29 Mart 2024 - Hoş geldiniz

ŞEHİR TİYATROLARI VE ”KİMSE BÖYLE ŞEYLER KONUŞMUYOR ARTIK”

Ana Sayfa » GÜNCEL » ŞEHİR TİYATROLARI VE ”KİMSE BÖYLE ŞEYLER KONUŞMUYOR ARTIK”

Eklenme : 07.04.2022 - 10:39

ŞEHİR TİYATROLARI VE ”KİMSE BÖYLE ŞEYLER KONUŞMUYOR ARTIK”

‘Kimse Böyle Şeyler Konuşmuyor Artık’ üzerinde konuşmayı bıraktığımız 80 darbesinin kuşaklar sonrası yıkıcı etkisini anlatan çok sembolik, güçlü ve özgün bir oyun. Politikayla ilgilenmemenin siyasi gelişmelerden etkilenmediğiniz anlamına gelmediğini örnekleriyle ispatlayan üst düzey bir reji sunuyor. Anlamı göze değil sezgilere, duygulara enjekte eden ve düşünceyi tetikleyen görsel estetiği güçlü bir labirente buyur ediyor seyirciyi. “Kişisel olan politiktir” söylemine nefis bir örnek teşkil eden oyun, Müze Gazhane’ye katma değer sağlayan ve Şehir Tiyatrolarının yeni vizyonuna örnek teşkil eden zarif ve derinlikli bir çalışma! 

İşte T24’ten ŞENAY TANRIVERMİŞ bu güçlü oyunun oyuncularından Ebru Üstüntaş ve yönetmeni Emre Koyuncuoğlu ile derinlikli bir röportaj için bir araya geldi.

– Kayıplar üzerinde sallanan bayraklar ve kahramanlık şarkıları ilginç bir tezatla büyük acıyı resmediyor. Özenle seçilen müzikler ile mana derinleşiyor. Nasıl ve neye göre seçildi müzikler? 

Emre Koyuncuoğlu: Oyunda birçok malzemenin kullanımında olduğu gibi müzik kullanımımızda da birçok gönderme var. Ebru’nun belli anlarda mırıldandığı parçalar tabii ki belli bir zaman, duruş ve kültürü içeri, sahneye taşımak çağırmak için kullandık. Bilinçli olarak seçilmiş iki parça. Meraklısı için derinleşebileceği öneriler. Çok üzerinde durmayan için ya da bilmeyen/tanımayan için de şarkı sözleri bir anlam oluşturuyor. Sözlerini de anlamayanlar içinse, oyun karakterinin kendi dünyasına kapanmış yarı hayal yarı gerçeklik içinde olduğunu öneriyor. Nereden okursanız okuyun oyuna hizmet ediyor.

Biri; Marianne Faithful‘dan “There is a Ghost”, diğeri finalde mırıldandığı Nick Cave‘in “Weeping Song”u. Oyunlara, meraklılar için böyle küçük gizli notlar koymayı seviyorum. Faithful dünyaya mâl olmuş çok özel bir kadın sanatçı. Protestliğiyle, sokakta yaşamışlığıyla, düşmeyi ve düştüğü yerden kalkmasını bilmiş, bir kadın olarak her anlamda direniş modeli olmuş birine gönderme yapıyoruz orada.

Ebru çıplak bir sesle, aslında melodiyi bozarak monoloğuna yedirerek bu parçayı malzemesi olarak kullanıyor. Ebru ile yapılabilecek bir sahnelemeydi, sesini bu kadar iyi kullanan bir oyuncuyla çalıştığınızda bu tür önerileri beraber oluşturabiliyorsunuz. Finalde de, yine alternatif/pop müzik denince akla gelen ilk isimlerden Cave’den “Ağlama Şarkısı”nı kullandık. Orada herkes ağlıyor, herkes ağlıyor diye gider nakarat ve en sonunda ben ağlamayacağım der, ağlanacak çok şey var ama artık ağlamayacağım… O da oyundaki iki kızın finalde bir arada aldıkları karara atıf gibiydi. Kadın dayanışmasına, mücadeleye…

Yine karakterin iç sesi, ağzından dökülen melodi gibi kullandık sahnede. Oyun için yapılmış müzikler için çok iyi iki sanatçıyla çalıştım. Biri Berlin’de yaşayan çok yönlü sanatçı Tamer Yiğit, diğeri ise çağlama, bağlama, saz, tambur gibi müzik aletleriyle yeniden ve bugünün önerileriyle yorumlar besteleyen müzisyen Salih Korkut Peker. Remix fikrinden yola çıktık.

Oyun metni, nasıl 80’lerde başlayıp, 2010’lara atlıyorsa, müzikte de o dönemi andıran yapılar ezgilerin yeniden bugüne ait beat’lerle çalışılarak oluşturuldu. Oyunda zaman atlaması olduğu yerde Zülfü Livaneli‘nin izniyle “Kimliği Bilinmeyenleri”ni yeniden yorumladık. Bir de yine o dönem herkesin kulağına kazınmış parçalardan olan aslında Müşerref Akay‘ın yorumu ile tanınan “Türkiyem”in melodisini hak sahibinden izin alarak yorumladık. Onun dışında tüm ezgileri Tamer ve Peker oyun için bestelediler. Çok severek beraber çalıştık. İkisi de özellikle halk müziği ve yorumları üzerine çok donanımlı ve yaratıcı çalışmaları olan sanatçılar.

Emre Koyuncuoğlu

– Finaldeki aile tablosu Yeşilçam filmlerindeki mutlu sona gönderme tadında olsa da adeta imkansızlığı somutlaştırıyor. 

Evet o tipik aile bir arada fotoğraf için poz verme ile final selamımıza geçiyoruz ama dikkatini çektiyse o aile fotoğrafında kimliği belirsiz oyun boyunca sahnede olan bir iskelet de bizimle birlikte karede yerini alıyor.

– Ülkedeki kayıplar tarihi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kayıplar/görünmeyenler, orada olanlar/görünenler birlikte bir tanıklık ve gerçek bir tarih anlatısı oluşturuyor. 

– Aile olmazsa olmaz mı, illa ki gerekli mi? 

Politik olarak bazı soruların sorulması için önce ailede o soruların sorulmaya başlaması bir sürü karışık gözüken cevabı çok sadeleştiriyor aslında. 

– 1980 darbesini genellikle trajedi ve dram öğeleri ön planda oyunculuklarla izlemeye alışmıştık. Oysa bu kez oyunun tüm dünyasına yedirilen bir acı var. Anlatır mısınız? 

Tanık olunmamış ama yaşamını etkilemiş bugünkü neslin kendilerini, geçmişlerini sorgulamasıyla bu travma aktarılıyor oyunda. Nedenini bilmedikleri bir acıyı yaşıyor bu nesil. Anlamak için nedenini sormaya başladıklarında önlerinde büyük bir karanlık beliriyor. Ve yaşamlarına olduğu yerden devam etmek çok zorlaşıyor. Çok sıradan sorular çok ağır gerçeklerle yüzleşmeyi beraberinde getiriyor. Bilmedikleri taşıdıkları ağır yükü fark ediyorlar. Daha önceleri 80 darbesiyle ilgili oyunlar filmler yakın bir zamanda yaşanmışlıklar olduğu için daha çok duygulara yönelik aktarılıyordu.

Bu oyun daha çok sorular sormak ve üzerinde düşünmek üzerinden seyirciyle ilişkileniyor. Oyuncu ekibine de (Bora Seçkin, Can Alibeyoğlu, Caner Bilginer, Ebru Üstüntaş, Hazal Uprak, Kamer Karabektaş, Kutay Kırşehirlioğlu, Radife Baltaoğlu) bu oyuna yayılmış duyguyu bir arada müthiş bir ekip çalışması ile oluşturdukları ve bana inandıkları için çok teşekkür ederim. Ahsen Çiftçioğlu ise günümüzün özgün protest kadın kimliklerini oluşturma adına makyaj, saç ve kostümdeki detaylarda göreceğiniz üzere ince ince çalıştı. 

– Son derece stilize, çok katmanlı ve oyuncaklı bir dünya yaratmışsınız. Bir kereden fazla seyir talep ediyor bile denilebilir. Neden? 

Çok farklı alanlardan seyirciyle iletişim kurmayı seviyorum. Duygusal, düşünsel, imgesel… O döneme ait belli imgeleri direkt tanıyabilecek seyircinin hafızasında o günlere direkt götürebilecek müzik, ses, imajları, nesneleri soyut ve somut hallerinde kullanıyorum. Aynı zamanda bu önerileri çok yönlü çalıştırmayı seviyorum, öyle ki; bugünün nesline de “bir metafor” olarak seslenebilsin. Farklı seyirciyi bir arada aynı duygu ve düşüncede buluşturabilmek için, açıkçası. Ve her oyunun kendine ait bir estetik önerisi olmasını da önemsiyorum. Medikal korse örneğin; oyun metninden yola çıkarak bulduk bu nesneyi ama çok anlam yükledik üstüne. Çok çeşitli boylarda ve çok çeşitli yerlerde oyunda karşımıza çıkıyor. (Kostüm tasarımda bu korseleri bulmak için çok emek veren Ahsenur Çiftçioğlu’nu anmadan geçemem). Bu oyunda metnin yapısı parçalı idi, tıpkı anlatıdaki temel sorunsal gibi: parçalanmış bir aile. Ben de suyun üstünde yüzen mekan parçacıklarında- tıpkı hafızamız gibi-, suya düşen dumanlı, sisli yarı gerçek yarı kurgu imgelerin karakterlerde metinde tekrarlarıyla oyunu birbirine bağlayan ve anlam olarak bütünleyen bir estetik oluşturmaya çalıştım. Barış Dinçel sahne tasarımını “kaygan bir zeminde yüzen parçacıklar” üzerinden çalışmayı düşündüğünü söylediğinde önerisini çok beğendim. Dekorun büyük yardımıyla oyunu üstüne yerleştirdim. 

– Seyircinin artık bıktığı barkovizyon benzeri projeksiyonlar yerine suya düşen görüntülerle bambaşka bir izleme süreci yaratmışsınız. Hem karşıya hem de eğilerek tabana bakmak gerekiyor adeta Beliz Güçbilmez Hocamızın minyatüre bakma pratiğiyle ilgili muhteşem yorumlarını anımsatıyor. Bu harika seçimi biraz anlatır mısınız? 

Aslında çağdaş tiyatro dili ile çok örtüşmüyor gibi olsa da minyatürle örnek vermeniz de doğru bir yaklaşım. Geleneksel veriyi oluşturulan estetiğin içinde eritmeyi çok seviyorum. Ve aslında çok kullanıyorum. Çoklu mekan, çoklu zaman algısı, farklı açıların yan yana izlenebilirliği vs. Ve her şeyi eşitleyen bir gözün (bu sefer seyirci) tanıklığı… Projeksiyon da, oyun için işlevsel ve bütünsel bir kullanımı olduğunda işe yarıyor. Olabildiğince az ve işimize yaradığı kadar kullanmayı tercih ederim. Biraz fazla kaçsa oyuna destek sağlamak bir yana, oyunu bozar, gereksiz bir şekilde öne çıkar. Görüntü yönetmeni Aydın Sarıoğlu ve Cem Baza’nın görüntü yerleştirme de desteğini de anmalıyım.

Bir de Şehir Tiyatrolarının bu biricik sahnesi “meydan sahne”nin özelliğinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Biz bu oyunu “meydan sahne” için tasarladık. Bu sahne dairesel bir mekan ve seyirci sahneyi çepeçevre sarıyor. Yani oyunu nereden seyrederseniz seyredin, oyunun her açısının seyirci için çalışabilirliğini sağlamak durumundaydık. Şehir Tiyatrolarının diğer sahneleri çerçeve sahne, o yüzden burası biricik. Barış Dinçel de bu sahneye göre dekoru tasarladı, ben de rejide bunu göz önünde bulundurarak oyuncularla çalıştım. Oyuncular da her açıdan izlenebilirlik üzerinden oyunlarını kurdular. Meydan sahne için tasarlanmış bir oyun oldu. Biliyorsun Müze Gazhane’de bu yıl iki yeni sahnemiz açıldı ve bunlardan bir tanesi de Şehir Tiyatrolarında tek olan meydan sahne. O nedenle bu oyunu biraz da mekan kullanımı adına özel çalıştık. Bu dairesel yapı da senin bahsettiğin “minyatüre bakma pratiğini” doğal olarak getiriyor. 

– Deşifresi bir bulmaca sürecine dönüşen oyunun finalinde eksik parçalar hayali bir fotoğrafla tamamlanıyor. Ben çok etkilendim ve bu yüzden size de soruyorum ‘mutlu aile olmazsa olmaz mı’ yoksa ‘zaten mutlu aile ancak hayallerde mi olur’ ya da? 

Sanırım mutlu anlar var. Bu anlar hem ailede oluyor, hem de başka ilişkilerde. Ne kadar güzel an biriktirirseniz o kadar mutlu, o kadar şanslı ve akıllısınız bence. 

– Sizin yurtdışı deneyimleriniz ve ülkemizde düzenlediğiniz birbirinden yenilikçi ve zengin tiyatro organizasyonlarınız biliniyor. Güzel haberlere çok ihtiyacımız var sizin adınız bir garantiyi müjdeliyor, bize ne gibi yenilikler hazırlıyorsunuz? 

Böyle söylemen çok mutlu etti ve de heyecanlandırdı beni. Layık olmak lazım buna. İBBŞT’deki Çağdaş Gösteri Sanatları Merkezi’nde birçok heyecan duyduğumuz projenin sonuçlarını yakın bir zamanda arka arkaya alacağız. Onları zamanı geldikçe tek tek duyurmak isterim. Bir sanatçı filmi var, metnini ben yazdım; “Medea on a thin- line”. Çoğu çekimlerini tamamladık. Tarabya Akademi’den aldığımız burs süresinde Avusturyalı sanatçı Simon Wachsmuth ile birlikte ürettiğimiz bir proje. Yazın da Sakıp Sabancı Müzesi’nde yine çok seveceğini düşündüğüm bir konsepti olan Müzede Sahne Gösteri Sanatları Günleri’nin projelendirme aşamasındayız.

Ebru Üstüntaş

– Sevgili Ebru Üstüntaş oyuncu kimliğinizin yanında şarkıcı ve eğitmen olduğunu biliyoruz. Bu rol size nasıl imkanlar sundu ve/ya ne gibi bir sınırlar dayattı?

Bir oyucu için çalışılan her rol yeni bir dünyaya açılan kapı gibidir. Rol gelir seni bulur. Bu süreçte karakteri anlama, tanıma ve içselleştirmesi evreleri yaşarsınız. Kısaca her deneyim farklı bakış açıları kazandırır. Oynadığınız her oyunda çalıştığınız yönetmenin yarattığı dünyaya yolculuğa çıkarsınız. Tanımak, anlamak aslında… Bizim oyunun esas temalarından biri de bu… Anlamak… Nedenini sormak ve peşine düşmek. Leyla peşine düşüyor, anlamaya affetmeye çalışıyor. Bir oyuncu ve eğitmen olarak farklı yaklaşımları deneyimlemekten kazanım sağlayan biriyim ben. Oyunculuk serüvenine yeni başlayan öğrencilerimle de bunu paylaşırım. Çünkü sanat her zaman estetik biçimde öğretendir.

– Babasız büyüyen bir genç kızın nefret, öfke ve affetme öyküsü üzerinden bir direniş inşa ediliyor. Gerçekten affetmek mümkün müdür?

Nefret, öfke, affetme benim için giriş gelişme, sonuç ögelerini oluşturuyor. Leyla, affetmeye karar vermeseydi direniş geliştirmeyecekti ya da soru sormasaydı… Karanlık bir dönemin otuz beş yıl sonrasıyla karşı karşıya kaldı. İtici gücü babasına duyduğu öfkeden alıyor. Leyla ile anlaştığım, el sıkıştığım nokta affetmeyi başardığı nokta oldu. Ancak kendine bile itiraf edemediği bu sarmalı uyguladığı kendi yöntemiyle çözüyor. Leyla’nın babasız büyümesinden kaynaklı öfkesini anlayabilmek için rolü çalışırken Leyla’ya bir şiir yazdım.

Sen geçmişin karanlık ışığında
Kendi bulmacanı çözemezken
Bir zerre kadar değer biçemezken tüm benliğine, öfkeyle
Orada, çok uzak fazla yakın geçmişte
Büyük yürekler çok bedeller ödediler
Sen şimdi korkmadan sorabilesin diye
Zaten hiçbir gücün kıramadığı inatlar, inançlar
Yarınlara umut olsun diye değil midir?

– Çözüm iki kız kardeşin el ele tutuşması ile sağlanıyor. Ebeveynleri neden sağlayamadı barışı, mümkün olamaz mıydı? Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hiç bilmediği güçsüz bir kardeşinin olduğunu öğrendiğinde büyüyor Leyla… Babasına söylediği “Ben böyle yetiştirilmedim, kimsenin bana acımasını istemem” dediği noktada bir kardeşinin olduğunu öğreniyor ve acıma duygusuyla tanışıyor. Gücünü, değişimini kardeşinden alıyor. Ebeveynler güçsüz kılındı o dönemde sindirildi, işkence gördü, kayıplara karıştı, öldürüldü… Çocuklardaki yansıması sessizlik oldu, çaresizlik oldu. Leyla’da ki deli cesareti diyebileceğimiz direniş göstergesi ile umuda yolculuk başladı belki de…

– Finaldeki aile tablosu Yeşilçam filmlerindeki mutlu sona gönderme tadında olsa da adeta imkansızlığı somutlaştırıyor. Ülkedeki kayıplar tarihi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Aile her zaman birleştirici güç oluyor. Leyla eksik kalan fotoğrafı bütünleştirmesi sonrasında imkansızı başarıyor ve tüm ailenin huzuru sağlanıyor finalde. Ülkemizin tarihine baktığımızda, acıların izinin hâlâ silinemediğini görüyoruz maalesef. Hala aileler kayıplarını arıyor, soruyor bir bilinmezlik içinde…

kaynak: T24- ŞENAY TANRIVERMİŞ

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları