2 Mayıs 2024 - Hoş geldiniz

SÖNMEZ ÇETİNKAYA YAZDI- ÇİN KOMÜNİST KAPİTALİZMİ ÜZERİNE

Ana Sayfa » Köşe Yazarları » SÖNMEZ ÇETİNKAYA YAZDI- ÇİN KOMÜNİST KAPİTALİZMİ ÜZERİNE

Eklenme : 04.04.2024 - 17:18

SÖNMEZ ÇETİNKAYA YAZDI- ÇİN KOMÜNİST KAPİTALİZMİ ÜZERİNE

 

 

Başlıktaki “komünist kapitalizm” tanımlaması, birbirine zıt iki kavramın bir arada kullanılması nedeniyle elbette tezat, yani frenkçesiyle oksimorondur.

Ancak son yılların Çin’ine bakıldığında,  kabul görmüş kalıplara sığmasa da, zamanda ve mekanda var olması itibariyle gerçektir.

Bu gerçekliği yerine oturtmak için, gelin önce kabul edilmiş kavramlar üzerinden anlamaya çalışalım.

 

Önce kavramlar…

 Bir ekonomik sistem kavramı olan “kapitalizm” sözcüğü, İngiltere’de 19.yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Sanayi Devrimi (Endüstri 1.0) ile kullanılmaya başladı. O günlere değin üretim ve dağıtım, Britanya hükümetlerinin, ticaretin serbestliği üzerinden koyduğu kurallar çerçevesinde  “merkantilizm” olarak adlandırılan bir ekonomik sistem üzerinden yürümekteydi.

Diğer bir ekonomik sistem kavramı olan “sosyalizm” de, sanayi devriminin oluşturduğu ekonomik ve sosyal değişimlere tepki ve “kapitalizm” kavramının karşıtı olarak, yine İngiltere’de 1830’larda telaffuz edilir oldu.

Sosyalizm kavramının benzeri olan “komünizm” kavramı da Fransızca bir sözcük olarak 1840’larda ortaya çıktı. Alman Karl Marks ve Frederic Engels “komünizm” sözcüğünü, 1850’lerden itibaren “endüstriyel kapitalizm”in karşıtı olarak kullandı.

20.yüzyılın ilk büyük savaşı ardından Rus İmparatorluğu yıkıldı. Ülkeyi ele geçiren Bolşevikler, Marks’ın ekonomik çözümleme olarak ortaya koyduğu   “komünizm” kavramını “Marksist-Leninist” ideoloji haline getirerek kurdukları parti ile otoriter rejimi benimsediler. Böylece, ekonomik bir sistem kavramı olan “komünizm”, politik bir sistem kavramı olan “otokrasi” ile bütünleşmiş oldu.

 

 Soğuk Savaş dönemi..

Sonrasında ikinci büyük savaşın ardından, Rusya’nın liderliğinde, Doğu Avrupa, Baltık kıyıları ve Orta Asya’daki bazı ülkeler  Sovyetler Birliği olarak katı bir şekilde örgütlendi. Bu “Birlik” ekonomi-politik olarak otoriter komünizmi benimsedi. Bu sürece paralel olarak komünizm, 1945’de Kuzey Vietnam’da, 1948’de Kuzey Kore’de ve 1949 yılında da,  Çin’de uygulanmaya başladı. Bu grup ülkelerin sonuncusu, 1959 yılındaki devrim ardından benzer modeli seçen Küba oldu.

Diğer ülkelerin büyük bölümü ise, ikinci savaş sonrası kendilerine kapitalizmi dayatan ABD’nin güdümünde kapitalist ekonomi modelini benimsemek zorunda bırakıldı.

Böylece iki farklı ekonomik sistem altında iki süper güç ortaya çıktı. Bir tarafta ABD, diğer yanda Sovyet Rusya. Her iki ülke liderliklerinin yürüttüğü silahlanma ağırlıklı politikalar yüzünden “soğuk savaş” sürecine girildi.

Öyle ki, bu süreçte her iki blok liderliklerinin emperyalist güdüleri, dünyayı, 1962 yılı ekim ayında çıkan Küba krizi nedeniyle nükleer silahların da kullanılabileceği üçüncü büyük savaşın eşiğine getirdi. Kriz, iki tarafın karşılıklı direnişlerinden ödün vermesi ardından çözülebildi.

Ancak  ABD, 1970’lerin başındaki ilk petrol krizi ardından, kapitalizminin doğal kaynak ihtiyaçlarının karşılanması yanında,  pazar için, “küreselleşme” kavramı çerçevesinde “neo-liberal” politikasını bütün dünyaya dayatmaya başladı. Bu çerçevede devşirdiği yerel işbirlikçi unsurlarla hükümetlerini devirdiği, bazılarını da savaşlar ile böldüğü ülkeleri sömürü çemberinde kalmaya mahkum etti.

 

Peki Çin’de ne oldu?

 1940’da ikinci fazı başlayan iç savaşı kazanan Mao Zedung önderliğindeki Çin Komünist Partisi, 1949 ekim ayının başında Çin Halk Cumhuriyetinin kurulduğunu ilan etti. İç savaşı kaybedene değin Çin’i yöneten KMT (Çin Milliyetçi Parti) adlı partinin başındaki Chiang Kai-shek, Formosa (Taiwan) adasına kaçtı ve Çin Cumhuriyeti’ni orada sürdürmek zorunda kaldı.

İkinci dünya savaşı ardından 1945’de, Kore’nin kuzey ve güney olmak üzere ikiye bölünmesi konusunda ABD ve Sovyetler anlaşmıştı. Ancak, Kuzey Kore 1950’de, ideolojik gerekçeyle güneye saldırınca, soğuk savaş döneminin ilk sıcak çatışması olan Kore Savaşı 1953’e kadar sürdü.

Güney Kore’yi desteklemek için ABD liderliğinde kurulan ve Türkiye’nin de asker gönderdiği savaşta, ideolojik ve güvenlik nedenleriyle Kuzey’i destekleyen Çin, 180 bin dolayında insanını kaybederken, büyük maddi kayıplara  uğradı.

Kore Savaşının hemen ardından, Mao’nun “Geleceğe Büyük Adım” sloganı doğrultusunda, Stalin’in çelik üretimine dönük sanayileşme hamlelerine benzeyen Beş Yıllık Kalkınma Planı ile 1953/57 döneminde önemli başarılar kazanıldı. Ancak bu süreçte, kırsal kesimden işgücünün çekilmesi ile sağlanan bu başarı tarımsal üretimi geriletince, 1959-61 arasında, sonradan Büyük Çin Kıtlığı olarak adlandırılacak sürece girildi. Üç yıl içinde 35/40 milyon dolayında Çinli,  açlık ve hastalıklardan yaşamını yitirdi..

Mao’ya göre bu felaketin baş nedeni, 1950’lerin başlarından itibaren süren parti içi ideoloji kavgalarıydı. Partideki bu kavgayı sonlandırmanın, geleneksel kapitalist ve revizyonist unsurları temizleyip komünizmi güçlendirmekten geçtiğini düşünen Mao, 1966’da Kültür Devrimi’ni başlattı. Kentli on beş milyon dolayında genç başta olmak üzere eğitimli milyonlarca insan, ülkenin uzak  tarımsal üretim alanlarında çalışmaya zorlanarak, Mao’nun “komünizm için eğitim” adını verdiği program uygulandı.

Başta şiddet olmak üzere ağır sosyolojik sarsıntıların yaşandığı bu dönem, Mao’nun öldüğü 1976 yılına kadar on yıl sürdü. Ardından parti yönetiminde yaşanan kaos ardından 1978’de parti genel sekreterliğini eline geçiren Deng Xiaoping ile ülkede yeni bir dönem başladı.

 

Deng Xiaoping  ile Devlet Kapitalizmi..

1976’da ölümüne kadar Mao’nun Kültür Devrimi düşünceleri üzerinden yönetilen ülke, kısa süreli iktidar kargaşası ardından 1978’de Deng Xiaoping’in (Cüce Deng) yönetimine girdi.

Başkan Deng, Çin Komünist Partisi Merkez Komitesine 1981’de aldırdığı kararla, ideolojik radikal değişikliklere giderek, piyasa ekonomisine doğru yol alınmasını sağlayacak reformların önünü açtı.

1949’da Çin Halkı Siyasi Danışma Konferansı’nda kararlaştırılan “Ortak Program” ilkeleri doğrultusunda 1954’de toplanan 1.Halk Kongresi’nde ilk  “Anayasa” kabul edilmişti.

 

Çin ve Asya Araştırmaları (ORCA) adlı, Hindistan’ın saygın düşünce kuruluşunun başındaki Eerishika Pankaj’a göre,Çin Anayasası olarak adlandırılan bu belge aslında Çin Komünist Partisi’nin Anayasasıdır.

Bu gerçeklik, devlet ile parti arasındaki bulanıklığı vurgulaması açısından Çin’e has bir durumdur. (i)

1975 ve 1978’de bazı maddelerinde değişiklik yapılan bu “anayasa”, 1982’de Deng’in çizdiği doğrultuda, “radikal” bir tarzda yeniden değiştirildi. Böylece, Çin Komünist Partisi yönetiminde “devlet kapitalizmi” sürecine girilmiş oldu.

Bu dönemde devlet çalışanlarının, resmi ücretlerinin dışında gelir temin ederek “iş görme” biçimi ortaya çıktı. Giderek yaygınlaşan bu pratik ile devlette çalışanların elde ettikleri “gri para” adı verilen rüşvet, Çin ekonomisinin temel göstergelerinden biri haline geldi.

Anayasa açısından bakıldığında, 1988, 1993, 1999 ve 2004’deki minör değişikliklerden sonra, 2012’de başa geçen Xi’nin 2018’de başlayan ikinci başkanlık döneminin başında anayasada önemli bir değişiklik yapıldı. Mao döneminden beri yürürlükte olan “grup oryantasyonlu liderlik” yerine, ülkeyi Xi Jinping’in eline teslim edecek, “sorgulanamaz merkez güç” yaklaşımı kabul edildi.

 

Xi ile Parti-Devleti Kapitalizmi ve yolsuzluk

Bu değişimi, ABD’nin ünlü üniversitesi MIT’den bir grup sosyal bilimci, güçlü bir lider elinde “parti-devleti kapitalizmi”ne geçiş olarak değerlendiriyor. Bu dönüşümün en belirgin sonucu, öncekinin aksine devletin, başta finans olmak üzere özel şirket yönetimlerine doğrudan müdahalesine kapıyı açması oldu. (ii)

Devletin her kademesindeki çalışanların, yasal ücretlerinin dışında elde ettikleri gelirler için kavramlaşan  “gri para”dan yukarıda söz ettik. Bu tür para elde etmenin başladığı “öncü” alanlar ise turizm, sağlık, eğitim ve cenaze hizmet sektörleri oldu.

1993’de Pekin’de kurulan ve 2019’da Çin hükümetinin baskısı yüzünden çalışmalarına son veren “Unirule Ekonomi Enstitüsü” başkanı Mao Yushi,  pazar ekonomisinin kaçınılmaz sonucu olan “gri para”nın, ekonomiyi daha aktif hale getirdiğini, ancak devletin vergi kaybı yanında, zengin ile fakir arasındaki farkı genişletirken, yolsuzluk ve dejenerasyonu derinleştirdiğinden söz ediyordu.(iii)

Project Syndicate Platformu’nda yer alan bir araştırma, 2006-13 arasında, kamu görevlilerinin, normal gelirlerinin ortalama %83’ü düzeyinde “gri gelir” elde ettiğini ortaya koydu. Nitekim alt düzeydekiler için %27 dolayında olan bu gelir, göreli yüksek konumda olan bazıları için %180’leri buluyordu. Yüksek yetkilerle donatılmış genel müdürler için ise, gerçek ücretlerinin % 424’ü gibi hayli yüksek oranlar söz konusuydu. (iv)

 

Xi Jinping’in yolsuzlukla amansız mücadelesi..

 2012’de Parti sekreterliğine, ardından 2013’de ülkesinin başkanlığına gelen Xi, ülkenin güvenliği ve sistemin sürdürülebilirliği için ekonomik istikrarı korumaya öncelik verdi. Bu çerçevede, makro-ekonomik araçların yeniden düzenlenmesinden çok, yolsuzlukla mücadeleye ağırlık verildi. Nitekim, çok sayıda kamu ve özel sektör aktörleri tutuklanıp, uzun süreli hapisle  cezalandırıldı.

Xi, yeniden  başkanlığa geldiği 2018 parti kongresinde yaptırdığı anayasa değişikliği ile bütün gücü elinde toplayınca, “yolsuzlukla mücadele” için  daha şiddetli bir tarzı benimsedi. Böylece, ilk döneminde, “kaplanlar ve sinekler” olarak tanımladığı yüzbinlerce üst ve alt düzey devlet memurunu gözaltına aldırdı.

BBC Çin muhabiri McDonnel’ın belirttiği gibi, soldan, sağdan, merkezden, her kim olursa olsun, bırakın yolsuzluk yapanları, yolsuzluk yaptıklarına dair  kuşku duyulanlar bile, “Parti karşıtı” olma suçlamasıyla, bir zamanlar Stalin’in Sovyetler’de uyguladığına benzer sert ve acımasız yöntemlerle karşı karşıya bırakıldı.

 Çin’i iyi tanıdığı anlaşılan McDonnel’ın,  “Xi’nin yönetim politikasının en başta gelen unsuru olan yolsuzlukla mücadelesi ne zaman bitecek” sorusuna, “bitmeyecek “ yanıtı vermesinin hayli dikkat çekici olduğunu ekleyelim. (v)

Bu bağlamda, Londra’daki King’s College’in Çin Çalışmaları Enstitüsü direktörü Kerry Brown’ın; “2013’de Xi’nin göreve gelmesinden bu yana yoğunlaşan yolsuzlukla mücadele süreci için izlenen strateji, Xi Jinping’in  konumunun güçlenmesine mi; yoksa bizzat Parti gücünün muhafazasına mı yarayacaktır” sorusu da Çin’i anlamak bakımından önemli bir ayrıntıya işaret etmektedir.

Brown’a göre, Çin’in yakın geleceği açısından bu iki şık arasında ciddi fark bulunmaktadır. İlkinde söz konusu olan, bir elitin gönderilip, diğerinin getirilmesidir ki; yolsuzluk açısından güçlü bir elin bir diğeriyle değişmesinden öte anlam taşımayacaktır. İkinci şık durumunda ise,  güç anlayışı ciddi bir şekilde değişeceği için,  Parti’nin sürdürülebilirliği  tahkim edilmiş olacaktır. (vi)

Buraya kadar, Çin Komünist Partisi’nin, 1949’a değin süren iç savaşı kazanmasının ardından günümüze değin geçirdiği aşamaların kritik süreçlerini ele almaya çalıştık.

Yazının sonuna doğru, şimdi gelin geçen yüzyılın başına dönelim ve günümüz Çin’ini daha iyi kavramak için, Çin Komünist Partisi’nin ortaya çıkışından iktidarı ele geçirdiği 1949 yılına değin geçirdiği evrelere kısaca göz atalım.

 

Çin hanedanlığının çökmesi ve iç savaş..

 Çin ile Japonya arasında, her iki ülkenin Kore’deki çıkarları yüzünden 1894’de savaş çıktı. Savaşı kaybeden Çin, Doğu Asya’daki bölgesel gücünü kaybedince, ülkeyi yöneten Qing hanedanı büyük sarsıntıya uğradı.

 Çok geçmeden güney Çin’de başlayan ayaklanmalar ülke çapında destek bulunca iki bin yıllık hanedanlık yıkıldı. 1912 yılında kurulan Çin Cumhuriyeti milli birliği sağlayamadığı için, ülke hanedanlık dönemi generallerinin her birinin aşırı hırsı nedeniyle 1930’lara değin kargaşadan kurtulamadı. Çin’in yirmi yıllık bu dönemi “warlords- savaş ağaları” dönemi olarak adlandırılmaktadır.

Çin’in bu döneminde 1921 yılında, Pekin Üniversitesi’nin , Japonya ve Fransa’da öğretim almış Li Dazhao ve  Chen Duxiu adlı iki öğretim üyesi Çin Komünist Partisini kurdu. Parti kurucuları, Milliyetçi (Nationalist) Partiye katılıp, partinin sol kanadını oluşturarak devrim yapabileceklerini düşündüler.

Ancak 1927’de Milliyetçi Parti’yi ele geçiren Chiang Kai-shek, komünistlere cephe alıp onları partiden atınca, Çin Komünist Partisi üyeleri kırsal kesimde yürüttükleri gizli çalışmalarla köylülerin desteğini kazanarak, ülkenin güneyinde bir milyon dolayındaki üye ile Çin Sovyet Cumhuriyeti’ni kurdu. Beşbin kişiden oluşan  “Kızıl Ordu” ile iktidara karşı ayaklandılar. Böylece iç savaşın ilk fazı başlamış oldu.

Diğer yandan Japonya, büyüyen ekonomisinin hammadde ihtiyaçlarını karşılamak için 1931 yılında Çin’in kuzey doğusundaki Mançurya bölgesini işgale başladı ve orada kukla bir hükümet kurdu. Çin’deki iç savaştan da yararlanan Japonlar, ülkenin liman kentleri başta olmak üzere kuzey ve batısında ilerlediler.

İkinci dünya savaşında başta müttefik (allied) devletlere karşı mihver (axis) devletlerin yanında savaşa girince Çin’deki dikkatleri dağılan Japonlar, savaşın sonuna doğru  ABD’nin nükleer saldırıları ardından teslim oldular ve Çin’den çıkarıldılar.

Bu arada, Kızıl Ordu savaşçılarının sayısı ikiyüz bine çıkmasına karşın, 1928’de iktidarı bütünüyle  ele geçiren Milliyetçiler karşısında daha fazla direnemeyen komünistler, 1934 yılı ekim ayında Mao’nun liderliğinde 370 gün boyunca on bin kilometre yürüyerek, 1935 yılı ekim ayı sonunda kuzeydeki Shanxi eyaletinin Yan’an kentine ulaştılar. Kızıl Ordu’nun Yan’an’a girişi ise 1937’de gerçekleşti.

Üç yüzbin kişiyle başlayan ve tarihe  “Long March-Uzun Yürüyüş” adıyla geçen bu yürüyüşün sonunda, Milliyetçilerin kontrolundan uzak Yan’an kentine ulaşabilenler kimilerine göre otuz, kimilerine göre ise on bin kişiydi. Bu yürüyüş sırasında, Milliyetçi ordu ile çatışmalar, hastalık ve açlıktan ölen onbinlerce kişi arasında Mao’nun iki çocuğu ve kendisinden küçük kardeşi de vardı.

Kızıl Ordu’nun Yan’an kentine girdiği günlerde, Çin’in birçok kentindeki sol entelektüeller de kente akın edince Yan’an kentinde kurulan Sovyet (Konsey)  Çin komünist hareketinin merkezi haline geldi.

Japon işgali yüzünden iyice yıpranan Milliyetçi iktidar güçleri, giderek çoğalıp güçlenen  komünistlerin Kızıl Ordusu karşısında dayanamadı ve yazının “Peki Çin’de ne oldu?” ara  başlıklı bölümünün girişinde işaret edilen süreç ile günümüze değin gelindi.

 

Değerlendirme…

 İkibin yıllık köklü hanedanlığın yıkılması ardından, Çin’in ve Çinli’lerin, dış ve iç savaşlar, darbeler ve siyasi dönüşümlerle günümüze değin yaşadığı aşamaların, geçen yüzyıl boyunca diğer ülkelerin çoğundaki sahnelerden çok da  farklı olmadığını söylemek mümkündür.

Ancak Çin’in en önemli farkı, dünyanın en büyük ve fakir nüfuslu ülkesi olmasına karşın, geçen yüzyılın ekonomi-politik teorilerini yanlışlayan bir yaratıcılıkla yol alarak, 21.yüzyılda dünyanın iki süper gücünden biri olmayı başarmış olmasıdır.

Sırası gelmişken hatırlamakta yarar var. 1.4 milyar nüfuslu ülkenin adam başı nominal milli geliri, 2022 yılı itibariyle 12850.-$’a, satın alma gücü paritesi olarak da 21250.-$’a  yükselmiştir.

Bu aşamaya erişirken, Mao’nun 1966’da Kültür Devrimi ile başlattığı sürecin 1976’da ölümünün ardından, 1978’de başa geçen Cüce Deng’in düşünceleri doğrultusunda yapılan strateji değişiklikleriyle sekizyüz milyon Çinli fakirlikten kurtarıldığını da eklemek yerinde olur.

Birçok başka nedenin yanında, Çin’in iki süper güçten biri olmasının arkasında yatan unsurların başında, eğitimin her aşaması için yapılan yatırım ve  düzenlemelerin, ülke üniversitelerinin küresel çerçevedeki düzeyini yükselttiğinin geldiğini belirtmek yanıltıcı olmaz.

Nitekim, dünya üniversiteleri endekslerini yayınlayanların önde gelenlerinden TIMES HE adlı kuruluşun yaptığı analizlere göre, Çin’in Tsinghua ve Pekin Üniversiteleri dünyanın ilk yüz üniversitesi arasında 12 ve 14.sıralara tırmanmış bulunmaktadır. (vii)

Aynı endekse göre Çin’in ilk yüzdeki iki üniversitesine ek olarak, ilk 200’de 13, ilk 400’de ise 30 üniversitesi olması, bilginin ekonomik gücünün giderek batıdan doğuya yönelmekte olduğunun önemli göstergelerinden biridir.

İnanılması güç bu göstergeye bakarak, önümüzdeki yakın dönemden başlayarak, bilime meraklı diğer ülke gençlerinin, üniversite öğrenimi ve sonrası için Çin’e yönelmeleri şaşırtıcı olmayacaktır.

 

Sonuç

 Bu çalışmamızda, komünizm ile yola çıkıp, bir süre sonra,  klasik ekonominin kavramsal tanımlarına meydan okurcasına  “komünist kapitalizm” olgusu ile yola devam edip yarattığı insan kaynağı ve üretim gücüyle dünyaya meydan okuyan Çin’i ele almaya çalıştık.

Kanımızca küresel yakın geleceğe doğru durum şu: Bir yanda, geçmiş  yüzyılların vahşi sömürgeciliği üzerinden biriktirdiği sermaye ile günümüzde dünyaya “demokrasi” satan batı; diğer yanda, yüzyıl önce komünist ideoloji ile yola çıkarak, kendi insanının acılarla dolu mücadele gücü üzerinden, batı teknolojisi ile sermaye birikimi yaparak dünyanın iki süper gücünden biri olmayı başaran ve başkan Xi’nin “otoriter komünist kapitalizm rejimi ihracı” hedefine doğru yol aldırdığı Çin!

Soru ise; 21.yüzyılın bu büyük küresel mücadelesini hangi tarafın kazanacağı!

 

  1. Pankaj, E., “Xi Jinping and Constitutional Revisions in China,

Institute for Security & Development Policy, August,2020.

  1. Pearson, M.,Rithmire M.,K.S.Tsai, “China’s Party-State Capitalism and

      International Backlash: From Interdependence to Insecurity”, 2022.

iii. Jingrong, Li, “Gray Income Indıstries in China”, China.Org.Cn.,

April 9, 2007.

  1. Deng, Y.,S-Jin Wei, “Measuring corruption in China”, thejapantimes,

Oct 25,2023.

  1. Mc.Donnel, S., “Xi Jinping’s never ending hunt for corruption in the

Communist Party, bbc, 12 Feb 2024.

  1. Brown, K., “The Anti-Corruption Struggle in Xi Jinping’s China”, Open

Access, King’s Research Portal, 2018.

vii. Patrick, J., “World University Rankings 2024: China Creeps Up Closer

to top 10”, THE, September 27, 2023.

 

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları