldığım için çok utandım. Bu sabah  çayımı yudumlarken aklım ilk dersteydi. Konusu doğada geçen bir film senaryosuna takılıp kalmadığımı bilmek, benim açımdan büyük şans diye düşündüm.

Görebiliyorum, gerçek bütün canlılığı ile avuçlarımın arasında.

Bunların dayattığı yaşam biçimine, nefret üzerine kurdukları ilişkilere tutsak düşmeden kendi seçimimizle, uzaydan paraşütle sallana sallana inercesine ayak bastığımız şu dağ başında, cıvıltılarını ilk defa böylesine yakından duyduğum bir kuşun sesini dinlerken ürperiyorum.

 

 

Sıradan gibi görünen, doğadaki milyonlarca kuştan birinin rastgele çıkarabileceği bir ses bu.

O halde beni ürperten ne?

Dağda geçirdiğimiz on beş yılın ardından onca anı, onca gün doğumu ve gün batımı, kavuran yazlar, donduran kışlar, kimsesizliklerini paylaştığımız kediler, köyün yerlileriyle kurduğumuz dostluklar, acılar ve sevinçler mi?

Doğru, hepsinden öğrendiklerimiz var. Geriye baktığımızda bunların hayatımıza attığı irili ufaklı çentiklerin toplamı güçlü bir yaşanmışlık duygusu da yaratıyor olabilir. Ama aklım başka yerde.

Sesler ikinci sette sebze karıklarının gerisinde yükselen kestanenin dalları arasında dolanırken, şimdiye kadar eksik yaşadığım ne varsa kendiliğinden tamamlanıyor sanki.

Belki de sihirli sözcük bu: Eksik yaşamak.

Eşitlik duygusunu öldüren ve hatta zamanla kanıksatan, kimilerini diğerlerinden hep üstün ve ayrıksı kılmayı  dayatan bir haksızlığı ifade ediyor bu. Örneğin aşağıda, karıkların arasındaki sebzelerden hiçbiri yanındakine bakıp üstünlük taslamaz. Yol üstünde kalan sette duvarın dibinden geçenlerin başını döndüren yaseminle hanımelinin ‘’Ben daha güzel kokuyorum’’ diye kavgaya tutuşmaları, doğanın yazılmamış olsa da, milyonlarca yıldır tıkır tıkır işleyen kurallarıyla bağdaşmaz. Ya da az önce cıvıltılarıyla ürperdiğim o kuşun, bir özgüven patlaması içinde hemcinsleriyle sesini kıyaslamaya kalkışması mümkün müdür?

Peki doğadaki kokuların, seslerin, renklerin, köklerin, dalların, yaprakların, tohumların eşitlerden oluşan bir evrende birbirleriyle kardeşçe yaşamayı seçmeleri bizler için, öğrenilmesi gereken derslerin en büyüğü, en anlamlısı değil midir?

Halil Konakçı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kadrolu imamlarından biri. Vatandaşlardan toplanan vergilerle maaşını alan Ankara Melike Hatun Camii’nin imamı Konakçı, toplumların eşit bireylerden oluşmadıklarını bakın nasıl anlatıyor:

‘’Allah Kuran’da diyor ki: Erkekler kadınlardan üstündür. Hani kadın erkek eşitliği diyorlar ya, bu tamamen yalan. İbadette bile eşit değiliz. Kadına cihat farz değil, savaş farz değil, bana farz. Helal rızık mükellefiyeti yok kadının. O sizin göreviniz, adamların görevi. Ama her yerde kadın istihdamı var, daha cazip çünkü. Kadınların şu dönem kadar suistimal edildiği bir cahiliye dönemi olmamış. Bunu özgürlük zannediyorlar, bizim garibanlar da inanıyorlar özgürlük diye. Rızık sizin göreviniz, bizim üstünlüğümüz bu işte, hizmetimiz üstün, o evin helal rızkını ve dinini ben yapmak zorundayım, kadın değil. Üstünsen üstünlüğünü yerine getir, namazını kıldırt hanımına arkadaş, başını örttür. Bak sokaklar ne hale geldi, kasap dükkânı gibi, et görmekten içimiz dışımıza çıkıyor. Bu kadınların yok mu başında adamları, babaları, ağabeyleri, kocaları? Geçtim helali haramı, buna inanmıyorsun, ateist misin nesin? Yahu hiç mi kıskanmıyorsun lan? Kızın öyle sokağa çıkarken, karın öyle sokağa çıkarken hiç mi vicdanın sızlamıyor?’’

Her yanından nefret akan, insanları üstünler ve üstün olmayan diye ikiye ayıran, kadınları kasap dükkânlarının vitrinlerinde kancadan sallandırılmış et yığını gibi gören bir din adamının topluma saçabileceği kötülükleri hep beraber yaşıyoruz. Türkiye’de son yirmi yılda zirve yapan kadın cinayetlerinin temelinde baştan aşağıya şiddet kokan bu üslubun nasıl etkili olduğunu artık çok iyi biliyoruz. Yukarıdaki alıntı günlük yaşamın akışı içerisinde çevremizde sıkça rastladığımız, ülkeyi kanser gibi sarmış bir çıldırma halinin son örneğiydi. Zenginlerle yoksulların da hiçbir zaman eşit olamayacağı düşüncesine kadar uzanan bu ayrıştırmada, altta kalanların işledikleri günahlar nedeniyle okka altına gittiklerini kafalara çivi gibi çakan Konakçı benzeri din adamları, yalnız Türkiye’de değil dünyada da iktidar sahiplerinin en işlevsel payandasını oluşturuyor.

Zembereğinden boşanmış bu delirme halinin yapmayacağı şey yok desem toplum olarak bunu zaten cayır cayır yanan ormanlardan, betona gömülen sahillerden, depreme adeta anahtar teslimi yapılmış kentlerden, karısı yeterince örtünmediği için ‘’Hiç mi kıskanmıyorsun lan?’’ diye eşleri cinayet işlemeye kışkırtan söylemlerden, ülke nüfusunun yarıdan fazlasına ulaşmış ‘’günahkar yoksullardan’’, işsizlerden, çoluk çocuk yatağa aç giren ailelerden, karşılanması mümkün olmayan ısınma ve aydınlanma giderlerinden, gözünün üstünde kaşın var denilerek içeri tıkılmış gazetecilerden, vahşileşmiş ilişkilerle kuşatılmış kentlerde barınacak yer, yurt bulamayan gençler dururken, onların anne babalarının emeklerinden çaldıklarını beşli çetelere, vakıflara, tarikatlara yağdırmalarından biliyoruz.

Oysa ben bunlardan değil, doğanın izledikçe, tanık oldukça şaşkınlığımı arttıran iç dengelerinden, işini bağırmadan, çağırmadan yapma olgunluğundan, sakinliğinden, şaşmaz adaletinden söz edecektim.

Bu dersin son sorusu: Biraz sık ekilmiş meyve bahçelerinde ağaçların yakınındakine yaşam alanı bırakmak için uzayan dallarını sağa sola kaçırdıklarını biliyor muydunuz?

İlk setteki Tahsin Çınarı’nın heybetinden ürken alttaki dutun dallarının, yukardan bir kavisle öne eğilerek büyüdüğünü; aşağıdaki eriğin solda, iki adım öndeki elmaya yanaşmamak için dallarını sağa, yola açılan merdiven boşluğuna doğru uzattığını zamanla kavradım. Onların birbirlerinin konumuna göre duruşlarını belirlerken seslerini yükselttiklerini, itişip kakıştıklarını, önce ben gelmiştim sana ne oluyor dediklerini ne işittim, ne de gördüm. Tahsin Çınarı ki hepsinden önce toprakla buluşmuştu. Babamın sağlığında elleriyle diktiği, ilk can suyunu verdiği çınar diğerleri daha ortada yokken çarçabuk büyümüştü. Onun sonradan çevresine üşüşen meyve ağaçlarına, kalın gövdesine bakarak üstünlük taslamak yerine dallarını gökyüzüne doğru uzatması da ders niteliğindedir.

Yaratıcı hiçbir canlıya ‘’sen ondan üstünsün, üstün olduğun için ezmek, öldürmek dahil her şeyi yapabilirsin’’ dememiştir. Üstünlük iddiasında bulunmak, canlılar arasında eşitsizliği savunmak doğanın yasalarına aykırıdır. Bu sarsılmaz gerçeği bana önce, Tahsin Çınarı öğretti. Çınar ki ağaçların efesi olsa da, onun sonradan ektiğimiz duta, elmaya, eriğe efelendiğini hiç görmedim. Dediğim gibi aksine, kollarını yukarı, gökyüzüne doğru kaldırıp diğerlerine güneşe ulaşabilecekleri bir yaşam alanı bıraktı.

Şimdi gece.

Sabah kestane ağacında şakıyan kuşun yerini, karanlıkta çınarın sonsuzluğuna gizlenmiş bir cırcır böceği aldı.

Onu dinledikçe uykum geliyor.

Onu dinledikçe içinden hiç çıkmak istemediğim bir rüyaya batıyorum.

Sanki hepimizin yaralarımızı sarmak için ortaklaşa yatabileceği, tanımsız ses ve renklerle harmanlanmış bir rüya.

 

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları