23 Nisan 2024 - Hoş geldiniz

DR. YASEMİN ALPTEKİN YAZDI- MİLLETLERİN GERÇEK ZENGİNLİĞİ

Ana Sayfa » GÜNCEL » DR. YASEMİN ALPTEKİN YAZDI- MİLLETLERİN GERÇEK ZENGİNLİĞİ

Eklenme : 02.06.2021 - 18:36

DR. YASEMİN ALPTEKİN YAZDI- MİLLETLERİN GERÇEK ZENGİNLİĞİ

Bu yazının başlığı Riane Eisler’in 2007 yılında yazdığı kitabın adı.

Sosyolog ve hukukçu olan yazar bu çalışmasında, günümüzde tüm dünyada yaşanan, yoksulluk, eşitsizlik, savaş, terör ve çevre kirliliği gibi dev sorunları irdeleyip bu sorunların kaynağına iniyor. Kitaptan devamla, söz konusu küresel sorunların, zengin ya da fakir tüm ülkelerdeki çarpık ekonomik sistemlerce yaratıldığı gerçeğini savunuyor. Yani mevcut ekonomik dengesizlikler, emeğin gücünü ucuza kapatıp kâr marjını yükselterek gelir dağılımı uçurumları yaratıyor. Bu sorunlara çözümün, sanıldığı gibi gayrisafi milli hasıla ya da kişi başına düşen gelir gibisinden nasıl hesaplandığı pek de kolay anlaşılmayan sayısal verilerde aranmaması gerektiği de kitaptaki önemli noktalardan biri. Her ne kadar zenginlik denince akla ilk gelen para pul oluyorsa da, Dr. Eislerin ‘gerçek’ anlamdaki zenginlikten kastı insana ve doğal çevreye yapılması gereken yatırım.

Yazarın, aklı başında insanlara pek de yabancı olmayan bu öngörüleri ve görüşleri iktisatçılardan çevrecilere, dini liderlerden Birleşmiş Milletler üst düzey yetkililerine, sivil toplum örgütlerinden kadın örgütlerine kadar uzanan geniş bir yelpazede de kabul görmüş ama birkaç ülke dışında bu yönde atılmış ciddi bir adım olmadığı da bir gerçek.

Buraya kadarki özet girişte söylenenler çoğumuzun ilk elden yaşadığı sorunlar. Haksız kazanç, çevre katliamı, gelir dağılımı adaletsizliği, iktidar savaşları ve terör gibi sözcükler günlük gazete başlıkları gibi. Durum böyle ise, nedir bu kitabın içeriğini özel kılan? İşte bu noktada, ayrıntılara geçmeden, kitabın başlığına dönelim.

Aslında bu başlık, İskoç düşünür ve İktisatçı Adam Smith’in çağdaş iktisat alanında klasikleşmiş ilk kitabı ‘Milletlerin Zenginliği’ adlı kitabına bir gönderme. Diğer bir deyişle,  Riane Eisler, Adam Smith’in kitabında savunduğu ‘ideal’ kapitalist sistemin karşısına hakkaniyetli bir düzen tarifi ile çıkıyor. Her ne kadar zenginlik denince akla ilk gelen para pul oluyorsa da Dr. Eislerin ‘gerçek’ anlamdaki zenginlikten kastı ülkelerin insanına ve doğal çevreye yapması gereken ekonomik yatırım. Yani ekonomi paradigmalarının kâr-tüketim döngüsünden çıkarılıp yeniden insani değerler üzerine kurulması.

Adam Smith, aslında yaşadığı dönem için iyi niyetli bir düşünür. Hakkını yememek gerek. Bu ilk kitabını yazmak için üzerinde on yedi yıl çalışıp notlar almış, sonra da oturup yazması on yıl sürmüş! Kitap, Endüstri Devrimi’nin başında, 1776’da yayınlamış. Sonuçta, on sekizinci yüzyıl için demodeleşen ticarete ve toprağa bağımlı ekonomileri bir kenara bırakma zamanı geldi deyip topluma alternatif bir sistem sunuyor. Öne sürdüğü pratikler bir reform niteliğinde. Rekabet ve uzmanlaşma merkezli bir ekonomik sistemde üretimin, dolayısıyla kârın ve milletlerin zenginliğinin artacağını savunuyor. Devir makineleşme devri o yıllarda.

1776 aynı zamanda ABD’nin Birleşik Krallıkla göbek bağını koparıp bağımsızlığını ilan ettiği yıl. O güne değin, yeni bir hayat arayışıyla yeni kıtanın Atlantik kıyısına yerleşen halk aslında hâlâ vatansız, Birleşik Krallığa bağlı bir koloni. Göbek bağını koparma harekatı krala ödenen vergilere isyanla başlıyor. O günün on üç koloniden oluşan Amerikası, bağımsızlığını ilan eder etmez uzaktaki bir krala vergi ödemek zorunda olduğu ‘tahakküm’ (hegemonyacı) ekonomisinden, ‘özgür’ piyasa ekonomisine adım attığı tarihi bir dönemeçte. Adam Smith’in kitabı da  ‘uzmanlaşma’, ‘üretim’ ve ‘serbest piyasa’ gibi kavramları ele alan derin bir ekonomik sistem kitabı. Devir fabrikalaşma devri, daha çok çalışıp daha çok üretme devri! İşte en özet şekliyle Amerika’nın toprak ağasına icar ödediği sistemden kapitalizme geçiş serüveni. Sosyalizmin esamesi bile okunmuyor o yıllarda. Karl Marx’ın doğmasına daha kırk yıl var!

Ancak kapitalizm, bireysel para hırsı ve açgözlülüğü, kâr güdüsüyle körükleyince şiddet, savaş ve sınıfsal yapılar çıkıyor ortaya. Pazar ekonomisi evin dışında örgütlendiğinden ve sadece ve kâr amaçlı üretime odaklı olarak işlediğinden kadınların evde çocuklara, yaşlılara ya da hastalara bakarak aile ekonomisine yaptığı ekonomik katkı devre dışı kalıyor. İşte bu aşamada kapitalizm de bir tahakküm ekonomisine dönüşmüş oluyor. Böylece, on dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Adam Smith’in öngördüğü ‘ortak menfaat’ ya da ‘kamu yararı’ öngörüsü de yok olmuş oluyor.

Kapitalizmin vahşileşmeye başladığı bu aşamada Karl Marks ve Engels farklı bir teoriyle, bilimsel sosyalizm’le sahneye çıkıp Adam Smith’in savunduğu her bir ekonomik fikir ve görüşü yerle yeksan ediyor. Özellikle de şu pazar ekonomisi konusunda. Burada ayrıntılarına girmeyeceğim bu ütopik teori de bilindiği gibi, uygulamada kendi ‘egemen sınıf’ını yaratıyor. Sosyalist politikalar belli ölçüde açları doyurmuş, toplumun sağlık ve eğitimini ön plana almışsa da ne yazık ki, aile ve devlet içindeki geleneksel hegemonyacı politikalar değişmemiş, Marx’ın ‘proletarya diktatörlüğü’ dediği rejim de son tahlilde farklı bir despot rejimine dönüşmüştür.

Tekrar başa ve başlığa dönelim. İnsanlar genelde birbirlerine karşı duyarlı, yaratıcı ve vicdanlıyken ve toplum için daha iyi bir düzen arayışı içindeyken bunca zulüm, duyarsızlık ve yıkıcılık nereden kaynaklanıyor?

Bunun kaynağı ne genlerde ne de kültürel yapıda.

Sorun bütünüyle gelip ekonomik sisteme dayanıyor.

“Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomi elitleri dünyadaki kaynakların önemli bir bölümünü ellerinde tutuyor, en zengin ülkelerde bile hâlâ aç yatan çocuklar var ve doğaya verilen zarar görmezden geliniyor, küresel ısınma gibi tehditlere hâlâ kulak asılmıyor.”

Bu tabloya bakıldığında söz yine gelip ekonomiye dayanıyor. Zira çocuklarımızın ve gelecek nesillerin ayakta kalıp uygun şartlar içinde büyümesi için bir değişim istiyorsak bu ekonomik sistem değişikliği ile mümkün,” diyor yazar. Çünkü, tahakküm sistemlerinde iki taraf vardır: Tahakküm eden ve hükmedilen. Bu sistemlerde güven aranmaz, sadece gerginlik yaratılır zira sistemin bekası korku ve kaba kuvvetle sağlanmaktadır.

Ekonomi sözcüğü Yunancadaki ‘ev idaresi’ anlamına gelen ‘oikonomia’ sözcüğünden kotarılmış. Ev idaresinin özü de aile fertlerinin isteklerine duyarlı olup bakımını üstlenmeyi gerektirir. Çalışanların, kendilerini önemseyen iş yerlerinde daha yaratıcı ve daha üretken olduğu saptanmış bir gerçek. Duyarlı bir ekonomik sistem de, bireylerin sağlık ve refahını gözeten, beslenme ve barınma gibi maddi ihtiyaçların yanı sıra anlamlı bir iş ve doyurucu bir yaşamı da dikkate alan bir ekonomik sistemdir. Yapılan araştırmalarda, bir ülkedeki hayat standardını değerlendirmek için GSMH’ya değil kadınların toplum içindeki yerine bakmak yeterli oluyor.

Ekonomik sistem sadece ekonomiye odaklanarak değiştirilemez. Eğitim sistemini değiştirmek için sadece eğitime odaklanmak da yeterli değil! Bu duyarlılığın, eğitimle olduğu kadar, kültürel değerler ve sosyal kurumlarca da benimsenmesi gerek. Önemli olan insan odaklı bir ekonomik sistemin, tahakküm üzerine değil, paylaşım üzerine kurulmuş olması. Çünkü insanların temel ihtiyaçları arasında olan, vatandaşını sevmek, vatandaşına bakmak ve değerini bilmek hegemonyacı sistemlerin önceliği değildir. Oysa bir ülkenin çocuklarına yapacağı kaliteli bakım, eğitim ve sağlık için yapacağı yatırım en iyi yatırım olacaktır. Aynı şekilde kadının ev içindeki emeği de, ekonominin bel kemiğidir ve katkı payı çok büyüktür.

Sonuç olarak kapitalizmin yarattığı açmazlarla, sosyalizmin uygulanıştaki yanlışlıkları arasında sıkışıp kalmamak ya da kutuplaşmamak gerek.

Çıkar bir yol var.

Bu üçüncü yol insanca yaşamaya ve yaşarken bulunduğumuz çevreyi ve insanı korumaya yönelik bir anlayışı içeriyor.

Bu anlayış, açgözlülüğü, bilinçsiz tüketimi ve sermayenin tepedeki azınlıkça gasp edilmesini değil, hakkaniyetli paylaşımları, evdeki çocuk, hasta, yaşlı bakımını da ekonomik bir değer olarak gören bir devlet politikasını gerektiriyor.

Sistemler, hak ve adaletten yana insanların vereceği mücadele ile değişir.

Sevgiyle, karşılıklı güven içinde yaşanılan toplumları yaratmak o toplumu oluşturanların elindedir.

Yeter ki bir toplum bunu gönülden istesin.

Milletlerin gerçek zenginliği, korunmuş bir doğa içinde yaşayan gelişmiş ve gelişime açık insanıdır.

Seattle, Washington

Benzer Haberler

Facebook'ta Biz

Çanakkale Rent a Car Banka Kredisi diş rehberi Bozcaada Otelleri Bozcaada Otelleri Bozcaada Pansiyonları