20 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

SÖNMEZ ÇETİNKAYA YAZDI- BIDEN’IN ZAFERİ DÜNYA SOL SİYASETİ İÇİN UMUT OLABİLİR Mİ?

Ana Sayfa » Köşe Yazarları » SÖNMEZ ÇETİNKAYA YAZDI- BIDEN’IN ZAFERİ DÜNYA SOL SİYASETİ İÇİN UMUT OLABİLİR Mİ?

Eklenme : 12.12.2020 - 18:05

SÖNMEZ ÇETİNKAYA YAZDI- BIDEN’IN ZAFERİ DÜNYA SOL SİYASETİ İÇİN UMUT OLABİLİR Mİ?

 

 

 

İkinci Dünya Savaşı sonrası batı blokunda küresel ilerleme, büyük ölçüde ilerlemeci siyasi güçlerin transatlantik dayanışmasının ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Geçmişte yaşanan bu sonuçtan esinlenerek bugünlerde merak ve beklentiyle yanıtı aranan soru şu:

Biden’ın bu başarısı, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere  dünyada merkez sol ve/veya sol siyaset açısından acaba benzer bir sonuç yaratma potansiyeline sahip midir?

Aslında teslim etmek gerekir ki, Biden’ın Trump’a karşı elde ettiği sonuç, küresel çapta bütün ilerlemeciler için anlaşılabilir bir rahatlama yanında umut da doğurdu. Özellikle Trump’ın cesaretlendirdiği Avrupa sağ popülist siyasetinin yukarı yönlü hareketinden tedirgin olan çevreler, Biden’ın zaferini sevinçle karşıladılar ve şöyle düşündüler: Eğer Biden bu başarıyı kazanabilmişse, Avrupalılar aynı başarıyı neden gösteremesinler?

 

Avrupa’lı Bazı Liderlerin Görüşleri

Böyle düşünen merkez-sol liderler arasında en hızlı hareket eden İngiliz İşçi Partisi’nin yeni lideri Keir Starmer şöyle dedi: “Bu sonuç, umutsuzluğu ve ayrımcılığı körükleyen güçlerle mücadele eden bizim gibiler için çok güçlü ve anlamlı dersler ortaya koydu”.

Bir diğer Avrupalı siyasetçi, gelecek sonbaharda Almanya’da, Sosyal Demokrat Parti’nin başında seçimlere girmesi beklenen, halen  Maliye Bakanı Olaf Scholz  Biden’ı kutlarken, transatlantik siyasetinde heyecan verici yeni bir dönemin başlayacağını umduğunu ifade etti.

Portekiz’in halen görevdeki başbakanı Hint Goa’sı orijinli Sosyalist Antonia Costa ise özellikle “iklim değişikliği, demokrasinin korunması ve uluslararası güvenlik” başlıkları altında Biden Yönetimi ile güçlü işbirliği yapılacağına inandığını söyledi. Bilindiği gibi Costa, mensubu olduğu merkez-sol parti ile sol parti koalisyonunun başbakanı olarak parlamentodaki diğer sol partilerden aldığı destekle iki dönemdir iktidarda  bulunuyor.

 

Popülist Sağın Yükselişi Önlenemez Değildir!

Gerçekten de, son yıllarda başta bazı  Avrupa ülkeleri olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde  popülist sağın yükselişinin önlenemezliği konusundaki kuşku Biden’ın zaferiyle, yerini umuda bırakmaya başlamış görünüyor.

Trump’ın tutarsız ve irrasyonel yaklaşımları yüzünden bir hayli yıpranmaya yüz tutan demokrasi ve demokratik değerler, Biden ile birlikte ne ölçüde geriye döner bekleyip görmek gerek.

Ancak Trump’ın yenilgisi, en azından aşırı sağın yükselmesinin önlenemez olmadığını göstermiş bulunuyor.

Öte yandan, ABD’den birkaç hafta önce seçimlerin yapıldığı Yeni Zelanda’da, İşçi Partili başbakan Jacinda Ardern’in kazandığı ezici zafer de bu olguyu destekleyen unsurlar arasında sayılabilir.

Bu olguların ortaya koyduğu gerçekliklerden birinin, dünyanın neresinde olursa olsun seçmenlerin önceliğinin, Covid-19 pandemisinin yönetiminde becerikli ve başarılı insanları işbaşında görmek olduğu  anlaşılıyor. Bunun yanında etnik, ırksal, dinsel azınlık üzerinden demagojik siyaset yapan unsurlara karşı dikkatli ve titiz yönetim anlayışının bütün dünyada yeniden değer kazandığı bir döneme girildiği de dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.

 

Biden ile İlgili Sorular

Biden’ın elde ettiği sonucu “zafer” olarak adlandırırken, seçimi toplam oyların  %4’üne tekabül eden altı milyon oy  farkla kazandığını, Trump’ın  da 2016 seçimlerinde aldığı oyları on milyon dolayında arttırdığı dikkate alınmalıdır. Trump’ın aldığı oylar Amerikalıların yarısına yakınının, Trump’ın körüklediği “ayrımcı” siyasete sahip çıktığı anlamına gelir mi?

Ayrıca, Biden’ın aldığı oyların önemli bir bölümünün işçi sınıfından çok banliyölerde yaşayan üniversite eğitimi görmüş orta sınıftan geldiği dikkate alındığında, bu sınıfı küreselleşme rüzgarından korumak için Biden’ın sağa eğilim göstermesi gündeme gelebilir mi?

Bu iki soruda dile getirilen ve benzer başka nedenlerle, Biden’ın aldığı oyların Kongre’nin Temsilciler  Meclisi ve Senato kanatlarına yeterli ölçüde yansımamış olması Biden yönetimini zorlayabilir mi?

Bu sorular her ne kadar bazı tehditleri akla getirse de, Biden’ın seçim kampanyası ile ortaya koyduğu programın, partisindeki merkez sol ve sol kanatları tatmin etmiş olduğunu söylemek mümkündür. Özellikle herkesi kapsaması düşünülen sağlık sistemi ve çocukların bakımı açısından  program incelediğinde Avrupa tipi bir refah devleti öngörüldüğü anlaşılıyor.

Ayrıca,  iklim krizine karşı fosil yakıtlardan vazgeçip, temiz enerji için yapılacak yatırımlara ve başta “yaşlı bakım merkezleri” olmak üzere hizmet sektörüne ağırlık verilecek olması istihdamın arttırılacağı anlamına gelmektedir.

Diğer yandan Biden’ın siyasi kariyeri boyunca sendikal harekete ve işçilerin pazarlık gücünün genişletilmesine olumlu bakışının partisinin sol tabanını tahkim açısından önemli olacaktır. Yeni başkanın, Trump’ı “korumacılık” ile itham etmiş olmasına karşın, tedarik zincirinin ülkeye geri döndürülerek imalat sanayiinin canlandırılması suretiyle “Amerikan Malı Alın” kampanyasını belirli ölçülerde de olsa kullanmayı sürdüreceği anlaşılıyor.

 

Demokratların Sosyalistliği ve Avrupa Sosyal Demokrasisi

 Trump’ın, Demokratları “sosyalizmin en tehlikeli”si  olmakla  itham etmesi seçim kampanyasının neredeyse en başta gelen sloganı oldu. Demokratlara yönelttiği bu “suçlama”nın, muhafazakar çevrelerde bir hayli etkili olduğu kuşkusuzdur. Öte yandan Birinci Dünya Savaşı sonrasından bu yana  “sosyalist” etiketin ABD’de görülmemiş ölçüde benimsendiği bu seçim döneminde, Trump’ın Demokratlara eski faşist siyasetçi  McCarthy’ci  muhafazakarların düşünceleriyle  saldırısının da işe yaramadığı ayrı bir tartışma konusudur.

Çünkü gerek Demokrat Senatör Bernie Sanders, gerekse Demokrat Temsilciler Meclisi Üyesi Alexandria Ocasio Cortez uzunca bir süredir, Batı Avrupa ve İskandinav ülkelerinde başarılı olduğunu düşündükleri “demokratik sosyalizm” çizgisini işaret etmekteydiler. Sanders ve Cortez’in bu yaklaşımları, 2008 krizinden etkilenen  genç Amerikalıların bir hayli dikkatini çekti. Ayrıca bu genç kesimin, yaşlıların Sovyetler ile yaşanan soğuk savaş günlerinin anılarına uzak durdukları da bilinen bir gerçek.

Ancak Trump ve Cumhuriyetçilerin, Sanders ve özellikle de Cortez’i, günümüz Küba ve Venezuela’sına  benzer otoriter sosyalizm ile ilişkilendirme çabaları Florida gibi Latin göçmenlerin önemli oy oranına sahip olduğu eyaletlerde karşılık buldu ve Demokratlar buralarda kaybetti.

 

Amerikan Sosyalizmine Dair

 İki kıtadaki sosyalist anlayışlar arasındaki farklardan ilki, tarihi geçmişten kaynaklanıyor. Aslına bakılırsa ABD’deki Demokrat Parti, dünyada henüz sosyalist ve sosyal demokrat hareket ortaya çıkmadan çok önce oluşmuş, arkasında kuramsal çerçeve olmayan bir siyasal partidir.

Tarihçi Sean Wilentz’e göre, ABD’de ilk sosyalistler olarak adlandırılabilecek  hareket 1830’larda Başkan Jackson  (Jacksonian Democracy) döneminde, işçi sınıfı ile ortaya çıktı.  Demokrat Parti ise, 1860-65 arasındaki iç savaş öncesinde ve sonrasında, özellikle güneydeki köleci düzen ve beyazların üstünlüğünün savunucuları ile işbirliği yapan bir muhafazakar partiydi.

Demokrat Parti’nin ekonomik açıdan sol siyasete açılımı, popülist siyasetçi W.J.Bryan  ile 1896’da başlamış; daha sonra 1913’de ülkenin 28.Başkanı seçilen  W.Wilson’un “Yeni Özgürlük” adını verdiği ekonomik, siyasal ve sosyal reformlarla sürmüş; nihayet 1933’de 32.Başkan olarak göreve başlayan FranklinD. Roosevelt özellikle  sendikacılık hareketinin güçlenmesine verdiği destek ile, ABD siyaset arenasında Demokrat Parti’nin  “sol” bir parti olarak algılanmasında başrolü oynamıştır.

Ancak başta muhafazakarlar olmak üzere, diğer siyasetçiler Demokratları, ne  denli “sol” parti olmakla suçlasalar da, onların,  kapitalizmin “reformist” bir partisi olarak kalmaktan öte bir işlevleri olmadığını da bilmekte fayda var. Bunun başta gelen nedeninin, ABD’deki seçim sisteminin “çoğunlukçu” olması yanında, Kongre’nin Senato kanadında kırsal kesimin tercihlerinin rolünün önemsizliğidir. Mesela hem Clinton hem Obama sekiz yıl süren başkanlık dönemlerinin en az altı yılını, Kongre’nin bir veya iki kanadının Cumhuriyetçilerin kontrolu altında olması nedeniyle ilerici siyaset izlemekte yetersiz kalmışlardı.

Ancak 1930’larda Franklin D.Roosevelt’in, ABD’yi Büyük Kriz’den çıkaran  “Yeni Sözleşme-New Deal” programı ile Demokratlar Amerikan merkez solunun temsilcisi olarak Avrupa Sosyal Demokratlarını büyük ölçüde etkilemişlerdir. Avrupa’da Hitler Faşizmi sosyalist ve sosyal demokratlar üzerinde büyük baskısını uygularken, Roosevelt Avrupa solu için büyük umut olmuştur.

1960’lardan itibaren Avrupa ve ABD merkez sol partiler birbirlerinden geniş ölçüde etkilendiler. Mesela 1960’larda Kennedy’nin enerji, gençlik gibi başlıklar altında ortaya koyduğu modernite, İngiltere’de Harold Wilson ve  Batı Almanya’da Willy Brandt’ın  seçim stratejileri üzerinde başarı elde etmelerini sağlamıştır.

Ancak sonraki dönemde, ABD’de Bill  Clinton, İngiltere’de Tony Blair, Almanya’da Gerhard Schröder ve Hollanda’da Wim Kok tarafından benimsenen Üçüncü Yol Programı, esas itibariyle uluslar ötesi karakteriyle küresel kapitalizmin aracı haline gelince, sol ve merkez sol kesimlerde büyük tepki çekmiştir.

Son 2008 krizi bahanesiyle, Avrupa ülkeleri merkez sağ hükümetlerince  uygulamaya sokulan kemer sıkma (austerity) politikaları da benzer tepkilere neden oldu. Ancak son Covid-19 pandemisinin küresele çapta neden olduğu kriz, muhafazakar iktidarlara bile kemer sıkma siyasetini terk ettirerek, ekonomik müdahalelerde bulunmaya zorladı. Böylece pandeminin çok daha büyük zarar vermesinin bir ölçüde de olsa önüne geçilebildi.

Peki bundan sonra ne olacak?

Sıklıkla her alanda düzenleyici olma iddiası ortaya koyan Biden yönetimi, eğer hemen başlangıçta reform ve yenilenme için demokratik normları benimseyerek işe  başlarsa, birçok alanda hem ulusal, hem de uluslararası çerçevede dönüşüm gerçekleştirebilir.

Biden’ın kampanyasında ağırlıkla kullandığı yöntem Trump’ın otoriter popülizmine, bir diğer sözle, yönetme erkinin zengin kişilerce paylaşılmasını öngören oligarşik (plütokrasi) yönetim biçimine saldırıydı.

Gerçekten de Financial Times yazarı Martin Wolf’un çok yerinde belirlemesiyle, Trump kampanyası toplumun en zengin % 1’lik bölümünün çıkarlarını  korumayı hedeflemekteydi.

Diğer ülkelerdeki sol/sosyal demokrat benzerlerinde olduğu gibi, şimdi artık Biden yönetimini zorlayacak en önemli unsurlardan birinin, büyük ve göreli  zengin metropolitan alanlarda yaşayan varlıklı sınıflarla, küçük kent ve kırsal kesimde yaşayanlar arasındaki ekonomik eşitsizliklerin derinleştirdiği kültürel ayrımlar olacağı anlaşılıyor.

Bu açıdan bakıldığında, Biden’ın en hızlı katkısı, öncelikle demokratik enternasyonalizmi benimsemesi olacaktır.

Bu tutumuyla Biden, bundan böyle demokratik ülkelerle kuracağı ortaklığın önemini kavramış bir ABD Başkanı imaj ve algısının küresel çerçevede kavranmasını sağlayarak, diğer ülkelerin “sert” liderlerinin Trump ile alışageldikleri tutarsızlıklardan, o ülkelerin de kurtulmasına yardımcı olacaktır.

Bu arada, Avrupa Birliği’nin “kırk yılda bir ortaya çıkan” bir durum olarak değerlendirdiği bu fırsatla transatlantik ortaklığını yeniden canlandıracak bir plan ortaya koymak için harekete geçtiği anlaşılıyor.

Bu plana göre, ABD ile Avrupa arasında, küresel ısınma ve  dijital düzenlemeler yanında,  Çin’in “stratejik tehdit” ine karşı da ortak önlem alacak yeni bir anlaşma öngörülüyor.

Biden’ın kampanyalarındaki vurgulamalarına bakılırsa, “Üçüncü Yol” ve “Neoliberalizm” gibi eski tartışmaları bir hayli geride bıraktığı anlaşılıyor.

Başta ücretler olmak üzere işçi hakları üzerinden sendikal hareketlere  verdiği destek, 2.Savaş sonrası seçilen 33.Başkan Truman’ı hatırlatıyor.

Ancak bu söylemin kampanya retoriğinden ibaret olup olmadığını zaman gösterecek.

Her ne kadar kendisini  “sosyalist” veya “sosyal demokrat” olarak nitelendirmese de, pandemi sürecinde sadece ABD’de değil, neredeyse bütün dünyada insanlığın girdiği yeni evrede, belki de Biden’ın yapacağı en iyi iş, kendisini “mümkün olanın en solunda” olarak nitelendirmesiyle ABD’nin en önde gelen demokratik sosyalisti kabul edilen  Michael Harrington’un çizgisinde siyaset izlemesi olacaktır.

ABD’nin efsanevi sosyalist düşünürlerinden olan Harrington, 1991 yılında  basılan “Sosyalizm’in Geçmişi ve Geleceği” adlı kitabında, sosyalizmin insanlığın özgürlük ve adalet içinde yaşaması için yegane umut olduğunu yazmıştır. Harrington yeni sosyalizmin geçmişteki birçok örneğin aksine,  uluslararası ve demokratik (politik anlamından öte) olmasını, ekonomik kararlarda mutlaka katılımcılığı öngörmesini savunmuştur. Harrington’a göre geçmişte sosyalist olduğunu iddia edenlerin hiçbiri bu standartlara  erişememiştir.

“Visionary Gradualism” olarak da adlandırdığı kavramsal yaklaşım bir slogan olmaktan öte, değişimi gerçekleştirirken demokratik disiplin içinde   kararlı bir duruş ve güçlüklerle baş etmeyi öngörür.

Kaldı ki; başkan adaylığı için Demokrat Parti’de yapılan ön seçimlerde aday adayı olarak Biden’ı en çok zorlayan Senatör Bernie Sanders ilerlemeci sosyalist olarak bilinen geçmişi ile Harrington’un bu çizgisine samimiyetle sahip çıkmış bir Demokrat siyasetçidir.

 

 

 

 

 

 

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları