26 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

ÖZNUR EREN KANARYA YAZDI- EŞYALARIN DA RUHLARI VARDIR, DİLLERİ OLMASA DA

Ana Sayfa » HAYATIN İÇİNDEN » ÖZNUR EREN KANARYA YAZDI- EŞYALARIN DA RUHLARI VARDIR, DİLLERİ OLMASA DA

Eklenme : 29.04.2020 - 10:58

ÖZNUR EREN KANARYA YAZDI- EŞYALARIN DA RUHLARI VARDIR, DİLLERİ OLMASA DA

 

BİT PAZARINA GERÇEKTEN DE NUR YAĞDIRMAK… “ESKİLER ALIYORUM, ESKİCİİİ !!!”

Mahallelerin de, insanlar gibi ruhlarının olduğu çok eski, güzel zamanlardı…

Hemen hemen her gün sokaklardan duyulurdu eskicilerin sesi : ” Eskiciii!…Eskiler alıyorum,eskiciii!!!”

Bazılarının kollarına taktıkları geniş, oval sepetleri vardı içleri saman ya da kırpılmış gazete kağıtlarıyla dolu… İçlerinde saklı porselen ya da çinko tabakları verirlerdi aldıkları eskiler için … “Şişelere mandall!” derdi kimileri. Şişelerin ederi, tahtadan yapılma çamaşır mandallarıydı…Bazen hasır ya da plastik sepetler ve çinko çamaşır leğenleri eskilerle değiş- tokuşa girerdi…

Dediğim gibi, eski zamanlardı, o eskiciler de eskilerde kaldı artık…

Kapıdan geçenlerin köhne çekçek arabaları var günümüzde. Üzerlerinde kurşun su boruları, eski dergiler, nuh peygamber zamanından kalma gırgır süpürgeler, tüplü televizyonlar, hatta eski yataklar vb. akla hayale sığmayan bir sürü yaşlı, yıpranmış, artık evlerde istenmeyen eşya…

Eski eşyaların satıldığı dükkanları, eskilerin “bit pazarı” dediği mekanları severim ben…

Eski eşyaların da ruhu vardır çünkü…

Kim bilir kaç ayrı yaşama tanık olmuşlardır.

Ancak pek azı işlevini yitirmeden, hak ettikleri saygıyı görmeden bugünlere ulaşır… İnsanların keyifli anlarına eşlikçi incecik porselenden yapılmış, üzeri kuş ve çiçek desenli fincanların, bayram günlerinin çikolata tabaklarının, odanın dış dünyayı gören en güzel köşesinde uzun yıllar yer bulmuş tahta bir sandalyenin ve önündeki küçük, zarif oymalı bir sehpanın, hatta aile büyüklerinin fotoğraflarının, onca yaşanmışlığın hatırı hiçe sayılarak başka yaşamlara yolcu edilmesi hep çok üzer beni…

Eskicileri ve eskilerini anmamın nedeni, şu virüslü günlerde ve gecelerde izlediğim bir televizyon programı, “Hurda avcıları…”

Aslında hurda alımı yapanların da programları var izlediğim ama bu programın adı “Antika Avcıları” olmalıymış bence. Adı antika Avcıları olan programda ise, gerçekten de hurda avlıyorlar. Gerçi, özüne uygun çeviri kimin umurunda sanki? Seslendirme derslerine başladığımdan beri, belgeselleri başka bir dikkatle ve can kulağıyla izlemeye başladım. Programların başında kurulan cümlede anlatılanlar, ilerleyen dakikalarda başka sözcüklerle aktarılıyor. Adlar, tarihler ve para birimlerinin yanı sıra, anlamı bozulmuş ancak düzeltilmesi hiç düşünülmemiş diyaloglar da dahil. Bunları göz ardı ederseniz, geriye izlenecek bir şey kalmıyor çoğunda. Düzgün bir diksiyon ve belki de yılların deneyimi özen ve dikkatle desteklenmediğinde, çok güzel bir iş birden önemsizleşebiliyor. En azından benim için durum böyle…

Hurda Avcıları adı uygun görülen programda, Drew Pritchard adlı İngiliz antika avcısı, çocukluk arkadaşı olan yardımcısıyla birlikte, İngiltere’nin dört bir köşesine giderek eskimiş eşya topluyor. Kimileri yüzyıllar önce inşa edilmiş ancak kuşaklardır yaşatılan binalara giderken, yemyeşil yollardan, iki ya da üç katlı binaların arasından geçiyor. Bulduğu eşyaların çoğunun kökenini, işlevini, hatta üreten firmaların geçmişini biliyor. Bilmediklerini de satan kişiden öğrenmesi mümkün olmazsa, merkezine döndüğünde eşi Rebecca araştırıp öğreniyor onun yerine… Rebecca da eşi gibi bilgili, meraklı ve araştırmacı…Genel davranış biçimi destekleyici, olumlayıcı … Aldıklarını ufak dokunuşlarla aslına çok yakın durumda satmayı önemsiyor Drew Pritchard… Bir daha eski haline dönmesi mümkün değilmiş gibi görünenleri de, birlikte çalıştığı mobilyacı, döşemeci, marangoz, demirci ustalarına ve ressamlara emanet ediyor. Ortaya aslına uygun olarak yeniden yaşama dönen eşyalar çıkıyor. O yenileme süreçleri de ayrı bir programda anlatılıyor.

Dün akşam, bir atlıkarıncanın bir kenara atılmış atını, demirden yapılma bir rüzgar gülünü ve ünü iki yüzyıllık bir mobilya firmasının markasını taşıyan ikili koltuğu onardılar. Atlıkarıncanın tahta atının boyalarını bir boya çözücü maddeye daldırarak yok etmişler. Bacakları kırılmış durumdaydı. İnternet üzerinden ulaştıkları bir uzman, bu atın çok ünlü bir Alman firmasının üretimi olduğunu anlatarak o firmanın benzer ürünlerinin fotoğraflarını paylaştı. Marangoz ve ressam da, o fotoğraflardan o firmanın ürünlerinin özelliklerine sadık kalarak atı baştan yarattılar. Ancak ressam, atın yıllar boyunca yıpranmışlığını, ona binen küçük çocukların el izlerini bile uyguladı eserinin üzerine…Ortaya, yaşanmışlığın izlerini taşımakla birlikte hala ayakta duran, lunaparktan emekli bir at çıktı… İkili koltuğun sadece tahta çerçevesi ve yayları zamana dayanmıştı. Kumaşı da ünlü yaratıcı firmanın özel kumaşıydı. Sonuçta, Pritchard’ın deposunda bulunan, ünlü üreticinin logosunu taşıyan orijinal kumaşlarla kaplanarak yenilenen koltuk, ilk günlerinin saygın çekiciliğine kavuştu… Rüzgar gülüne de yeni demirden kollar ve bacaklar dövdü demirci ustası ve bir evin çatısına olmasa da bahçesine kondurulmak üzere satın alındığı belirtildi. Yangın kovaları, tahta dolaplar, koltuklar ,tabureler, lambalar, tablolar, saksılar, çömlekler, kazanlar, büstler, heykeller, doldurulmuş yüzyıllık hayvanlar, arabalar ve akla gelmeyecek bir sürü eşya ve obje elden geçirilerek yaşama geri döndürülüyor, başka ve yeni bir yaşama başlıyorlar.

Bu programı, evlerin ve barındırdıkları eşyaların da ruhu olduğunu ortaya çıkardığı, yıpranan, aşınan her şeyin ( “Her şey” sözcüğünün altını, ruhu olduğunu düşündüğüm nesneler nedeniyle kalın çizgilerle çizdiğimi belirtmek isterim) bir tür iyileştirme programıyla yeniden yaşama kavuşturulabildiği, hatta bambaşka ve yeni bir işlevle başka yaşamlara başlatılabildiğini gösterdiği için çok seviyorum.

Yaşanmışlıklara bir tür saygı duruşu gibi…

Çocukluktan beri düşündüğüm cümledir:

”Eşyaların da ruhu vardır, dilleri olmasa da…”

Sessizce bizimle yaşarlar, yaşamlarımıza eşlik ederler.

Ömürlerini tamamladıklarını düşünerek bir kenara atıldıklarında da acı çekerler.

Yıllar sonra haklı çıktığımı görmek çok iyi geliyor bana…

Eşyaların sessiz dilini duyabilmek gerek…

Dünyanın öbür ucunda da olsa başkalarının da böyle düşündüğünü seziyorum..

Özellikle, çok önceden üzerinde düşünülmüş olması gereken yaşam- ölüm kavramlarının, yalnızca küresel bir salgınla yüzeysel olarak akla getirildiği bir ortamda…

Sizleri bilemem ama benim ruhum artık incelikli, yaşama saygı duyan, dingin söylem biçimleri içeren programlar izleyerek huzur bulmak istiyor… İnternet ortamında kimileri bu programın da pek çoğu gibi kurmaca olabileceğini yazmış. Bize dayatılan kurmaca yerli televizyon programlarında, alabildiğine hırs, kavga, saldırgan üslup ve basit söylemden geçilmiyor. Hiç olmazsa bu programda kimse kimseye bağırmıyor, küçümsemiyor. Üstelik herkes güler yüzlü ve ince davranışlı…Varsın kurmaca olsun. Sadece saydığım nedenlerle bile olsa, izlemeye değmez mi?

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları