26 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

HİÇLİK’İ YAKMAYA VARIM, YETER Kİ SEN YAŞASAYDIN

Ana Sayfa » Köşe Yazarları » HİÇLİK’İ YAKMAYA VARIM, YETER Kİ SEN YAŞASAYDIN

Eklenme : 21.10.2018 - 20:42

HİÇLİK’İ YAKMAYA VARIM, YETER Kİ SEN YAŞASAYDIN

 

 

İlk baskısını 2009’da yapan HİÇLİK benim gözde romanlarımdandır.

Geçenlerde Gece Kitaplığı Yayınları’ndan yeni baskısıyla çıkan roman bir kez daha okuyucusu ile buluştu.

Bu kitap için en kapsayıcı tanım şu olabilir: Ertelenmiş, tetikte yaşamlar.

Aradan geçen zaman diliminde tetikte olmanın, huzursuzluğun, giderek ağırlaşan belirsizlik ortamının hayatımızı nasıl kapladığını gördükçe HİÇLİK’e daha bir ısındım.

İnsanın hep arkasına bakarak yaşaması kolay bir şey değil.

Ben bu romanda yolunu izini kaybetmiş ilişkiler ormanının içine doğru ilerlerken, tehlikelerle dolu yolculuğumun beraberinde neleri getireceğini de kurgulamaya çalışmıştım. Sonunda ulaştığım nokta hepimizin kuytularında barınmaktan başka çaremizin kalmadığını bildiğimiz hayatlarımızın görünmeyen yüzüydü. Hepimiz az çok bunu kendimize saklarız, başkalarıyla paylaşmak istemeyiz. İşte Canan’ı, Haluk’u ve Esat’ı yani romanın üç ana karakterini böyle bir arayışın hengamesinde yarattım. Onları kendi yalanlarıyla, korkularıyla yüzleşebilmek için kimi zaman bir araya getirdim, kimi zamanda birbirlerinden koparıp uzaklara attım.

Başta da vurguladığım üzere 2009’da yayımlanan HİÇLİK, aradan geçen dokuz yılda hangi duraklara uğramadı ki. Bunu gözlemlemek benim açımdan önemli bir deneyimdi. Günümüz koşullarının, günümüz ilişkilerinin insanı tüketen, kendinden uzaklaştıran, inandığı değerleri çürüten, hayata yabancılaştıran yanını yokluk kavramıyla, boşlukta kayboluşlarla örerken bazen gerçekten dipsiz karanlıklara düştüğümü fark ettim. Esat’ın hastanede geçen zorlu günlerinden geriye dönüşlerle işlediğim romanda, boşluk denen sonsuzluğu neredeyse elle tutulur biçimde yakaladıkça ürperdim. Narkoz eşliğinde ağır bir ameliyata teslim Esat’ın üç gün uyutulduktan sonra kendine gelişini, yani bilincin sıfır noktasına kadar gerileyip yeniden su yüzüne çıkışını perde perde aralamak aslında bir riskti. Okuyucuyu bunaltacağımı bilerek yaptım bunu. Ama ben zaten hiçbir zaman kolayca iletişim kurabileceğim bir okuyucunun peşine düşmedim ki.

O süreçte birçok yazı çıktı Hiçlik’le ilgili. Örneğin Müge Karahan, Varlık Dergisi’nin 2009 Ekim sayısında kitapla ilgili yaptığı analizde şunları yazmıştı: ‘’Yazar, insanın hastanedeki, ameliyat masasındaki aczi ve teslimiyetiyle gündelik hayat arasında bir bağlantı kurar. Yazarın ifadesiyle bu ‘uçsuz bucaksız teslimiyet’ sonucu insanlar kapatılmakta, kapatıldıkları yerlerde hemen esir alınmaktalar ve durum yalnızca hastaneler için geçerli değildir. Yazar bu durumu şu cümlelerle açık eder: ‘’Burası kişinin alışkanlıklarından, bildiği doğrulardan soyunup çırılçıplak kaldığı bir yer. Doğal ortam ‘Seni biz yönetiriz. Yaşamınla ilgili kararları almakta tek yetkiliyiz.’ üzerine kurulduğundan, teslimiyet duygusu alabildiğine hakimiyet kazanıyor. Askerde, cezaevinde, okulda bütünüyle örtüşmese de aşağı yukarı benzer uygulamalar yok mudur? Teslimiyetin egemenliği, kişiliği bölüp parçalamaya yöneliktir.’’

Tabii 7 yıl sonra, 2016’da yayımlanan Ruhu Terbiyesiz Adam adlı romanımın yukarıdaki alıntının derinleştirilmiş, farklı zeminlere kaydırılmış bir hali olduğunu görmek beni şaşırtmadı desem yalan olur.

Bilinç tuhaf bir mekanizma.

Siz isteseniz de, istemeseniz de kendi kurallarını çoğu zaman sahibinden bağımsız olarak uyguluyor. Bilinç nasıl karar vermesi gerektiğini sormuyor, danışmıyor; sadece açıkta duran uçları birbirine bağlayarak devamlılığını sağlıyor kimi düşüncelerin, hayallerin, beklentilerin.

Ve şimdi sıra geldi yazının en kırılgan noktasına. Belki de hiçbir kitap içinden seçilmiş bir paragrafla böylesine akıllara kazınmadı. Ben ”ertelemek” kavramını HİÇLİK’le beraber neredeyse kişiselleştirdiğim kanısındayım. Süreç ilerledikçe bu sözcük romanla öylesine bütünleşti ki, ondan bağımsız kullanılamazmış gibi hisler oluştu içimde. Kuşkusuz anlattıklarım çok özel bir durum. Bütünü kapsamadığını, gerçeğin ancak bir kısmını yansıttığını bilerek söylüyorum bunları ve üstüne üstlük diyorum ki:

‘’Ertelemek, yaşamın mayasını kaçırır. Kızdıysan bağır, sevindiysen söyle, acıktıysan ye, uykun geldiyse yat, özlediysen arkasından koş, sıkıldıysan çarp kapıyı çık, konuşmak istiyorsan konuş. Sonraya ertelenen ne varsa ruhunu, kokusunu, tazeliğini, öz suyunu yitirir. Söylenmeyen sözler de zamanaşımına uğrarlar. Yaşlanmaya benzer bu: Sözcükler de büzüşüp, küçülürler. Geriye dönüş yapıldığında o vurucu gücü, etkiyi beklemek hayaldir.’’

Yine kitapla ilgili bu defa Sedat Demir’le Cumhuriyet Gazetesi için yaptığımız söyleşide onun dile getirdiği bir saptamayı yukarıdaki alıntıya eklemeden geçmeyelim:

‘’Bu romanda zaman üzerine bir öneri var: Ertelemeyin, ‘an’ geri dönmez!’’

Buraya kadar açıklamaya çalıştığım üzere, ertelemek kavramını koşullar ne olursa olsun hayatı bir ucundan yakalamak, aptalca kaygıların, anlamsız işlerin akışına kapılıp ‘’an’’ı ıskalamamak adına kullandım. Bunun başka biçimde anlaşılamayacağından öylesine emindim ki,  romanın yeni baskısından sonra gündeme düşen bir haber beni sarstı.

Ertelemenin ölümle yan yana gelişini görmek, bu romanla ilgili en vurucu deneyimim oldu.

Atamasını bekleyen sınıf öğretmeni Tunceli Pertek doğumlu Ersin Turhan’ın, İstanbul Gazi Kent Ormanı’nda bir ağaca kendini asarak hayatına son verdiğini anlatıyordu haber. Akrabaları çok zor koşullarda okuduğunu, hayata tutunmak için mücadele verdiğini, uzun zamandır beklediği ataması gerçekleşmeyince bu yolu seçtiğini söylüyorlardı. Cebinden 10 lira çıkan Ersin öğretmen intihardan önce bir sosyal paylaşım sitesine son olarak şunları yazmıştı:

“Gelip karşıma pis pis sırıtma hayat. Ben sana yenilmedim. Sevdiklerim diz çöktürttü senin önünde. O yüzden kalkamıyorum. Ama şimdi sus, güneşi çek üzerimden. Gözlerimi alıyor uyuyamıyorum. Ve sustur şu başımda öten kuşları. Sessizlik. Biraz huzura ihtiyacım var. Sonsuz bir uykuya hasretim. Ve asla sevinme ilk rauntta nakavt ettim diye. İkinci raunt Azrail ile hadi gel zaman geldi. Ertelemenin anlamı yok. Yenilenin canı cehenneme.”

İtiraf ediyorum: Kararlı biçimde ölüme gidişin ertelenmemesi gerektiğini hiç düşünemedim. Ertelemek kavramının bir gün karşıma bu boyutuyla çıkabileceğini nasıl bilebilirdim ki?

Hiçlik yeni baskısını içimi parçalayan bir gelişmenin peşine takılarak yaptı.

Ersin öğretmen keşke ölümü erteleseydi, inadına hayatı seçseydi ve ben bunun karşılığında ertelemeyin dediğim ne varsa Hiçlik’le beraber cayır cayır yaksaydım.

 

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları