28 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

İSMAİL KEMANKAŞ YAZDI- DEĞER BİLMEK KOLAY MI?

Ana Sayfa » Köşe Yazarları » İSMAİL KEMANKAŞ YAZDI- DEĞER BİLMEK KOLAY MI?

Eklenme : 27.06.2023 - 9:07

İSMAİL KEMANKAŞ YAZDI- DEĞER BİLMEK KOLAY MI?

 

Kim ne yapmış, etrafı ile ilişkisi nasıl, yönetimler halka ve yaşanan ortama gereken ilgiyi gösterip, kıymet biliyor mu?

Ne dersiniz bu tip soruları bir kenara koyarak, bugün kendimizi sınayalım mı, bu manada ? Örneğin, yaşadığımız kentin, mahallenin veya yönetici veya arkadaş çevremizin, hatta komşumuzun kıymetini biliyor muyuz? Zor ama denemeye değer değil mi bunu düşünmek… Dilerseniz ben önceliği alayım ve geçtiğimiz günlerde, hafta içi bir günde, eşimle birlikte yaptığımız küçücük bir doğa  gezisinin bizde bıraktığı izleri anlatayım. Size de örnek olabilir diye düşünüyorum. Bunu yaparken, şehrimin kıymetini bilip bilemediğimi, iyi tanıyıp tanıyamadığımı da farkında olmadan ölçtüm sanki..

Hava oldukça sıcaktı, öğle güneşinin tepeye çıktığı bir zamanda önce bir alış veriş merkezine uğradık. Sonra da, bu yıl pek göremediğimiz sıcak bir hava bizi bunaltmaya başladı. Her zaman dışarıya çıkmayan biri olarak, ilk kez sıcağın bunaltıcı etkisini hissettim bu yıl… Çekirge üzerinden Uludağ yoluna doğru hareketlendik. Bildik Kirazlı yolu yerine, bir süre sonra yan yola saptık. Adını bildiğimiz ama bu güne değin görme şansımızın olmadığı Tuzaklı köyü yoluna girmişiz. Kısa süre sonra bir piknik alanına rastladık…Nefis bir panorama ile karşılaştık.  Doğal güzellik bozulmadan, demir aksamlı banklar ve küçük masalar konmuştu. Girişte bir de gişe vardı ama içinde görevli yoktu. Belki de vakit biraz geçtiği için köye dönmüştü. Ağaçlar adeta bir çadır gibi örtüyordu gökyüzünü… Aradan sızan ışık huzmeleri, fotoğraf için ideal bir portre oluşturuyordu. Ayaklarımız toprağa değiyordu bu kez, günlerdir olmadığı kadar…Termos marifeti ile çaylarımızı keyifle yudumladık portatif sandalyelerimizde… Bu atmosfer içinde, böylesi bir yerin şehrimizde yaşayan milyonların bile habersiz olduğu geldi aklıma… Genelde ağzınızdan Uludağ kelimesi çıksa, ilk anlaşılan teleferik yolculuğu ile Sarıalan olur. Kışın zaten bizim sınıf Uludağ dersinden her dem çaktığı için, gelenlerin kimliği de gelir karnesi de bizi ilgilendirmez!  Mevsim ilkbahar ya da yaz ise, Sarıalan’da oturacak ve tuvalet ihtiyacını giderecek yerler bulunur önce… Cüzdanınız size sahip çıkacak seviyede ise, köfteci falan ararsınız. Biraz pişer, biraz dinlenir ve bir süre sonra dönersiniz. Uludağ’ın  arka, ya da öteki yüzü, orada yaşayanlar ve de buranın Ege’ye açılan kapısı falan bilinmez, ya da akla bile gelmez. Böyle olunca Bursa’da neden yerli ve yabancı turizm olmuyor sorusu da yanıtsız kalır. Oysa, Osmanlı Beyliği’nin öncüleri ilk kez Bursa’ya, ya da Prusa’ya da Bitinya’ya ismine ne derseniz deyin ayak basmıştır buralardan . Ama bunun da pek önemi yoktur. Çünkü kışın Uludağ,  prestij ve para harcama alanı ve de dost sohbetlerinde konuşulası ve insana sınıf atlatan bir konudur! Yaz mevsimi ve tarih, neredeyse çoğunluğumuzun ilgi alanı dışında kalır. Söylediğimi isterseniz örnekleyeyim. 2006 yılında Uludağ Üniversitesi Rektörü Mustafa Yurtkuran  önderliğinde organize edilen ve araştırmacı, tarihçi ve de bazı kamu görevlileri ile birlikte yaklaşık kırk beş kişilik bir gurup olarak, Uludağ’ın öteki yüzünde iki gün bir gece geçirmiştik. Amaç 1926 yılında İstanbullu bir öğretmen grubunun Uludağ’a çıkarak keşif gezisi yapmasının 80. yılına bir selamlamaydı. O grubun adı “Cumhuriyet Kervanı” imiş. Bu kez de ikinci kervanı biz yapmış olduk. Hatta grupta ünlü tarihçi merhum Prof.Dr.Halil İnalçık da vardı. 1926 yılındaki ilk gezide, grup lideri Osman Şevki Bey, gezinti sırasında doğaya hayran kalarak “Ne ulu dağ” cümlesini sarf etmiş. Buradan yola çıkılarak Keşiş Dağı Uludağ olmuş bazı araştırmalara göre. Büyük bir bilim insanı eşliğinde biz de ikinci kervan ile sürenin yettiği kadar dolaşabildik o tarihte. İşte o gezi sırasında, Osmanlı Beylik askerlerinin  fetih öncesi yaptığı “Beyce Kalesi” surlarından geriye kalan bir parçaya rastlamıştık.  Bundan yaklaşık on yıl önce de yine oralardaydık ve Orhaneli yakınındaki Beyce Kalesi surunun parçasını arıyorduk eşimle…Görür gibi olduk ama etrafı çevriliydi duvarla. Sanırım  maden işletmesiydi galiba özel sektöre ait…Burayı satın almışlar ve kale suru içerde kalmış. Kapıdaki bekçiye içeriye girip, fotoğraf almak isteğimizi ilettik, doğal olarak ilk anda izin vermedi. Sonra da ilginç bir cümle sarf etti “yarın işi bırakçam zaten, geçin içeriye” dedi. Yine de fotoğraf çekmedik ona bir zarar gelmesin diye. Gördüğümüzün daha önce önünde röportaj yaptığımız sur kalıntısı olduğuna kanaat getirerek ayrıldık oradan. İşte hikâye böyle…Değer bilmenin, pardon bilememenin tipik örneği ! Yine uzattım galiba, Tuzaklı’dan geldik Beyce’ye… Mevzu derin, doğaya, kentimizin varlıklarına verdiğimiz önem ortada. Bu durumda yakınımızdaki insanlara da nasıl değer biçeriz, pardon değer veririz. Bunu sorgulamak gerek diyorum. Acaba bu kısır döngüyü kırıp, kendimize, kentimize ve de komşumuza değer veriyor muyuz? Bunu bir kez daha düşünmek gerek. Değer bilmekten yola çıkıp nerelere geldik, değmez mi bu kısa yolculuğa ?

Vahit ve İrfan ağabeylerin ardından

Ortak yönleri Bursalıyı futbol aracılığı ile mutlu etmekti. Oynadıkları futbol her ikisi içinde fedakârcaydı. Yeşil beyazlı forma ile binlerce insana, şampiyonluk, veya önemli galibiyetler kazandıran takımın önemli parçalarıydılar. Doğal olarak ayrıldıkları yönlerde vardı. İrfan Rubacı ilim irfan görmüş aydın bir kişiydi. Bunun yanı sıra mütevazı yapısı adamın gözünün içine kadar girerdi… Şakacıydı…Şakayı da kaldırırdı…Hepsinden önemlisi samimiyetinden zerre kuşku duymazdım. Bazen danıştığım bir ağabey, bazen de öfkelenip belli etmediğim bir dostumdu. Dost değil sığınağımdı adeta…Bir keresinde hakkımda dava açılma aşamasında, dilekçeyi yazdığını telefonda şaka yollu haber veren de oydu, davayı kazındığında parayı da tahsil ettireceğini söyleyen de oydu. Ama ona hiç kızmazdım. Üslûbu öylesine yumuşaktı ki, sanki davalı değil de davacıydım, kendimi öyle hissettiriyordu. Çünkü en dertli konuyu bile espri ile anlatırdı. Yaşamının son dönemini gördüm, biliyorum, yardımcı da oldum desem yalan olur. Değerbilirlikten yoksun hareket ettiğimi sanıyorum. Ama iş eşten geçti zaten…Vahit abi ise tam tersi bir karakterdi. En düz, kolay bir şey talep ederken, ya da konuşurken bile sert bir ton kullanır, sanki emir verir gibi davranırdı. Oysa kimseden bir şey beklemeden yaşadı sonuna kadar. Sportmenliği, antrenman biçimi, giyimi, tarzı bir başkaydı. Dundee Unıted maçı golünü milyonlarca insanın kafasına nakşetmek için atmıştı sanki..”Vahit Dan diye vurdu” başlığı binlerce beyinde yer etti kaldı. Onu tam olarak değerlendirdik mi ? Bu sorunun yanıtı bende yok. Yanıtı olan varsa anlatsın, bilelim. Ama doğa kanunu sanki, kişi yaşar farkında olmayız, öldüğünde, hem de gerçekten üzülür, anıları paylaşırız. Yaşarken bunları paylaşıp, özellikle muhatabının yüzüne söylemek ne kadar zor değil mi?

Her ikiniz de nurlar içinde uyuyun sevgili ağabeylerim. Hakkınızı helal edin…

Küçük bir sınav yapalım dedim değerbilirlik üzerine…Bu kez ben “selam verdim, borçlu çıktım” sanki. Af ola…

 

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları